Kur’ân güneşi asla söndürülemez

Bediüzzaman’dan ölümsüz bir haykırış:
İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

 

Gazetede okuduğu bir haber, ruhunda müthiş bir fırtına oluşturmuştu. Birden ayağa fırlayıp sesinin çıktığı kadar bağırdı:
“Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş olduğunu, bütün dünyaya göstereceğim ve ilân edeceğim.”
***

Van’da bulunduğu yıllarda gazeteleri okur, Osmanlı ve dünya gündemini takip ederdi. O gün, okuduğu haber bir anda bütün dünyasını sarsmıştı.
İngiliz Avam Kamarası’nda, Müstemleke (Sömürgeler) Bakanı William Eward Gladstone İslâm dünyasını yakından ilgilendiren bir konuşma yapmıştı.
Konuşmasında:
“Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Mutlaka, Kur’ân’ı ortadan kaldıracak veya Müslümanları Kur’ân’dan soğutacak bir yol bulmalıyız” demişti.
Bu habere çok kızan ve çok içerlenen Bediüzzaman, bir ömür boyu sürecek olan mücadele ve hizmet stratejisini daha o gün belirlemişti:
“Ben de Kur’ân’ın sönmez bir güneş olduğunu dünyaya ispat edeceğim.”
O günlerde gördüğü bir rüya ise, kafasındaki hedefini iyice netleştirmişti.
Rüyada annesi ile birlikte Ağrı Dağı’nın altında bulunurken, birden dağ patlayıp parçaları dünyanın dört bir yanına savrulur. “Anne korkma” der. Bu Cenâb-ı Hakk’ın emridir.
O panik ve dehşet içindeyken Peygamber Efendimiz (asm) görünür ve kendisine emreder:
“Kur’ân’ın mu’cizeliğini beyan et!”
Rüyanın heyecanıyla kendini ayakta bulur. Bu emir, adeta bütün duygularına kazınır.
Artık onun tek amacı vardır:
Kur’ân’ın mu’cizeliğini ve hakikatlerini bütün dünyaya anlatmak ve yaymak…
Bu duyguların ağırlığı altında olgunlaşan Bediüzzaman’ın kafasında, çok büyük bir hedef, çok yüce bir dâvâ ve çok çetin bir yol vardı.
Bütün dünyasını kuşatan bu gaye, onu daha ciddî, daha titiz ve daha dikkatli bir çalışmaya sevk eder. Bunun için de Kur’ân-ı Kerim’i hayatına program yapar. Artık onun tek yol göstericisi ve tek rehberi Kur’ân’dır.
Bunu kendisi şöyle ifade etmiştir:
“Sonra Kur’ân’ın hakikatlerine ulaştım, her bir âyetin kâinatı kuşattığını gördüm. Artık Kur’ân’dan başka bir kitaba ihtiyacım kalmadı. O bana kâfi geldi.”
On beş yıl süreyle kaldığı Van’da, kafasında oluşan en önemli bir konu da, eğitim ve öğretime yeni bir yol, yeni bir yaklaşım ve yeni bir anlayış kazandırmaktı.
Çağı yakalayıp onun ötesine geçmek için, yeni bir eğitim sistemine ihtiyaç vardı.
Bu, fen ve din ilimlerinin birlikte ele alındığı, öğrencilerin kabiliyetlerini ortaya çıkaran, sorgulayıcı, araştırıcı bir anlayış olmalıydı.
Yoksa teslimiyetçi, ezberci ve pasif bir eğitimle dünyayı yakalamak mümkün olmayacaktı. Eğitim konusuna köklü bir çözüm bulunmalıydı.
Bediüzzaman, çalışmalarını eğitim yönüne kaydırarak, Osmanlı ruhunu yeniden canlandırmak için, eğitim sistemi üzerine kafa yormaya başladı.

OKUMADAN GEÇMEYİN

“Eyvah dâvâm!”
Bediüzzaman, müsait olduğu günlerde Van dışına çıkıp açık havada derin bir tefekküre dalardı. Sürekli olarak, gelecekte gerçekleştirmeyi istediği projelerini düşünürdü.
Yine böyle bir gün, elli-altmış metre yükseklikteki Van Kalesi’nin başında, yapacağı çalışmaları düşünmeye koyulmuştu.
Kendinden geçmiş bir haldeyken, bir anda ayağı kaydı. Önündeki onlarca metrelik uçuruma doğru gitmeye başladı. O anda kafasında yer eden tek düşüncesi, dâvâsıydı.
Kur’ân’ın hakikatlerini bütün âleme ilân etmek dâvâsı… Ondan başka hiçbir şey düşünmüyordu.
Ama gidiyordu uçuruma doğru… Dâvâsı ne olacaktı şimdi? Hayalleri yarım mı kalacaktı? İşte can korkusuyla değil, dâvâ korkusuyla bağırdı.
“Eyvah dâvâm!”
Aşağı düşmesi gerekirken, harika bir şekilde, uçurumun iç kısmında bulunan bir mağaranın önüne düştü. Yüce Allah gelecekte yapacağı hizmetler için, onu çekip kurtarmıştı.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*