Kur’ân her asra hitap ediyor

Image
Muhakemât okumaları-2

Akıl ve nakil karşı karşıya geldiği, yani çatıştığı takdirde, hakikatı arama meyline sahip olan aklın asıl kabul edilmesi, nakilin ise tevil olunması yani yorumlanması genelde kabul edilen bir görüştür, bir kaidedir. Fakat o akıl, âkıl (düşüncesi sağlam, hüşyâr) olmalıdır.

Bununla birlikte bilinmektedir ki, Kur’ân’da dört esas maksat vardır: Bunlar, Allah’ın varlığının ve birliğinin ortaya konulması, Peygamberlik müessesesinin anlaşılması, insanların ahirette cisimleriyle dirilmesinin ispatı ve Allah’ın adaletinin anlaşılmasıdır.

Akıllara gelen “Ey mevcudât! Nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Deliliniz ve hatibiniz (adınıza konuşanınız) kimdir? Ne edeceksiniz ve nereye gideceksiniz?” şeklindeki suallere ancak Kur’ân cevap verebilir. Bu sualler sadece insan aklıyla cevaplandırılamaz. Kur’ân teferruata dair şeyleri içinde bulundurmaz. Tâ ki, görünen nizam ve intizamla Kâinatın Sanatkârına deliller gösterilsin. Yani Kur’ân varlıklara, kendileri için değil, sadece Yaratıcıları için bakar. Bu sebeple Kur’ân muhataplarını teferruatta (ayrıntıda) boğmamıştır.

Evet, intizam (düzen) büyük bir açıklıkla kendini gösteriyor. Büyük Sanatkâr olan Allah’ın varlığına, iradesine ve eşyayı niçin yarattığına kat’î bir şekilde şehadet eden intizamlı sanat, kâinatın her tarafında yaratılışın güzelliklerini akıl sahipleri için ortaya koymaktadır. Güya her bir varlık, kendine mahsus bir dille Büyük Sanatkâr’ı tesbih ederek, yaratıcıları olan Allah’ın varlığına şehadet ve işaret ediyorlar. Madem yaratılıştaki maksat budur ve madem kâinatın kitabından nizam ve intizamı öğreniyoruz, o halde kâinatın meydana gelmesi ile ilgili ayrıntılar bizi birinci derecede ilgilendirmemelidir.

Kur’ân’da adı geçen varlıklar yani Kur’ân’ın yüksek meclisine girmiş olan kâinatın her bir ferdi dört vazifeyi yerine getirmektedir:

Birincisi: Mükemmel bir şekilde, intizam ve ittifakla ve hep birlikte Sultan-ı Ezelî olan Allah’ın saltanatını ilân etmek.

İkincisi: Her biri kâinattaki fenlerin, ilimlerin birer temsilcileri olduklarından, İslâmiyetin, hakiki fenlerin (ilimlerin) özü olduğunu ortaya koymak.

Üçüncüsü: Her biri birer varlığın nümunesi olduklarından, yaratılışta geçerli olan İlâhî kanunların İslâmiyetle mutabık olduklarını ispat etmektir. Tâ ki, yaratılış kanunlarının yardımıyla İslâmiyet neşv-ü nemâ bulsun, yayılsın. Böylece İslâm dininin, hevâ ve heves içinde yardımsız, bazen ışık, bazen de karanlık veren ve çabuk değişmeye yüz tutan dinlerden imtiyazlı, seçkin ve başı dik ve yüksek hakikatlere sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Dördüncüsü: Kur’ân’da zikredilen varlıkların her biri birer hakikatın nümunesi olduklarından, fikir sahiplerini, insanların ihtiyaç duyduğu hakikatlere yönlendirmekte, teşvik etmekte ve onları uyardırmaktır.

Böylece, Kur’ân’da yeminle zikredilen büyük ve küçük varlıklar insanları daima düşünceye teşvik edecektir. Evet Kur’ân’daki yeminler gaflet uykusunda olanlar için birer ikâz edicidir.

Öyleyse şüphe edilmemeli ki, mucize olan ve en yüksek belâğat makamında bulunan ve mürşidimiz olan Kur’ân, Arap lisanındaki üsluplara en uygun olan, en güzel delil gösterici, en istikametli olan ve en açık anlaşılabilecek olan kısa ifadeleri kullanacaktır. Hakikatlerini bütün insanların anlayışlarına sunmak ve onları irşad etmek için bu şekilde olması gerekirdi. Demek Allah’ın varlığına ve birliğine delil olup kâinatta bulunan düzenden öyle bir şekilde bahsedecek ki, herkes kabiliyeti nisbetinde rahat bir şekilde anlayabilsin. Yoksa delil, ifade edilmek istenen hakikatlerden daha gizli olacaktı. Böyle olsaydı, bu durum irşad prensiplerine, belâğat mesleğine ve Kur’ân’ın mu’cizeliğine aykırı olacaktı.

Eğer Kur’ân, bugün ancak anlaşılabilen güneşin ve yıldızların harika hallerinden bahsetmiş olsaydı ve bugün ancak mikroskop ile görülebilen, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük mikroplardan bahsedip, insanları imana davet etmiş olsaydı, asırlar öncesindeki insanlar için delil, anlatmak istenenden daha gizli, daha anlaşılmaz olurdu. Bu durum onları Kur’ân’ı değil anlamaya, inkâra sürükleyecekti. Halbuki Kur’ân mucizeliğine yakışır bir şekilde her asırdaki insanların fehmine, anlayışına hitap etmiş ve hiç kimseyi şaşırtmamıştır.

Hülâsa, Kur’ân kendini her asırdaki insanların fehmine anlatmış, hiçbir asırdaki insanlar, mânâlarını garip ve anlaşılamaz bulmamıştır. Günümüzün sanat harikalarından bahsederken, geçmiş asırları şaşırtmamıştır. Bu durum ancak İlahî kelâm olan Kur’ân’a mahsus mu’cizevî bir durumdur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*