Kur’ân’a hürmetkâr millet…

Image
Bu yazıyı çoktandır yazmak istiyordum da, bir türlü nasib olmuyordu. Başlık dahi aklımdaydı ama olmamıştı işte, neyse nasib bugüneymiş. Bu konuda bizi harekete geçiren husus da, geçtiğimiz günlerde İzmir’de yapılan “Kur’ân ziyafeti” oldu. Bir-iki TV canlı yayında verdi o güzel programı. Yeni Asya’da da haber olarak çıkınca, yazmak durumu hâsıl oldu. TV’deki programdan haberimiz olduğunda, seyretmede biraz geç kalmıştık. Ama yine de, biraz seyredebildik.

Özellikle de yıllardır, gençliğimizden bu tarafa meftun olduğumuz Kur’ân okuma ustası Mısırlı karilerden (Kur’ân okuyucusu) dinlediğimiz Kur’ân tilâveti bir başka olduğundan, yine Mısırlı karilerden ders almış olan Güney Afrikalı Abdurrahman Sadien’i görünce, daha bir merak ve hazla seyrettik programı. Tabiî bu arada gözümüz de yıllar öncesine, 30-35 sene önceki gençlik yıllarımıza kaydı. O yıllarda hem kardeşimle, hem de çoğu zaman bir ve beraber olduğumuz Lütfü Taşçı kardeşim ile Mısırlı karileri dinlerdik.

Kahire radyosunu orta dalgadan akşamları dinleyebiliyorduk. Ankara’da orta dalga, ancak akşam rahat dinlenebiliyordu çünkü. İşte bu radyoda akşam saat 20.00 ile 21.00 saatlerinde Mısırlı hafızların okuduğu Kur’ân yayınlanıyordu. “Savte’l-Arab mine’l-Kahire” (Burası Kahire, Arab’ın sesi radyosu) anonsuyla giriş yapılıp, “Şimdi Kur’ân-ı Kerîm dinleyeceksiniz. Okuyan….” diye de, karinin ismi verilirdi ki, bunların seslerini artık biz, dinleye dinleye ayırt eder olmuştuk. Çoğunun da ismini ezberlemiştik neredeyse. (Herkes futbolcu ismi ezberlerken, biz de onları ezberliyorduk.) “El-kari eş-şeyh” diye isimleri zikredilen, en eski ve çoğunun hocası olan Muhammed Rıfat’tan tutun, Abdulfettah Şaşai, İbrahim Şaşai, Mustafa İsmail, Muhammed Sıddık Mınşavi, Abdulbased Abdussamed, Muhammed Ali Benna bunların bazılarıydı. Tabiî, iş Kur’ân’a dayandığı için, büyük haz alıyorduk bunları dinlemekten. Gençlik yıllarımızdan tatlı bir hatıra olarak naklettiğim bu radyodan dinlediğimiz halleri, yıllar sonra Mısır’a gidip de, bizzat orada camilerde dinleyeceğimizi, o yıllarda aklımızın köşesinden dahi geçirmezken, şükürler olsun, bundan birkaç sene önce oraya gidip dinlemek nasib oldu. Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği günümüzde ise, daha kolay bir şekilde dinlenebiliyor. Bu arada, uydu TV seyretme imkânları olanlar için şunu söyleyebiliriz. Arab kanalları çıkan yerde Mısır’ın “ESC” isminde bir kanalı var. Burada her Cuma günü, yaklaşık olarak İstanbul’un öğle ezan vaktinden 35-40 dk. kadar önce, Mısır’ın çeşitli vilâyetlerinden ve camilerinden canlı Kur’ân yayını verilmektedir.

Yukarıda isimlerini zikrettiğim Kur’ân okuyucularının (karilerin) çoğu, bugün rahmetli olmuştur. Onlardan bazıları, Türkiye’ye de gelerek, değişik vilayetlerimizde Kur’ân okumuşlardır. Tabii Türkiye’yi de, gelmeden önce çoğu çok iyi tanımıyordu. Yapılan inkılâplar neticesinde milletimizin dinî durumunun çok iyi olmadığını zannediyorlardı. Ne bilsinlerdi ki, burada Risâle-i Nurlar intişar etmişti. Said Nursî, canını dişine takıp, bu milleti dinsizlik batağına düşmekten kurtarmıştı elhamdülillah…

Tabii, Türkiye’ye Kur’ân okumak için gelen bu kariler, kendilerini şaşırtan bazı hallerle karşılaşınca taaccüblerini de dile getirmişlerdi. Meselâ; onlardan vefat etmiş olan Mustafa İsmail ve hâlen hayatta olan Abdurrahman Sadien’in intibaları şöyleydi:

Mustafa İsmail’in torunu Alaa Tahir Husni anlatmaktadır hatırayı: “Dedem Mustafa İsmail, 1969 yılında Kur’ân tilavet etmek için Türkiye’ye gelir. Kur’ân okumaya başladığı camiide, bayati asli karardan girer. Bayati neva, bayati cevap derken, üst perdelere çıkmaya başlar. Cemaate şöyle bir göz gezdirir, bakar ki, kimseden çıt çıkmıyor. Halbuki Mısır’da veya başka yerlerde okuduğu zaman, insanlar cuş-u hurûşa gelip (coşup kaynayarak) kendinden geçmiş şekilde dinlerken, buradaki insanlardan ses çıkmaması onu üzer ve ‘Aman ya Rabbi! Bu insanlar, ne Kur’ân’ın dilinden, ne de tilâvet sanatından anlıyorlar. Hayatımın en zor bir ayı burada geçecek herhalde’ der. Neyse yine de okumaya devam eder, ama okurken de ‘Bu nasıl cemaat böyle?’ diye, biraz daha dikkatle cemaate baktığında, adeta nutku tutulur. Bir kişi sessizce ağlamaktadır. Biraz daha dikkat eder, birisi daha, birisi daha ağlamaktadır. Şaşırır ve hüzünlenir, iç âleminden şunları geçirir: ‘Demek ki bu millette Kur’ân dinleme adabı başka. Bu kadar hürmet ve hisle Kur’ân dinleyen bir cemaatle karşı karşıyayım.’ Mısır’a döndükten sonra, arkadaşlarına ve akrabalarına oradaki hâleti anlattıktan sonra der ki: ‘O andan itibaren Kur’ân, ben ve o cemaat arasında görünmez bir irtibatın meydana geldiğini hissettim. Belki de, hayatımın en güzel Kur’ân tilavetini o sene Türkiye’de yaptım.”

Hâlen hayatta olan Abdurrahman Sadien’in Türkiye intibaları ise şöyleydi: ”Bir çok devlette Kur’ân-ı Kerim okudum. Avustralya, İran, Birleşik Arab devletleri ve bir çok Avrupa şehirlerinde okuma fırsatı buldum.
“Türkiye’ye ilk geldiğimde şaşırmıştım. Türkiye halkına ‘Mâşaallah!‘ demek lâzım. Gerçekten de, saygılı ve edebli bir toplum. Ben bu sözleri Türkiye’de olduğum için söylemiyorum. Bunları dünyanın her yerinde de söyleyeceğim. Türkler gibi saygılı, terbiyeli insanları hayatımda görmedim. Bizim memleketimizde de 1960-70 yıllarında Kur’ân ziyafetine böyle bir alâka vardı. Ancak, hiçbir zaman bir Kayseri, bir İstanbul Süleymaniye gibi olmadı. Kayseri’de altmış bin, Süleymaniye’de ise yirmi beş bin kişi gelmişti.”

Ne kadar enteresan değil mi? Gerçekten de, şu asil milletimizin Kur’ân’a hürmeti bir başkadır. Osman Gazi’nin Kur’ân’a gösterdiği hürmeti bir hatırlayın. İşte o hallerle temeli atılan bir devleti Cenâb-ı Hak, ondan dolayı altı asır aziz kılmıştır. İslâm memleketlerine gidenlerin gördüğü gibi sadece dinleme hususunda değil, Kur’ân’a her türlü tazimde kusur etmemiştir milletimiz. Onu göbek altı seviyede tutmaz, abdestsiz eline almaz.

Evet, kâinatın ezelî tercümesi olan Kur’ân, on beş asır önce Mekke’de nâzil olmuş; fakat çok kimseler tarafından kabul görmüş güzel bir görüşe göre de, İstanbul’da yazılmış, Kahire’de de okunmuştur. Gerçekten de, ecdâdımız hat yazma konusunda hakikaten çok güzel eserler vermiş, Kur’ânlar yazmıştır. Dört asır önce yaşamış olan meşhur Hafız Osman, o hattatların piri sayılır. Hani bir Kur’ân alınacağı zaman karşımıza çıkan “Hafız Osman hattı mı?” sorusu, işte bu mübarek zâta istinaden söylenir. Ve bu Asrın Bediisi, kıyamete kadar geçecek zamanın sultanı Bediüzzaman Said Nursî’nin göstermesiyle tertib edilen “tevâfuklu (mucizeli) Kur’ân” da, o meyanda zikredilebilecek başka bir hususiyettir. Kur’ân’a hürmetkâr milletleri Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar aziz ve bâkî eylesin inşâallah!

 

Normal 0 21 false false false DE X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4

{mosmodule module=imza-osmanzengin}Image

 

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. İnternette öylesine gezinirken bu yazıyı gördüm ve çok duygulandım. Ne güzel bir yazı ya. Ne güzel ifade etmiş.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*