Kürsü, Arş ve Sema (Gök)

İslâm literatüründe “kürsü”, “arş” ve “sema” kelimeleri çok defa birlikte kullanılır. Bunlar nerelerde geçmekte ve ne anlama gelmektedirler?

“Kürsü” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçer. Biri İlâhî kürsüyü konu edinir. Arş ise çok daha fazla geçer. Sadece İlâhî Arş’ın zikri 22 yerde geçmektedir. Esas itibariyle maddî, dünyevî eşyaları ifade eden bu kelimelerin Cenâb-ı Hakk’a nisbeti elbette düşündürücüdür. Bunlardan İlâhî maksad nedir acaba?

Öncelikle şunu belirtmekte fayda vardır: Kur’ân-ı Kerim bir astronomi, bir matematik, bir coğrafya kitabı değildir. Evet, bu ilimlerin konuları olmakla birlikte Kur’ân-ı Kerim’in takip ettiği esaslar farklıdır. “Kur’ân’daki anasır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.” 1 Yani Kur’ân’ın ilk gâyesi, bütün âyetlerinde, Rabbü’l-âlemin olan Cenâb-ı Hakk’ı tanıtmak, bize kulluk vazifelerimizi öğretmektir. Çünkü bir âyette2 insanların ve cinlerin dünyaya gönderilmelerinin hikmeti ve gayesi “Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmek”3 olarak ifade edilmektedir.
Peki, eşya niçin yaratılmıştır, nereden gelmektedir, buradaki işi nedir, nereye gidecektir?
İnsanlar başıboş bırakılmış değildir. Hayatının her ânından, belki her nefesinden hesaba çekilecektir. Kur’ân bu aslî maksadları işlerken, ayrıntı olarak ilmin, terakkinin, tekniğin bazı ipuçlarını da vermekte, işâretlerde bulunmaktadır. Böylece her devirde insanlar Kur’ân-ı Kerim’i her hususta rehber yapabilmekte, mu’cize bir kitap olduğunu te’yid edebilmektedir.
Kürsü ve Arş’la ilgili âyetleri de bu çerçevede anlamak gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın kâinat üzerindeki İlâhî hâkimiyetini bu tabirlerle ifade etmektedir. Bu sebeple “Kürsü” ve “Arş” tâbirlerinin zihne verdikleri bu mânânın esas alınması gerekir.
Şimdi kelimeleri biraz daha yakından incelemeye çalışalım:
Kürsü, lûgatte, üzerinde dayanılan, oturulan şey demektir. Dilimizde kürsüyü sandalye veya iskemle kelimesi ile karşılarız. Tefsirlerde gelen bazı açıklamalara dikkat edilirse, kürsü, sandalyeye oturan kimsenin ayağını hafifçe yükseltmek maksadıyla, ayakaltına koyduğu tahta parçası olduğu anlaşılır. Günümüzde bu şey plastik, keçe, bitki lifi, tahta veya tel kafes gibi değişik maddelerden olabilmektedir. İlâhî saltanatın genişliğini kavramada kürsünün taşıdığı bu mânâyı da zihinden uzak tutmamalıdır. Zîra âyet-i kerimede, Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ifade zımnında: “Allah’ın kürsüsü gökleri ve yeri içine alacak şekilde geniştir, onların korunup gözetilmesi O’na ağır gelmez”4 buyurulmaktadır.
Evet, İlâhî saltanat, öylesine geniş bir mülkte hüküm sürmektedir ki, semâvat ve arzı içine alan Kürsü, bu mülkün tamamına kıyasla, dünya saltanatına mazhar bir sultanın sandalyeye oturduğu zaman ayağını koyduğu altlık hükmünde kalmaktadır. Aşağıda kaydedeceğimiz hadisler de bu anlamı destekleyecektir.
Kur’ân müfessirleri “Kürsi” kelimesini, ilim ve kudret olarak te’vil edip, “Allah’ın kürsüsü, O’nun ilmi ve kudretidir” diye açıklayarak, lügât mânâsının zihinde meydana getirebileceği Allah’a madde, mekân ve şekil izafesi gibi olumsuz mânâları bertaraf edecektir.
Arş, lügatte, kralların saltanat tahtı demektir. Bu da, Kürsü gibi, İlâhî saltanatı ifade eden bir tâbirdir. Bir âyette, “Allah’ın hükümranlığının Arş’ı kuşattığı”5, bir başka âyette de Allah’ın, “Büyük Arş’ın sahibi olduğu”6 ifade edilir. Bu iki mânâ Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde tekrar edilir.
Kürsî ve Arş’ın İlâhî kudretin büyüklüğünü ve dolayısıyla bütün mevcudatın İlâhî murakebe ve kontrolün içinde kaldığını anlatmak maksadını tamamlamak üzere başka açıklamalara da yer verilmiştir:
Kürsü, iç içe olan yedi semânın dışındadır, yani yedinci semadan sonra gelmektedir. Fakat son sınır değildir. Onu da Arş kuşatmıştır. Hz. Peygamber (asm) Kürsü’nün, yedi semâya nazaran büyüklüğünü tasavvur edebilmemiz için şu teşbihte bulunur: “Yedi sema, Kürsü içerisinde, bir kalkanın içine atılmış yedi adet dirhem (kuruşluk) gibidir.”
Kürsü’nün genişliği bu kadar olursa, Kürsü’yü kuşatan Arş’ın genişliği acaba nasıl olur?
Bu soru, Resûl-i Ekrem’e (asm) de aynen sorulmuştur. Öyle ise cevabını O’ndan dinleyelim: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a kasem (yemin) ederim, yedi sema ve yedi arz, Kürsü’nün yanında, çöl bir arâziye atılmış bir (demir) halkadan baka bir şey değildir. Arş’ın Kürsü’ye olan üstünlüğü de, tıpkı bu çölün o halkaya üstünlüğü gibidir” 7
Yukarıdaki açıklamalardan, top şeklinde bir kâinat tasviri ortaya çıkmaktadır. Bu mânâyı destekleyen başka rivâyetler de vardır. Eski müfessirlerimiz, daha çok kubbe kelimesini kullanarak bu mânâya işâret ederler. Merkezde arz ve sâbit yıldızların mahalli olan birinci sema, bunu tâkiben sırayla diğer altı sema, sonra Kürsü, en dışta “BÜYÜK ARŞ” gelmektedir. Büyük Arş, Kürsü’yü kuşatmaktadır. Bunlar üst üste değil, iç içe ve kürevîdir.
Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ı istivâsı, O’nun bu hadsiz genişliğe hâkimiyetini ifâde eder. İnsan aklının alamayacağı, hayalinin tasavvur bile edemeyeceği sonsuzluk, Allah’ın büyüklüğü yanında, dünya sultanlarının ayak koydukları tahta parçası hükmünde kalmaktadır. O Allah, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, “düşen bir yapraktan bile haberdar olacak kadar”8 kâinatın her noktasına ilmiyle, kudretiyle, tasarrufuyla hâkimdir, çünkü Büyük Arş’ı istivâ etmiştir.9

Allah’a mekân yakıştırmak doğru mu?
Başta Arş’a istiva âyeti olmak üzere, ister Kur’ân’da ve isterse hadislerde, Cenâb-ı Hakk’ın hâkimiyetini ifâde için gelen tâbirlerden—bunları lügat ve örfî kullanışlarıyla anlayınca—Cenâb-ı Hakk’a mekân yakıştırmak, Zât-ı Akdeslerini insana benzetmek gibi, İslâm inancına uymayan mânâlar ortaya çıkarmaktadır. Kur’ân âyetleriyle de tesbit edildiği üzere Zât-ı İlâhî’nin eşi benzeri yoktur, zihinler O’nu tasavvurdan âcizdir. O’nu zaman, mekân, şekil gibi kayıtların hiçbirine tâbi kılamayız. Gözle görülmeyen, hayalle tasavvur edilemeyen, gaybî, İlâhî varlığı kavrayabilmemiz için Kur’ân-ı Kerim ve hadisler, bazı teşbihlere (benzetme) yer vermiştir. İşte Kürsî ve Arş teşbihleri bunlardandır. Bilindiği gibi teşbih ve temsiller ağır hakikatleri akla yakınlaştırmak için kullanılır. Biz bu teşbihler sayesinde bir kısım İlâhî hakikatleri kavrayabilmekteyiz. Yanlış anlaşılma olmasın diye bunlara yer verilmeseydi, Allah tamamen meçhulümüz kalacaktı. Öyle ise, bu çeşit ifadeleri te’vîl ederek, kastedildikleri mânâda anlamak gerekir. Nitekim ilk dönem âlimleri de öyle yapmışlardır.10
Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ı bize tanıtırken, O’nun bize, “şah damarımızdan daha yakın” olduğunu belirtir. Bir başka âyette: “Secde et, O’na yaklaş” emriyle bizim O’ndan uzaklığımız ifâde edilir. Yakınlık içinde uzaklık! Bu zıdlar Aristo mantığıyla değil, ancak iman mantığıyla tevhîd içinde kavranır. Biz güneşten binlerce km. uzaktayız. Güneşe ulaşmak için binlerce km. yol gitmeliyiz. Ama güneş bize çok yakındır. Başımızı kaldırdığımızda güneşi bütün azametiyle tepemizde görürüz.
Yapmasını ve yaratmasını kavramaktan akılların âciz kaldığı Zât ne yücedir! Biz kullarına düşen, kâinatın atomları sayısınca, O’nu noksan sıfatlardan tenzîh edip tesbîh etmek ve günahlarımızın affını dilemektir.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 28.
2- Zariyat Sûresi, 56.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 166.
4- Bakara Sûresi, 255.
5- Yunus Sûresi, 3.
6- Mü’minûn Sûresi, 36.
7- İbnu Kesir, Tefsir 1, 550.
8- En’âm Sûresi, 59.
9- İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, c. 5, s. 332-333.
10- İbrahim Canan, aynı eser, c. 5, s. 333-334.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*