Küsmek yok

Başka meslekleri bilmiyorum; ancak, bildiğim tek şey; bizim gittiğimiz yolda küsmek olmadığıdır! İnsan, çeşitli duygularının zorlaması ile bir müddet kırgınlık hâli yaşayabilir. Fakat dînimizde, bu fıtrî hissin üç günlük bir süre içinde teskîn edilmesi gerektiğine dâir bir kural vardır. O vakitten sonraki davranışlarda akıl, kalb, vicdan galebe etmeli; içerideki kötü duyguları yatıştırıp uzaklaştırmalıdır.

 

Kendi nefsimizdeki hatâlardan, hattâ neredeyse cinâyet sayılabilecek hareketlerden dolayı nasıl ki, benliğimizden küsmüyorsak; bin bir cihetle yüksek ve kuvvetli bağlarla bağlı olduğumuz karşımızdaki insana da başka türlü bir muâmeleyi revâ görmemeliyiz. Hele hele, bize göre kötü olan, affedilmez sandığımız, düzeltilmesi ebediyyen kàbil değil diye telâkkî ettiğimiz şu mes’eleyi iyice bir inceleyelim; kendimizde, âilemizden birinde, bizimle ilgisi gàyet az bir dostumuzda olsaydı; nazar-ı müsâmaha ile bakmayacak mı idik?
Bize göre o suçlunun tek suçu, aynı yolda yürümemiz midir? Yâ Hû, ayağı sürçtü ve düştü ise onu kaldırmak kime düşer? Bataklığa yuvarlandı ise bir el, bir dal uzatmak mı kolaydır; üzerine bir kütük yuvarlamak mı? Hatâsız kimse var mı ki, hattan ayrıldı diye dönüş raylarını söküp, gideni ebedî çıkmaza mahkûm ediyoruz!
Geçmişteki birlikte olduğumuz bunca zamanlar, fikirler, hisler, hizmetler –hezîmetler, acılar– tatlılar, gülmeler – ağlamalar, sıkıntılar – ferahlar bir çizgi ile kapandı mı? Aynı, aynı, aynı.. diye saymakla bitiremediğimiz temellerimize dinamit mi bağlandı? “Vefânın o yerde nâmı yok mu?”
Kur’ânî usûlde “aforoz” olmadığı gibi, düşmanlıkta hiçbir açık kapı bırakmayacak kadar şiddet de yok… Hele, binde bir mesâbesinde bir anlaşmazlık için karşıdakini tahkîr, tasğîr, evsâfını tağyîr hiç yok… Bizden önce yaptığı güzel hizmetleri yok saymaya yetkili mercî biz miyiz? Hani, bir sinek kanadı bir dağın görülmesini engellerdi! Hani, çok sıkı tutmayacaktık! Hani, tahakkümle değil, afv ve safh ile muâmele edecektik! Bu hanileri yazmaya kalksak Diyarbakır’dan Hani’ye duble-yol olur…
Kur’ân ve îman hizmeti koskoca bir çınar gövdesi gibidir. Her bir dalı bir büyük ağaçtan büyüktür. O dalların her birinde asıl çekirdeğe uygun özellikler vardır. Hattâ firdevsî Tûbâ ağacının hâsiyeti onda in’ikâs etmiştir; her dalının, her uzantısının ayrı bir meyvesi yetişmiştir. Bizde olmayanın onda olmasından üzüntü değil, memnûniyet duyalım. Şu kara gözlükleri çıkarıp, işin hakîkatine bakalım…
Maddî Âl-i Beytin dünyevî işlerde muvaffak kılınmamasının sebeplerini tezekkür ve mânevî bir mensûbiyetin mensûplarının da aynı netîceye dûçâr edilmesindeki hikmeti tefekkür ile “esâs-ı velâyet, esâs-ı takvâ, esâs-ı azîmet, esâsât-ı Sünnet-i Seniyye”nin muhâfazası mes’elesini tahattur edelim!
Geçici ârızalar ve aslî vazîfemiz olmayan meşgaleler bizi oyalamasın! Her işi halletmişiz gibi, afra – tafra yapıp, beş – on yılda bir şu safra atma huyundan vaz geçelim… Yapılan işler bir danışma sonunda olmuşsa, hatânın da sevab kadar meşrû olduğunu hâtırdan çıkarmayalım. Üstelik, sâfiyetimizi çoktan yitirdiğimizden, kimse istişâre netîcesinde kendisini eli – kolu bağlı hissetmezken…
Bir âile içinde bile fertlerin ayrı ayrı düşündüğü, ayrı ayrı karar verdiği, ayrı ayrı irâdesini kullandığı zamanda yaşıyoruz. En küçük dâirede birliği sağlayamayanların en uzak, vazîfesiz ve fâidesiz dâirede ayrı düşünmelerini bu kadar yadırgamayalım. Mânen görevli bulunduğumuz sâhada nöbetimizi aksatmadan, dümenci neferi gibi, yalnız kendi işimizi îtinâ ile görelim; umûm netîceyi tahayyülle tüllenen görüşümüz yüzünden buzdağlarına toslamayalım.
Gelin, Müzdelife’de topladığımız şu taşları yanlış yerlere atmayalım!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*