İslamın Güzelliklerini yaşayarak gösterelim

İslâmî camianın ve İslâmî camiadaki entelektüel tartışmaların takipçilerinin çok yakından tanıdığı yazar Yıldız Ramazanoğlu ile başörtüsü Tartışmalarının ötesinde İslâmda kadın algısını konuştuk.

Aydınlarımızın en büyük sorunu,Batı aydınlanmasına eklemlenmek

Ramazanoğlu İslâmda kadına verilen değerin Batının kadın algısıyla kıyaslanmayacak kadar önde olduğunu söylerken İslâmî kesim içinde İslâmı yanlış yorumlamaktan kaynaklanan problemler olduğunu söylüyor. Herkese İslâmda kadın ve erkeğin eşit olduğunu hatırlatıyor, illa bir üstünlük aranacaksa bunun takvada olabileceğine vurgu yapıyor.

Son günlerde tartışmaların odağı olan başörtüsü, cumhuriyet için neden sorun haline getirildi?

Türkiye’deki temel yanlış, cumhuriyetin eşitlik üzerinden kurulmamasıdır. Bir taraftan imtiyazlı sınıflar oluşturulurken diğer taraftan vesayet altında tutulması gereken halklar kurgulandı. Başörtülü kadınlar da bu algı içerisinde kendi kendilerine karar vermekten yoksun bir küme olarak tanımlandı. Bunun temelinde yatan ise muasırlaşma sevdamızdı. Buna göre başörtülü kadınların cahil ve kırsal kesimde oturan okumamış kişiler olarak konumlandırılması gerekiyordu ki ilerleme felsefesiyle başı açıklık norm olarak konabilsin. Başörtülü kadınların eğitim düzeyi geliştikçe pozitivist bir algıya sahip olacağı, dinin bütün ritüellerini ve felsefesini hayatın dışına doğru atacağı beklendi.

Sonuçta başörtülü kadınlar okudu. İstenilen sonuç elde edildi mi peki?

Hayır. Kadınlar okumuş olsalar bile kamusal ve özel alanda kendi inançlarını yaşamak istediler. Kendi modernini üretmede dinin bir engel olarak durmadığını gören kadınlar tam tersine bilâkis inançları içinden özgürleşmeyi seçti. Bu da büyük bir şaşkınlık doğurdu. Aslına bakarsanız bu bütün dünyada şaşkınlık meydana getirdi.

İstediğini elde edemeyen bazı Türk aydınlarının içine düştüğü durum ne oldu?

Ülkemizde aydınımızın içine düştüğü en büyük açmaz emek vermeden Batının aydınlanmasına eklemlenmektir. Batıda cadı avı denen bir şey var, kadının din üzerinden aşağılanması var. Meselâ Batıda Hz. İsa’nın erkek ve tanrı gibi algılanması inancından yola çıkarak erkeğin de öyle algılanmasına giden bir algı var. Kadınlarında buna karşı koymaları doğaldı. Tahrif edilmiş, insanları köleleştiren bir dinin ortaya çıkardığı sorunlardan bahsediyoruz. İnsanların bu acı tecrübelerden sonra bütün otoritelerden bağımsız olarak kendi yolunu çizme isteği var. Ancak bunlar Batının tecrübeleri bizim dinimizle doğrudan alâkası yok. Özdeşim kurmak yanlıştı.

Ancak okuyuculardan “Sonuçta Hz. Muhammed de erkekti ve peygamberdi. Bu, kadınları ikinci sınıf yapmaz mı?” diye bir soru gelebilir?

Bizim Peygamberimize (asm) uluhiyet sıfatı atfedilmiyor. Bizim Peygamberimiz kul ve beşer. Peygamberimiz erkek olabilir, ancak Akabe Biatı’nda kadın erkek ayrımı gözetmemiştir. İnsanların kadın ve erkek olmanın ötesinde iman konusunda eşit olduğunu, insanlar arasında illa bir üstünlük aranacaksa takvalarında üstün olabileceğini gösterdi. Bunu böyle kurduktan sonra altta cinsiyet farklılıkları kendiliğinden yok oluyor. İnsanların takva sahibi olması içinse kendilerini eğitmesi, bir tekâmül sürecinden geçmesi dolayısıyla emek ve fedakârlıkla ilerlemesi gerekiyor. Ali Şeriati “İnsanlar insan olarak doğmaz daha sonra kendi emeğiyle insan olurlar” der. Ahseni takvime çıkmak yaratılış nurunun içini doldurmak hak edişle olur.

Siz Batı kadınının yaşadığı acılarla bizim kadınlarımızın tecrübelerini bir tutmamak lâzım diyorsunuz?

Batı kadınıyla bizim aramızda tarih içinden bakılınca inanılmaz mesafeler var. Oryantalistlerin, Osmanlı’yı ziyaret etmiş insanların yazdıklarına baktığınızda hep güçlü kadınlardan bahsedildiğini görüyorsunuz. Kadınlar saraylarda yaşıyor, ancak toplumun bireylerinin yetiştirilmesinde son derece söz sahibiler. Kaldı ki Padişahları yetiştiren anneleri, yani kadınlar. Saray kadınlarının çoğu yabancı dil biliyor, güzel san’atlarla uğraşıyor. Aklıma gelmişken eklemek isterim Newyork’ta bir toplantıda sunum yapan Sıdıka Arabi 18. yy’da Kayseri’nin tapu sicil evraklarını incelediğinde mülklerin yüzde 30’unun kadınlara ait olduğunu çalışmasında tesbit etmiş ve bu değerli çalışmasını toplantıya katılanlarla paylaşmıştı.

Aynı dönem Avrupa’da durum nasıl?

Avrupa’da kadınların o dönem mülk edinme hakları olmadıkları gibi etkinlikleri son derece sınırlı. Güçlü kadınlar var elbette, ama bu güç daha çok entrikalarla elde edilen bir güç. Aydınlanmanın ilk çağları dahil olmak üzere Ortaçağ Avrupası’nda kadınlar bir erkeği sevme hakkına bile sahip değiller. Bu hakka ancak erkekler sahip. Bu açıdan baktığımızda bile İslâmın getirdiği tam bir Rönesans. Bazı Müslüman erkekler kavvamlık kavramından ast üst hiyerarşileri üretebilirler ancak erkek ve kadın olmak, ete kemiğe bürününce kadın ve erkek olarak görünmekten ibaret. Üstünlük diye bir statü yok. Farklılıkları bir cinsin haklarını çiğneyip varoluşunu kısıtlayacak boyutlarda bir ceza ve müeyyideye dönüştürmek cahiliyenin yeniden üretilmesi sadece. Birbirinin dost ve velisi olmak can yoldaşlığı yapmak bu karanlık dünyada ışığa doğru birlikte yol almak yerine neden aşağı ve yukarı kategorilerine ihtiyaç duyuluyor anlamak zor.

Bir kadın olarak Hz. Hatice’nin Peygamberimize (asm) evlenme teklif etmesi de bunun delili her halde?

Yaratıcının bütün insanlığa sonsuza kadar hitap edecek olan Peygamberimize (asm) dönemin en güçlü kadınını nasip etmesinin bir hikmeti olmalı. Peygamberimize ilk desteği veren Hz. Hatice’nin bir erkek sahabiden aşağı olduğunu kim iddia edebilir? Bugün hangi kadın bir erkeğe evlenme teklif edebilir? Hz. Hatice’nin yanında İslâm tarihi güçlü kadınların hayatlarıyla doludur. Bu kadar güçlü kadınlardan sonra kadının aklî eksikliğinden (bir de naif diyerek merhameti ileri sürüp) dem vurarak onu sadece ev işleriyle sınırlama teşebbüsü ne kadar insaflı bir durum? Hem de Hz. Aişe gibi bir muhaddis, Fatıma gibi fıkıh âlimi gözümüzün önünde dururken. Bugünden örnek verirsek de meselâ Irak’ı ayakta tutan kadınlar…

Nasıl ayakta tutuyorlar?

Bu inanılmaz bir şey. Toplumun bütün hücrelerine kadar örgütlenmiş vaziyetteler. Doktorlar ve hemşireler hastanelerden kaçtıklarında oradaki hastaları besleyen, yetimlere sahip çıkan, dışarı çıkma yasağı varken alnından vurulmayı göze alıp mücadele için sokağa çıkan, network ağıyla ülkeyi kuşatan Iraklı kadınlar. Şimdi Iraklı kadınlar nasıl çıkmasın evinden. Topluma sahip çıkmasın mı? İngilizce, Fransızca konuşarak yazarak dünyaya sesini duyurmasın mı? Eğitim yasaklandığı halde evlerde çocukları toplayıp eğitim vermesin mi? İslâm dünyasının erkeklerinin çoğunluğunun zaviyesi kendi küçük yaşam alanı ve çevresinde bildiği kadın profilleriyle sınırlı ne yazık ki. Bu yüzden gördüklerini tanıyamıyorlar. Kadınlara yönelik şiddete aşağılamaya yeterince cevap üretilemiyor bu yüzden. Sadece çok nadide âlimler müstesna.

Bazı insanların kadın konusunda dar zaviyeli olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Meselâ benim kız kardeşim Amerika’da oturuyor. Orada yemek yapmak diye bir şey yok. Herşey hazır. Üstelik evleri tozlanmıyor. Biz hâlâ bu kadınlara ‘Sabahtan kalk evini sabahtan akşama kadar temizle’ mi diyeceğiz? Bu ne ilkellik. Bizim ilkelerimizin bütün insanlığı kuşatması gerekmiyor mu? Bizim aydınlarımızın çoğu hâlâ dar dünyalarından fikir üretiyorlar. “Benim karım okumuş değil eviyle ilgileniyor, çocuklara bakıyor bana hizmet ediyor” bu yüzden bütün dindar kadınlar için bu profil yeterli diye düşünüyor. İslâmı seçen ve farklı yaşayış tarzlarında başka kadınlar varmış, kendini inşa süreçleri tecrübeleri farklı olabilirmiş diye bir düşünce yok. Brezilya’nın üst düzey bir bürokratı Müslüman olduğunda bizim bir yazarımızın eşi nasıl yaşıyorsa sabah kalkıp bu pratiği tekrarlamalı meselâ. Erkeklerin bazılarında hâlâ ‘kadınlar kontrolden çıkar’ anlayışı hakim. Kadınlar İslâmı benimsemiş ve özümsemişse onun meşrûiyet alanı içinde hareket etme gayreti içinde olacaktır, sürekli kuşku içinde tekdir edilmesi çok yersiz ve kıymetsiz. Mutahhari, ‘bir insana verilmiş yetenekleri bastırmak ve yok saymak büyük zulümdür’ der. Yüz yıllardır yapıldı bu kadınlara.

Ülkemizde hâlâ erkeklerin ev işlerinde kadına yardım etmesi ayıplanır bir durumda değil mi?

Peygamberimiz kızı Fatıma’ya öğüt verirken “Sen ona cariye ol, o da sana köle olsun” der. Sistem bu aslında. Bizim hiçbir alanımızda boşluk yok, her alanda nasıl davranılması gerektiği gayet açık. Kendine hizmet ettirmenin, bir bardak çayını almayı zül addetmenin, Peygamberi takip etmekle ne alâkası var? Kadınlar doğallıkla şefkatle hizmet ederler, o başka. Bunu aslî vazife diye koymak başka bir durum. Kendimize hizmet ettirmek aslına bakarsanız insanî tekâmülümüzü de zedeleyen bir şey. Evin kaba işlerini kadın yaparken ayrıntılarda erkeğin destek vermesi normal değil mi? Sofra toplanırken erkeğin bir iki tabak götürmesi insanî olamaz mı? Ailenin bütün fertleri otururken evin içinde koşturan bir kadın modeli İslâmî aile anlayışında neye tekabül ediyor? Kadınların yapmak isteyip de içinde kalmış bir sürü iş var bu dünyada. Dokununca hemen açığa çıkıyor. Ama dokunacak, hissedecek insanlar lâzım. Bu duyarsızlıklar ve duvar örmeler kesinlikle İslâmî değil.

Seküler kesim de, Müslümanların yanlışları yüzünden faturayı İslâma kesiyor öyle değil mi?

Bu olgulara zemin teşkil ettiğini düşündüğü dinle hesaplaşıyorlar. İslâmın kadına statü kaybettirdiği, aşağıladığı gibi düşünceler mevcut. Bizim zihnimizde ise her şey net. Peygamberimiz (asm) yaşayan bir Kur’ân ise ve hayatında hiçbir kadına bir fiske vurmamış, hatta kötü bir söz etmemişse nereden çıkıyor meselâ bu darp? İslamî bazı radyolarda iz bırakmadan darp etmenin yöntemleri konuşuluyor. Bu akıl almaz bir durum. Şu an İslâmî ülkelere bakıp insanların önyargıya kapılmasını çok doğal karşılıyorum.

İslâm dünyasında kadının çok çocuk doğurarak verimliliğini azalttığı da iddia ediliyor. Bu eleştirilere katılıyor musunuz?

Ben beş çocuk doğuran kadınlara gıpta ile bakıyorum. Hakikaten onların yerinde olmak isterdim. Bu kendinizi beşe katlamanız demektir, hakkını verebilirseniz. Beş güzel insanı yetiştirirken yeni baştan insan olmak, kendini var etmek, kendini inşa etmektir bu. Kadame kademe taş taş üstüne koyarak bunu gerçekleştiriyorsunuz. Bu olağanüstü bir tecrübe. Belki de bunu yapamadığım için yazıyorum. Gerçi beş çocuğum olsaydı da içimden gelen yazma dürtüsünün akışına bırakırdım kendimi. Demek ki benim için yazmak, üretmenin sonsuz eksikliğini gidermek, belirsiz ve acı veren şeyleri belirgin hale getirmeye çalışmak. Bundan hiçbir koşulda kaçınmazdım gibi geliyor.

Bu tartışmalar içinde sizce başörtülü kadınların acıları yeterince konuşuluyor mu? Yoksa sadece siyasî olarak mı ele alınıyor?

Aslına bakarsanız televizyonda bazı görünürlülükler olmasına rağmen başörtülü kadınlar konuşmuyorlar. Onlar adına çıkan insanlara baktığımızda mesele ister istemez siyasal boyutta ele alınıyor. Bütün baskılara rağmen bir genç kız niye örtünür? Örtündüğünde kendini nasıl hisseder? Bütün bu baskılara katlanmak ne adına yapılmaktadır? Bu konularda derin araştırmalar yapılmamıştır. Bizim şimdimizi geleneklerimize sımsıkı yaslanarak kendi modernimizi dinimiz üzerinden kurmamızı dünyayı sonuna kadar algılayarak yol açmamızı, insanlar çok yadırgıyorlar. Oysa şu an 13. yy’daki Müslüman kadının çok gerisindeyiz. Tarih içinde İslâmın sağladığı konumu geri almak isteyen yaklaşım hemen Emevi döneminde başladı ve bu damar günümüzde de oldukça etkili. Kadını şekillendirmek isteyen, zap ü rapt kaygısı çeken vesayetçi köleci zihniyet.

Televizyondaki başörtüsü tartışmalarını izleyince ne hissediyorsunuz?

Açıkçası bazen izleyemiyorum. Hâlâ bazı insanlar izin verme, hoşgörme, hak tanıma makamında bazıları ise onlardan hak talep etme, haklarının neden verilmesi gerektiğini izah etme, kendilerinden zarar gelmeyeceğini izah etme makamında. Bu dilin tamamen ortadan kalkması gerekir. Bu zaman alacak. Yüz yılın biriktirdiği tortuları atmak kolay değil. Yeni bir zihinsel yapılanma yasaklar kalksa da hemen gerçekleşmez.
Sürekli savunma psikolojisinde olmak “Başörtümü bir kolye gibi gör” argümanlarının geliştirilmesi yıpratıcı değil mi?
Nerede olursa olsun müdafaa makamı bir süre sonra kişilikleri erozyona uğratır. Kendi değerleriniz, duruşunuz aşınmaya başlar. Bu tür aşınmaların son bulması gerekir. Nitekim son buluyor da. Yasaklarla baş ederek kendini geliştirmeyi daha geniş ufuklara açılmayı çok kıymetli bir tecrübe olarak görüyorum. Artık ürettiklerimizi konuşuyoruz. Şairleri, san’atçıları, doktorları ve daha nice gelişmeleri. Ev hanımları da son derece bilinçli ve evdeki emeğinin takdir edilmesini bekliyor, bu da önemli bir çalışma çünkü. Benim çevremde insanlar bir taraftan yasaklarla ezilirken öbür taraftan da bu yasaklar umurlarında değil…

İSLÂMIN GÜZELLİKLERİNİ YAŞAYARAK GÖSTERELİM

“İslâm adına Endenozya’da, Bangladeş’te kadına yapılanlar pratikte kötü, ama İslâm harika bir şey” deniyor. Bu harikalık hangi ülkede yaşanıyor, nerede tecelli ediyor? Bunu da göstermemiz lâzım. Yabancı biri İslâmî bir ailenin içine girdiğinde kadın-erkek arasındaki, çocuk-ebeveyn arasındaki sevgili ve saygılı, birbirlerinin haklarına riayet eden ilişki tarzını görünce hayran oluyorlar. İslâmın sağladığı adalet, merhamet ve kadın erkek arasındaki doğan hoşluk nedeniyle bazı kadınlar Müslüman Erkeklerle evlenmeye çalışıyorlar. Müslüman erkek doğru bir erkek, onunla bir ömür geçer düşüncesi var bazı yerlerde. Bunları dünyaya da göstermemiz gerek.

IRK ÜZERİNDEN FİKİR ÜRETMEK İSLÂMLA ÇELİŞİR

Türkİye’nİn yakından tanıdığı çok önemli bir kadın yazarla sohbet ederken “Çocukken Allah’a çok merak duyuyordum. Babama ‘Tanrı var mı?’ diye birkaç kez sordum. Kendisi de bana ‘Kafana takma böyle bir şey yok’ dedi. Ben de bir daha sormadım” dedi. Halbuki sormalıydı, sorgulamalarına devam etmeliydi. Çünkü bana da çok şeyden bahsedildi. Ben ırkçı bir ailede büyüdüm. “Her şeyin Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından yapılması gerektiği, Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı” fikirleriyle yetiştirildim. Sorduğum sorular neticesinde ailemle, akrabalarımla, ülküdaşlarımla arama derin uçurumlar girdi. Yalnızlaşacak kadar radikal kopuşlar yaşadım. Irk üzerinden fikir yürütmenin İslâmla nasıl çeliştiğini, bunun insanlığımı nasıl örseleyeceğini son tahlilde beni yok edeceğini gördüm. Şu anda da içimde bazı konularda önyargılar var, ama hep teyakkuzdayım, bunları nasıl tedavi edebilirim düşüncesindeyim.

EVİN KUDSİYETİNİ KADINLAR İÇİN CEZALANDIRICI BİR ALANA  ÇEVİRMEMEK  GEREK

Süreklİ olarak evin dışındaki alan tekinsiz ve kontrol edilemez alan olarak görülüyor. Kadın sürekli olarak eve koşarak gelmeli deniyor. Bu erkek için de böyle olmalı. Sığınacağımız, kendimizi huzurlu hissettiğimiz, saygı ve sevgi içerisinde yaşanan bir alansa ev, erkek içinde bu geçerli olmalı. Tekinsizlik bir cinsiyet için geçerli olmamalı herkes yapacağını yapıp koşa koşa eve dönmeli. Buradan da bir hiyerarşi çıkarmak doğru değil. Bunun yanında anneliği dolayısıyla kadının daha çok eve ait olduğunu da teslim etmek isterim. Ben on gün evden çıkmasam çok mutlu olurum. Hayatta tek istediğim daha çok evde kalmak, düşünmek, yazmak çünkü evde olmak sadece ev işlerine boğulmak değil. Bir çok kadın için de böyle olabilir. Evi kadın için cezalandırıcı bir alana dönüştürmek çok saçma. Bizim erkeklerimiz kadın ne kadar harika işler yaparsa yapsın onu kendine ait bir mülk olarak görmek, onu bastırmak, dışa açılımını bastırıp kendi için kullanışlı hale getirmek istiyorlar. Evin kudsiyetini cezalandırıcı hale dönüştürmek hiç akıllıca değil uzun vadede.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*