Mahkeme bahçesinde risale okumak…

Image
Bu başlığı koyarken dahi bîhuş olduk.Yâni; bu davânın, bu cemaatin kırkiki sene evvelki vaziyetini bilerek, bu günlere kadar da yaşayarak geldiğimizden, dudaklarımızda acı da olsa, bir tebessüm belirdi.

O yıllarda; Üstaddan ve risale-i nurlardan, âlenen bahsedilmesinin dahi keyfî olarak yasak olduğu yıllarda, belki bunları düşünmek bile zordu. Halâ o yıllardan kalan ve kendi ellerimle (bir çoğumuzun o zaman öyle yaptığı gibi) aylık duvar takvimlerinin beyaz kısmını dışa getirip, kamufle ederek, üstüne de ya “islam dini” veya risalenin kısaca adını “ihlâs” gibi, yazarak okuduğumuz risaleler aklıma geldi. “Nereden nereye?” deyip, bize bu günleri gösteren Rab’bimze, nihayetsiz hamd-u senalar ettik.

Evet geçtiğimiz aylarda, hapiste olan bir tanıdığımı ziyaret etmek için, (enteresandır, ona meyve risalesi götürmüştüm, ama kendisine vermediler ve hapishanenin girişinde aldılar “biz veririz” diye. Sonradan tahliye olduğunda ziyaretine gitmiştim sordum, “evet verdiler okuduk ve çıkarken oraya bıraktım diğer mahkûmlar okusun diye. Risaleleri veriyorlar bir şey demiyorlar. Ama bir hoca efendinin kitaplarını sokmuyorlar” demişti.)  mahkemede bulunan savcıdan dilekçe ile izin almak îcab ediyormuş. Biz de gittik, dilekçeyi takdim ettik. Savcı efendi, sanki küçük dağları kendisi yaratmış (haşa) bir eda ile ve karşısındaki herkesi potansiyel suçlu sayan bir tavırla, bizleri güzel bir sorgulayıp, bir de hoş olmayan tavırla dilekçemizi kerhen de olsa imzalamasından sonra, (halbuki bu gibi hallerde, normal bir insanı incitmeden, vazifesini yapması lâzım savcıların.) mahkemenin bahçesine geçip, orada sözleştiğim bir arkadaşımı beklemeye başladım. Baktım, sözleştiğimiz vakte biraz var, cebimden bir risale çıkartıp okumaya başladım. Ama değişik bir his haliyle. Hani Anadolu insanının, tarifte güzel yâd etmediği mahkeme duvarına bir baktım, şöyle yukarıdan, aşağıya bir süzdüm.

Kendi kendime, “Ey mahkeme! Senin  bu duvarlarının içinde, yıllardır risale-i nur okumak suçundan (!) muhakeme edilen üstadım ve diğer nur talebesi ağabeylerimin rağmına, bak ben o risaleyi senin bahçende okuyorum.” dedim. Haksız yere mahkemeden mahkemeye sürgün edilen; başta üstadımızı ve diğer ağabeylerimizi rahmetle hatırlayarak. Memleketin şu anda içinde bulunduğu nâhoş hadiselerin en büyük sebebinin, yıllarca o nur cemaatine yapılan bu haksız tatbikatlar neticesi olduğunu düşünerek, “eğer sizler;  bu memleketin,  milletin, gençliğin saadet ve selametini isteseydiniz, bu eserleri ve okuyanlarını rahat bıraksaydınız, ne memleketimiz, ne de milletimiz bu hale gelmezdi. İnsanlığa saadet ve huzur getiren Kur’an ve onun bu asırdaki muazzam tefsiri risale-i nurların prensibiyle hareket edilseydi, bu memlekette ne bir haksızlık, ne bir zulüm ve baskı ve ne de, insanlığa yakışmayan haller tezâhür ederdi. ”Ama, adamların  80-90 senedir dertleri o değil ki. Onların tek gayesi nefsî ve hissî  her türlü süfliyatlarının önünde bir mania olarak gördükleri, din ve dini faaliyetlere rahat nefes aldırmamaktı.

Öyle yaptılar da ne oldu? Yıllardır baskı ve zulümle sindirmeye çalıştıkları  Bediüzzaman Said Nursî, onun talebeleri ve risale-i nurlar, bugün dünyanın her tarafında temevvüçsâz olarak dalgalanmakta, ama o zalim deccallerin, süfyanların esamesi bile okunmamaktadır. Kabirlerinde azab ve ileride gelecek olan cehennemde çekecekleri azab-ı ilâhi ile başbaşa kalmışlardır, kalacaklardır.

“Ey üstadımız! ey risale-i nurun sarsılmaz hâdimleri ağabeylerimiz! Bizler, sizin o  bahsettiğiniz isimlerden birini taşıyan biri olarak, sizin göremediğiniz cennetâsa baharın ilk çiçeklerini koklamaya başladık. Eğer ömrümüz olur ve yaşarsak, meyveleri de görüp, tadıp yemek nasib olacak bizlere inşaallah! Sizler de bizleri, kabrinizden gülerek seyredip ‘Henîen lekum’ sadanızı, telsiz telgraflarla  işitiyor ve kabrinizden bizi tebessümle seyrettiğinizi görür gibi oluyoruz. Rabbimiz sizlere binlerce rahmet eylesin inşaallah! “

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*