Mânevî istilâya karşı matbûat ve Yeni Asya…

Medya denilince çoğu kez günübirlik politikalar tedâî eder. Oysa “matbuat” denilen basının mânevî-ahlâkî değerlerin tahribinde veya korunmasında büyük bir işlevi var.
Maddî işgal ve istilâlara karşı toplumu aydınlatmada olduğu gibi mânevî- ahlâkî işgal ve istilâlara karşı da milleti ikaz edip tenvir etmenin en başta gelen araçlarındandır basın…

Bunun içindir ki İngilizlerin İstanbul’u işgalinde, özellikle Osmanlı devletinin imzalamak durumunda kaldığı Mondros Mütârekesi sonucunda işgal politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çabalayan işgalciler, maddî işgalle yetinmezler. O günkü matbûat üzerinden psikolojik savaş taktikleriyle kamuoyunu lehine çevirmeye çalışırlar.

Dönemin bir kısım siyasetçilerini, muharrirleri, hatta ulemayı “işbirlikçi” yapar; “İngiliz yanlıları” oluşur; “İngiliz Muhipler Cemiyeti” kurulur…
İngiliz propagandası sonucu matbûatın etkisiyle işgalcilere taraftarlık o raddeye varır ki, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Edirne Camiinde, bir İslâm hocasının lisânıyle, Venizelos gibi şeytan zâlime duâ ettirilir.” Yine “merkez-i hilâfette (İstanbul’da), Müslümanlar lisânıyle hizbüşşeytan (şeytanın grubundan) olan (İngiliz), Yunan askerlerini halâskâr (kurtarıcı), tathirci (temizleyici) ilân ve karşısındaki gürûh-u mücâhidine (mücâhidler kafilesine) ‘câni, zâlim’ söylettirilir…”  (Sünûhat, İşârât, Tulûat, 64-65)
Aslında işgalciler, maddî işgalde olduğu gibi kalbler ve kafalar üzerindeki mânevî işgal ve istilâda da matbûatı kullanırlar. Buna karşı Bediüzzaman, her vesileyle işgali altındaki halka moral ve mesaj ulaştırılmaya çalışır. Psikolojik savaşa yine psikolojik mukavemetle karşılık verir. İşgâlin mânevî saldırısına karşı Volkan’dan Tanin’e, “Serbestî”den “Sebilürreşad”a, “Mizan”dan “İkdam”a, “Şark ve Kürdistan”dan “Ehl-i Sünnet”e, devrin gazetelerinde ve mecmularında içtimaî gelişmelere dair makaleler yazar. Bilâhare,“Büyük Doğu”da, “Büyük Cihad”da Risâle-i Nur’un haklı dâvâsını anlatır; Nur Talebelerinin müdafaalarını, beraat kararlarını neşrettirir. Hizmet haberlerinin çıktığı gazeteleri aldırır, okutur…

MÂNEVÎ VE AHLÂKÎ İŞGALE KARŞI…

Mütârekenin acı günlerinde Avrupa ve Amerika’dan gemiler dolusu fıçılarla getirilen alkollü içkiler İstanbul’un beynini yıkıyor, ciğerini yakıyor; gençliği ve toplumu sarhoş ve tepkisiz hale getiriyordu. Toplumda içki, kumar ve fuhşiyat kasten yaydırılıyordu.
Devrin birçok âlimi ve müderrisiyle birlikte Bediüzzaman da İstanbul’da Ayasofya ve Sultan Ahmed gibi selâtin camilerinde, İstanbul kıraathanelerinde, halkın toplandığı mekânlarda konuşmalar yapar, ikaz eder. Bu amaçla 5 Mart 1920’de Babıâli’de’ki Matbûat Cemiyeti’nin (Gazeteciler Cemiyeti’nin) binasında kurulan Hilâl-i Ahdar (Yeşilay) Cemiyeti’nin ilk kurucuları arasında yer alır.
İngilizlerin İstanbul’u, diğer ecnebilelerin Anadolu’yu işgâlinin, asıl milletin mânevî ve ahlâkî hayatına vurduğu darbeye dikkat çeken ve vatanperver âlim ve sivil-asker devlet adamlarıyla birlikte İngiliz propagandasının etkisini kırmaya ve halkı uyandırmaya çalışan Bediüzzaman, “Hutûvat-ı Sitte” (Şeytanın altı aldatması) adlı eserini Türkçe ve Arapça olarak telif edip gizlice matbaalarda çoğaltarak İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırır. Müslümanları tahakküm ve tasarrufları altına almak isteyen işgâl kuvvetlerinin Osmanlı ahalisini emellerine hizmet ettirme desîselerini ve tuzaklarını deşifre eder. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanır ve işgal lehindeki propaganda etkisini kaybeder…
İşgâlcilerin maddî işgâl ve zulümle birlikte ahlâkî istilâ vartasına düşürdüğünü; ecnebilerin Müslüman gençler ve ahâli arasında işgâlle birlikte içki, fuhuş, kumar gibi “secâya-yı seyyieyi (kötü ahlâkı)” inkişâf ettirip iman zaafı içindeki topluma ahlâksızlığı enjekte ettiklerini nazara verir. Bozguncu İngiliz siyasetinin fenâlık ve kötü ahlâkı siyasetine vasıta ettiğini açığa çıkarır. İşgalle bozulan ahlâkî çöküntünün nesilleri mahvedeceği endişesini dile getirir. İslâm’ın izzetinin kırılmasının ve milletin nâmusunun yaralanmasının kolay kolay izâle edilmeyeceğini kaydeder. (Sünûhat, İşârât, Tulûat, 63-64; Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 224)

“GARPLILAŞMAK” BAHANESİYLE MUKADDESLERİ TAHRİP

Rusya’da bolşevik ve komünist ihtilâli analiz eden General Netcheolodon, Yahudi ifsad komitelerinin özellikle Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında evliliği devre dışı bıraktırıp âileyi dejenere etmek ve nesilleri çökertmek için öncelikle basın, sinema, tiyatroyla müstehcenlikle mânevî tahribat yaptıklarını belirtir.
“Çünkü bu yayınlar ve propagandayla halk efkârında kargaşalık ve ümitsizlikle yetişkinlerde başı boş arzular, gençlerde sinsî hevesler uyandırılacaktır. Müslüman ve Hıristiyan kalblerde, bu dinlerin getirdiği imân yerine şüphecilik filizlendirilecek; neticede, şehevanî duygularla bir maddeci şüphecilik, dinlerin verdiği kültürün yerini alacaktır” diye yazar. (Rus İhtilâli ve Yahudiler, 164)
Plân, önce inancı yaralamakla ufûnetli bataklıkta sefâhet mikroplu illetleri türetmek. Bozguncu yayınlarla “eğlence” maskesi altında her türlü gayr-ı meşrûluğu özendirmek. Milleti, maddî ve mânevî istilâya karşı direnemeyecek, deprenmeyecek duruma sokmak…
Zira ifsad komiteleri, sinema, televizyon, internet, gazete-mecmua ve benzerî her türlü yayın yoluyla, “hürriyet-i nisvan (kadın özgürlükleri)” paravanında kadınları yuvalarında uçurarak âileyi ifsadla toplumu mânen zehirleyip çökertmeyi projelerinin başına koymuşlar.
Çünkü sefahât ve ahlâksızlık çukuruna düşen gençler, artık düşünemiyor; mânevî değerleri selb oluyor, insaniyet ciheti dumura uğruyor ve mukaddeslere karşı lâkayd kalıyor…
Bu açıdan Bediüzzaman, “gaddarâne Sevr Muahedesi”ni, “Avrupa zâlim hükûmetlerinin, zulümleriyle, âlemi İslâma ve merkez-i hilâfete ettikleri ihâneti, ecnebilerin Kur’ân’ın zararına gàyet ağır şerâitle kâfirâne fikirlerini icrâsı ve devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir su-i kasd plânı” diye takbih eder. Sevr’in hedefini, “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler” (İbrahim Sûresi, 3) meâlindeki âyetin tefsiriyle, “hayât-ı dünyeviyeyi hayât-ı uhreviyeye, ehl-i İslâma da bilerek, severek tercih ettirmesi ve ehl-i İslâm içine de öyle bir rejimin sokulmasıyla İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, Muâhede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdei (başlangıcı)” olarak tefsir eder. (Kastamonu, 17, Şuâlar, 243, 619)
Saltanatın kaldırılmasının akabinde Hilâfetin lağv edilip dinden tecrit eğitimin yanı sıra, “tekye ve zâviyelerin ve medreselerin kapatılması, lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, Lâtin harflerinin Kur’ân harfleri yerinde cebren kabulü, Türkçe ezân ve kamet okunması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması gibi inkılâp hareketleri”yle süren devrimler, mânevî ve ahlâkî tahripte istimal edilir. (Şuâlar, 373)
Kırılma, Sevr’in ehlileştirilmiş, sınırlandırılmış” veriyonu “müthiş plân Lozan Muahedesi”nde dayatılır. Bediüzzaman bunu, “Emperyalizma şeflerinin Türkün maddesini serbest bırakıp, buna mukabil rûhunu tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek sûretiyle, masonluk hesâbına Kur’ân ahkâmını ortadan kaldırmak” olarak açıklar. (Emirdağ Lâhikası, 278-279)
Hedef, “Garblılaşmak bahanesi”yle milletin mukaddeslerini silmek, hâricî cereyanlara kapılan, inanç zaafına uğramış, içi boş, mânen çürümüş bir nesil meydana getirmektir…

“GÂYET MÜTHİŞ BİR ZINDIKA, BOZUYOR, ZEHİRLİYOR…”

Bundandır ki Bediüzzaman, daha sonra Tabiat Risâlesi’nin başına aldığı, “Bin üç yüz otuz sekizde (1922’de) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunu Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde gâyet müthiş bir zındıka fikri, için girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah’ dedim, ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” endişesiyle, Allah’ın varlığını ve birliğini ispat eden Tabiat Risâlesi’ni te’lif eder. Risâle-i Nur’un en öncelikli programını iman ve Kur’ân hizmeti olarak formüle eder. (Lem’alar, 239)
Keza Birinci Mecliste dine karşı gördüğü lâkaytlık ve Garplılaşmak (Batılılaşmak) bahanesi altında tarihî iftihar vesileleri olan İslâmî esaslardan soğukluk gördüğü için, meb’usların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair on maddelik bir beyannâmeyi tabederek mebuslara, komutanlara dağıtır. “Ankara reisleri”ni “lâdini esaslar”la din dışı rejim dayatmalarına karşı ihtar eder. (Tarihçe-i Hayat, 218-219)
Evvelâ mebusları ve devlet ricâlini İslamî an’âneleri yerine getirmeye çağırır. “Lâübâliyane, Avrupa medeniyet i habise (pis medeniyeti) kısmından süzülen bid’akâr (din dışı) bir cereyanın milletin sinesinde yer tutamayacağını” bildirir. Özellikle ahlâkta ecnebi taklitçiliğinden sakındırır. “Demek âlem i İslâm içinde mühim ve inkılâbvârî bir iş görmek, İslâmiyet’in esaslarına uymakla olabilir. Başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de, çabuk ölüp sönmüş” diye haber verir. (a.g.e., 125-127)

Meclis’in çıkaracağı kanunların mutlaka milletin inanç ve an’anesi istikametinde olmasını, aksi halde vatanın bütünlüğünün, milletin birliğinin muhâfaza edilemeyeceğini belirtirler. İçki ve bilumum müskirat yasağının gevşetilmesinden, tesettürün kaldırılmasına kadar zâfiyetlerin milleti ahlâken perişan edip yıkacağını ve ecnebinin mânevî istilâsına mâruz bırakacağını yazar, anlatır…

DERİN YARALARI TEDAVİ…

Bediüzzaman, “İslâm memleketi olan bu vatandan komünist baykuşların seslerini işitiyorum” der. Komünizm, Bolşevizm, belki siyasî anlamda yıkıldı; lâkin “dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor, mânevî temelleri sarsılan Garb medeniyeti içine doğan bir hastalık, bir vebâ, gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”
Her şeyi boş veren ve hayata tek gözle bakan inkârcı maddeci felsefeden türeyen dinsizlik akımı, çeşitli kılıklarda daha sinsî bir biçimde cemiyetin beynine, ruhuna sinip çarpıyor…
Doğrusu, bugün Türkiye’nin problemleri, yalnız “Güneydoğu sorunu”, “demokratik açılım”ın akameti, yargının çıkmazları, gel-gitli darbe soruşturmaları, ekonominin sıkıntıları ile gündemi saptıran basit politik polemikler ortasındaki siyasî kavga ve kargaşayla kalmıyor. Son yıllarda gittikçe azan bir hızla mânevî ve ahlâkî bunalım, gerçek gündemin başında yer alıyor.

İçki tüketimi, Türkiye’de uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımı, alkol ve kötü madde bağımlılığı vâhim bir biçimde kat kat artıp ürkütücü boyutlara ulaşmış.
Devletin Millî Piyango İdaresinin organize ettiği şans ve talih oyunları çeşitli isimler altında çoğaltılmış. Her türlü kumar ve sanal kumar, internet kumarhaneleri yaygınlaşmış. Televizyonlardaki “kadın ve izdivaç programları”, âile mefhumunu bombalıyor. Batı kültürünü taklid eden eğlence, sefâhet ve müstehcenliği telkin eden diziler, cemiyeti zehirliyor.
Milyonlar efsunlanıyor; fecî felâketlerle sonuçlanan “kazançsız haram para” birçok âileyi iflas ettirip tefecilerin eline düşürüyor. Toplumda dehşet verici ciddî travmalar yaşanıyor. Şimdiye kadar eşine benzerine rastlanmayan garip cinâyetler, gasp ve kapkaç oluyor. Muhâfzakâr çevrelerde bile şimdiye kadar benzerine rastlanmadık bir biçimde boşanmalar baş gösteriyor, toplumun temeli âile parçalanıyor, dağılıyor. Bu yüzden son yedi yılda, otuz yılda biriken suçlu sayısının iki katı hükümlü ve tutuklu, hapishaneleri doldurmuş. Cezaevleri, yüz bini aşan suçluları istiab etmiyor…
Bu sebepledir ki eserlerinde iman ve âhiret inancının zarûretini ve ehemmiyetini beyân eden, ahlâkî dejenereye karşı edebi, İslâm ahlâkını, sünnet-i seniyyeyi tavsiye eden Bediüzzaman, gençliği ve topyekûn toplumu zehirleyen felâkete karşı çağrıda bulunur. “Beşerin idâre, ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyun ve siyâsiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedâvî edebilirler?” diye sorar. (Sözler, 93)
İnsanlığa “muzır ve sefih bir medeniyeti” veren, “sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Deccal gibi tek gözü taşıyan ve kör dehâsıyla ruh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye eden, insanı alây-ı illiyinden (en yüksek mertebeden) esfel-i sâfiline (en alçağa) atan, hayvanatın en bedbaht derecesine indiren, câzibedar oyuncaklar ve uyutucu hevasat illeti”ne karşı, Kur’ânî hidâyeti ve ahlâkî ilâcı önerir. (Lem’alar, 168-169)

“TEFTİŞ HAKKI”NIN KESKİN KILICI”

Osmanlı’nın son devrinden Cumhuriyetin tek parti ve çok partili demokrasi dönemlerine kadar hayatının her safhasında, “matbûat lisaniyle konuşmanın lüzûmu”nu belirtir. Millete ve “baştakilere” gazeteler vasıtasıyla ikaz eder, gerçekleri bildirir.
Gazetecileri, “hitâbet-i umumiye sıfatıyla gazete lisânıyla konferans veren muharrir”; matbuatı, “efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) mürebbisi (terbiyecisi)” olarak tavsif eder. Ortalığı karıştıran, gerçekleri çarpıtan, fikirleri teşviş edip saptırıcı hale getiren, siyasî zemini ve âhengi bozup mânevî-sosyal dengesini altüst ederek uçuruma iten “mücriflik”e dikkat çeker. Neşriyatla fikrî mücâhedeyi hayatı boyunca sürdürür; “efkâr-ı ammeyi (kamuoyunu) perişan eden tezvirâta karşı, “gazetelerde onları reddeden makaleler neşreder.
Bütün millete hitap eden basının “hâtibü’l umumî” olarak demokratik vazifesini doğru yapması ve etkili olması için “delâil-ül mehâsinü ve’l meâyib” dediği, ayıplarla-yanlışların ve güzelliklerle-doğruların millete bildirmesini, başta gelen mühim vazifeleri arasında sayar.
Basını, “intikam fikrinin habis mâdeni” olan şahsiyetçilikten, olan “on para kazanmak” için İslâm ahlâkını esasıyla sarsan ateşi alevlendirip rezâlet ve müstehcenlik tohumlarını verimsiz çorak zihinlere eken büyük tehlikeden, fikirleri müşevveş eden, “şemâtetle” kötülükleri telkin edici karmakarışık ve karıştırıcı, milletin birliğini sarsan safsatalı yanıltıcı yayınlardan sakındırır.
Basını, millet hâkimiyeti ve “teftiş hakkı”nın keskin ve tesirli kılıcı olarak kamuoyunda ortaya atılan çeşitli görüşleri temyiz edip milleti doğru bilgilendirip aydınlatmasının gereğini ifâde eder. Karmakarışık sathî ve ahlâk bozucu yayınlarla düşüncelerin sathileştirmesine, sefâhate ve hevesata karşı, mânevî ve ahlâkî değerleri tervicini ister. (Eski Said Dönemi Eserleri, 187-188)

41 KERE MAŞALLAH…

Dün olduğu gibi bugün de, “beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş İkinci Avrupa”nın “mimsiz medeniyeti”ne, “bu müthiş sârî illete”, “Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleri”ne karşı, “İslâm cemiyetinin ter-û taze iman ve ahlâk esasları”nı çağın idrâkine göre sunan Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’u rehber edinen neşriyata ihtiyaç vardır. Nur Risâlelerindeki mânânın “matbûat lisânı”yla konuşması bir zarûrettir.
İşte Yeni Asya, ilk sayısından son sayısına, Bediüzzaman’ın belirlediği bu fikrî istikameti tâkip eder, vazifesini bihakkın yerine getirir. Millet irâdesini gasbeden, antidemokratik emr-i vakilere karşı çıkar; darbelere, ara dönemlere, yasaklara, dayatmalara cesurca direnir demokrasiyi katleden haksızlıklara, zulme mukabele eder. Hak ve hürriyetleri, inanç ve ibadet hürriyetini, din eğitimi ve öğretimini, halkın hakkını ve hukukunu savunmayı şiâr edinir.
İlk başyazarı merhum Mustafa Polat’ın ilk günkü gazetenin “hüküm” başlıklı ilk başyazısında belirlediği, “hakkı müdafaa etmek esastır; bundan asla vazgeçmeyeceğiz” taahhüdüne sâdık kalır. Tâvizsiz, içtimâî istikamet ve tenvirle birlikte toplumu sarsıntıdan koruyan mânevî ve ahlâkî hizmet ve neşriyatını şevkle sürdürür…
Tertemiz hizmet şerefli mâzisinde hakkın hatırını üstün tutup hiçbir hatıra feda etmeyen mazisi, ümid var olarak istikbâle bakan ferâsetiyle hiçbir haricî ve dahilî tesir ve kandırışa kanmaz. Günübirlik siyasî ve dünyevî menfaatlere kapılmaz. Şaşmaz, şaşırtmaz; sapmaz, saptırtmaz…
Sathî ve ahlâk bozucu yayınlarla düşünceleri sathileştirmesine mukabil “mürebbiyyü´l-efkâr” olup fikirleri terbiye ederek olgunlaştırır. “Bedrâka-i hakikat” olup hakikatin kılavuzu ve yol göstericisi olarak neşriyat hizmetine devam eder…
41 yıldır, mânevî ve fikrî istilâya ve tahribata karşı, inanç ve ahlâkî değerleri tervicle mânevî tamiratta bulunur…

41 kere maşaallah…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*