Marksizmi durdurmak veya millet olarak mağlûp etmek…

Marksizm’i günümüzde durdurmaktan ve mağlûp etmekten bahsediyoruz.

Marksizm ile Risale-i Nur hareketinin tarihçelerini bilenler, bu iki fikrin birçok meydan savaşlarına ya bizzat veya tasavvur olarak şahit olmuşlardır. Materyalizm veya Marksizm daha eskidir. Şahs-ı maneviyeye bürünerek ekolleştiği zamanları, yirminci asrın öncesinden başlar. Kur’ân düşüncesini temsilen Bediüzzaman, Marksizm ve türevleriyle mücadeleye ilk olarak gazete sayfalarında başlar. İngiliz Müstemleke nazırı, mütecaviz siyasetini elbette ki yardımcıları konumundaki dinsiz yardımcı feylesoflarından almıştı. “Kur’ân’ı Osmanlı’nın elinden almak ve o milleti Kur’ân’dan soğutmak…” Ve ilk defa onlarla vicahi olarak ilk İstanbul döneminde görüşecekti. Moiz Kohen, Emmanuel Karasso ve İsrael Helphand’larla açıktan karşıtlıkları Selânik Nutku’ndan sonra başlayacaktı. Bu bilgileri, Marksizm’in Kur’ân karşısındaki ilk mağlûbiyet zamanını ve Bediüzzaman’ca Anadolu önlerindeki durduruluşunu hatırlamak üzere vermeye çalışıyoruz.

Bediüzzaman’ın hem Marksizm’i ve hem de ayrışan Avrupa’yı bu tarihlerden itibaren takip ettiğine inanıyoruz. 1916’da Kafkas Cephesi’nde Ruslara esir düştüğünde Rus kumandana Bolşevikler hakkında söyledikleri bizi teyid ediyor. Ve daha sonra bir kumandan olarak gittiği Kostroma’da Bolşevik ajanlarının suikastlarıyla karşılaşması, Rus hükümetinin bu kampta Bediüzzaman’a koruma vermesi de aynı istikameti gösteriyor. Bize göre Said Nursî’nin ihtilâlci sosyalistlerin bulunduğu St. Petersburg’a ve Varşova üzerinden Berlin’e gitme maksatlarının da; bu dehşetli cereyanın mahiyetini İsevîlere anlatmak olduğunu kabul edersek, Avrupa Kilisesi’nin ve Alman hükümetinin ihtilâlcilere karşı kıyamının 1918 sonrasına denk gelmesi, hiçbir zaman tesadüfe verilemez. Berlin’den İstanbul’a dönüşünde, Bediüzzaman’ı apar-topar “Darü’l-Hikmetü’l-İslâmiyye’ye” Avrupa dinsizlerinin suallerine cevap vermek üzere getirilişini de, yalnızca Enver Paşa ile Said Nursî’nin dostluklarına bağlarsanız, resim tamamlanmamış olur.

“Darü’l-Hikmeti’i-İslâmiyede, hükûmet-i İttihadiyenin ittifakıyla, hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir sûrette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen..” (TH, s. 228) Gördüğümüz üzere, Marksizm’e karşı “İslâm’ın hikmetini ve hakikatini Avrupalı Feylesoflara“ anlatma vazifesini hükümet ittifakla karar veriyor. Bu kararda Berlinli dostlarının tesiri de araştırıla bilinir.

Günümüze gelmek için geçmişin yollarına hasret ve hüzünle baktık. Risale-i Nur’u bir bütün halinde okuduğumuzda, bazen kendimizi İnsaniyet ve İslâmiyet düşmanı Materyalizm-Marksizm karşısında mücahede ederken hissediyoruz. Onların çekirdekten ağaca olan tahriplerine karşı, siz Kur’ân’dan elde ettiğiniz düşüncelerle o tahripçileri cemiyetin dört bir yanından kovmaya muvaffak oluyorsunuz. Bazen on bin insanın yaşadığı bir kasabaya, “Marksizm ile zehirlenmiş” bir tahsillinin yaktığı dinsizlik-ahlâksızlık ateşi karşısında, bütün kasabalıların çaresiz kaldığı bir zamanda, birden elinde kırmızı kitaplarla bir başka insan çıka geliyor. Çok kısa bir zaman içinde, imanını kaybetmiş o zavallının yaktığı ateşleri Nurlar’ın hakikatleriyle söndürüyor. Anadolu’muz, sessizce yaşamış ve çoğu kez Marksistlerin oyununa gelen hafiyelerden uzakça durmak zorunda bırakılmış kahramanların destanlarıyla doludur.

Marksizm’i durdurmuş ve mağlûp etmiş Risale-i Nur’a rağmen günümüzdeki yangınların ve Cehenneme doğru akan gençliğimizin hali neyin nesi, sorusuna; bu defa “DEMOKRASİ/HÜRRİYET” diyeceğiz. Geçmişe nostalji duygusu ile bakmak güzeldir. Fakat kuşağımızın yaşadıkları nostaljiden ibaret değildi, bizatihi hakikat idiler. Doğunun imkânları kıt, nüfusu –o zamanlar- çok bir kazasına, elinde Risale-i Nur ile giden bir öğretmenin o gençleri nasıl “Asr-ı Saadet” ahlâkıyla yetiştirdiğine şahit olamayanlar, menkıbe anlattığımızı zannedecekler. Bir çırpıda size en az elli-yüz kahramanın isimlerini söyleyebilirim. Öğrencileri tarafından anne-babalarından daha çok sevilen öğretmenler… Öğretmen Çanakkale’den, Edirne’den ve Manisa’dan Ağrı’ya, Mardin’e ve Urfa’ya gitmiş. Henüz dili öğrenememiş Kürt çocuklarının Kürtçe konuşan ebeveynlerince el üstünde tutulmuş. Hâlâ aramızda yaşayan onlarca kahramanın hikâyeleri sinema filmi olacak niteliktedir.

Peki, ne oldu? Neden Doğu’daki bu dindar öğretmenler, memurlar ve hatta din görevlileri Batı’ya sürgün edildiler. Yerlerine Türk ırkçısı Kemalist ve Marksist memurlar gönderildi. Veya 12 Eylül ne idi. Bir Marksist ihtilâli değil miydi? Bu ihtilâlin oluşturduğu olağanüstü şartları devam ettirmek üzere “dindar Özal” bekçi olarak atanmamış mıydı? Ve sonra Marksizm Karl Popper’in verdiği ölçülerle Mont Pelerin desenlerine bürünmüş elbiselerle hayatımızın en mahrem karelerine, dindarlarımızın rehberliğinde girdi.

Evet, bizim kuşağımız 12 Eylül öncesini iyi hatırlar. Millî Eğitim Bakanlığı’nın köklerini ve gençliğinin geleceğini aradığı millî müfredatlarını; bazen bir tanesi bir kasabaya yeterli öğretmenlerini, sağcısıyla solcusuyla demokrasinin nimetlerinden faydalanan sivil-toplum ve cemaat dayanışmalarını yaşayan ihtilâl öncesi nesli olarak diyoruz ki; Türkiye’mizin çocuklarını, millî değerlerini, servetini ve geleceğini kurtarması için evvelâ demokrasiye “EVET” dememiz lâzım.

Sakın ha… Ne Tayyip Bey ve ne de Bahçeli günümüzde demokrasi ile idare edildiğimizi zinhar ağızlarına almasınlar. Değil mi ki; Marksist R. J. Woolsey’in direktifiyle Türk Milletinin egemenliğine ihanet eden bazı paşaların gerçekleştirdikleri ihtilâlin kanunlarıyla bu ülke yönetiliyor. Marksizm’i, Komünizmi ve Kemalizm’i rahatsız edecek hiçbir maddeye bu millet dokunamıyor. Cuntacıların yasalarıyla ülkeyi idare etmeyi yeğleyenler, daha çok onlara yakın dururlar, değil mi?

Bu milleti ve çocuklarını en zararlı ideolojik salgınlardan koruyacak “Kur’ân hakikatlerinin” Anadolu’da tesir göstermesi, elbette hürriyet ve demokrasiye bağlı kalacaktı. Marksizm ile İslâmiyet’in çarpıştıkları alan da istibdat ile hürriyet değil miydi? İki asrı geçkindir, bütün desise, şeytanî yardımcılar, emperyalist devletler ve sınıf çatışmalarını istibdada alet eden Marksizm karşısında Kur’ân adına duran Risale-i Nur, ülkenin bekasını da, bağımsızlığını da, refahını da, çocuklarının geleceğini de demokrasiye bağlıyor. Bu milletin demokrasisine Marksistler dindarları, milliyetçileri, Türk-Kürt ırkçılarını ve serserileri rüşvetlerle alet edip, bizi bu güzel yoldan alıkoyuyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*