Marmaduce Pickthall 1875-1936

Pickthall, Nisan 1875’te Londra’da doğdu. Hıristiyan bir ailenin evladı olarak dünyaya geldi. Babası din adamı olup Anglikan Kilisesi papazlarındandı. Ancak, henüz altı yaşında iken babası ölünce küçük yaşta yetim kaldı. Diğer taraftan çocukluğunun ilk yıllarında bazı hastalıklar da geçirdi. Bu duruma rağmen erken yaşlardan itibaren iyi bir yabancı dil eğitimi gördü. Dil konusundaki başarısına güvenerek Dışişleri Bakanlığının açtığı sınava girdi.

Fakat, başarılı olamadı. Bir aile dostu olan Thomas Dowling’in dâveti üzerine, önce Kahire’ye gidip Arapça’yı öğrendi. Akabinde Filistin’e gitti. Bölgede karşılaştığı insanların kanaatkarlığı, fakir olmalarına rağmen hallerinden memnun olabilmeleri, hırs göstermemeleri ve ölümden korkmamaları, kendisini önemli ölçüde etkiledi.

Pickthall, gördükleri ve o zamana kadar öğrendikleriyle hemen Müslüman olmak istediyse de, özellikle Şam Camisi’nde görev yapmakta olan yaşlı imamın tavsiyesi üzerine hemen Müslüman olmadı. İmam, İslâm hakkında iyi bir araştırma yapmasını ve ondan sonra karar vermesini tavsiye etmekteydi. Bu sebepledir ki, hemen Müslüman olmamış ve uzun bir araştırmanın sonucu ve yirmi yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra Müslüman olmuştur. Bu uzun zaman zarfındaki faaliyeti, İslâmı daha iyi öğrenme ve gönülden bağlanmayı netice vermiştir. Müslüman olduktan hemen sonra Muhammed adını aldı.

İngiltere’ye 1896 yılında geri dönen Pickthall, Muriel adlı hanımla evlendi. Bir ara İsviçre’ye gitti ve burada yazarlığa başladı. 1906 yılında The House of Islam (İslâm’ın Evi) adını taşıyan eserini yazdı. 1907 yılında ikinci kez Ortadoğu seyahatine çıktı. Bir süre Kahire’de kaldıktan sonra 1912 yılında yeniden İngiltere’ye geri döndü. Mora’nın elden çıkması ve Yunanlıların kontrolüne geçmesi sürecinde meydana gelen olaylar kendisini büyük bir üzüntüye ve karamsarlığa itti. Çünkü, Mora’da bulunan üç yüz bin Müslüman, Ortodoks papaz ve yerli Hıristiyanlar tarafından öldürüldü. Olay sadece bundan ibaret değildi. Elden çıkan her Osmanlı toprağı hemen hemen aynı akıbete uğramaktaydı. Bütün bu olaylar olurken İngiltere’deki papazların kutlama yapması ve Türklere lanet yağdırmaları kendisini daha da üzmekteydi.

Savaş mağdurlarının durumunu yerinde görmek üzere 1912 yılında İstanbul’a gelen Pickthall, durumun vahim olduğunu anlamakta gecikmedi. İşgallerin devamıyla kayıpların daha da artacağını gördü. The Black Crusade (Kara Haçlı Seferi) adlı eserini hazırlarken seri halde yazılar yazdı. Müslümanlara yapılanlardan dolayı Hıristiyan dünyasını eleştirdi. Türklere haksızlık yapıldığını vurguladı. İleride Türk ve Arapların kendi devletlerini kuracaklarına pek ihtimal vermediğinden Osmanlı Devleti’nin devamı yönünde yazılar yazdı ve tüm gücüyle bu gaye için çabaladı. Bütün bu saldırılara rağmen, Müslümanların imanlarının güçlendiğini ve Yüce Yaratıcı’ya daha fazla sığındıklarını görmesi, çabalarında önemli teşvik edici unsur oldu. Osmanlıya yönelik düşmanca tavırlar sergileyen devletleri, ayrım gözetmeksizin eleştirdi.

İstanbul ziyaretinden iki yıl sonra kaleme aldığı With The Turks in Wartime (Savaş Zamanı Türklerle Birlikte) adını taşıyan eserinde, Türkiye ziyaretine ayrıntılı bir şekilde yer verdi. Birinci Dünya Savaşı öncesi pazarlıkları ve Osmanlı Devleti’ni parçalama arzularının açık bir şekilde ortaya çıkmasından büyük bir üzüntü duydu. İslâm ile ilgili verdiği bir konferansında Müslüman olduğunu açık bir şekilde ilan etti. Kısa bir süre sonra eşi de Müslüman oldu. Kendisinin bu tavır ve hareketleri, İngiltere’de yaşayan Müslümanlar arasında önemli bir konuma getirdi. Bu arada, İngiltere’de yaşayan Müslümanların sorunlarıyla yakından ilgilendi.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında dikte ettirilen antlaşmalara da karşı çıkan Pickthall, Osmanlı Devleti’nin devamına yönelik çabalarını devam ettirdi. 1920 yılında Chroicle adlı derginin editörü olarak Bombay’a gitti. Bir süre sonra Hindistan’daki bağımsızlık hareketi ve protestoların yanlış haber yapıldığını görmesi üzerine, dergiden ayrıldı. Hindistan’ın ikiye bölünmesi tezine değil, bütünlüğünün devamı gerektiğini savundu. Bir süre Haydarabat’ta okul müdürlüğü yaptı. 1927 yılından itibaren İslamic Culture adlı derginin editörlüğünü yapmaya başladı. Bu editörlüğü on yıl boyunca devam ettirdi. Bu arada bir dizi seminer verdi ve bu seminerleri The Cultural Side of Islam (İslâm’ın Kültürel Yönü) adı altında kitap olarak neşredildi. Üzerinde çalıştığı Kur’ân tercümesini tamamladıktan sonra, tüm İslâm âleminin kabulünü sağlamak gayesiyle Ezher’in onayına sundu. Önce onay verilmemişse de daha sonra Şeyh Meraği ve Reşid Rıza’nın girişimleriyle onay aldı. Eser bir çok dile tercüme edildi.

Hindistan’da bulunduğu süre zarfında önemli faaliyetlerde bulunan Muhammed Pickthall, Fransa’da yaşayan Abdülmecid’in kızı ile Haydarabat yöneticisinin oğlunun evlenmesine de ön ayak oldu. Burada bulunduğu süre zarfında çok sayıda dost edindi. 1935 yılında Haydarabat’tan ayrılarak İngiltere’ye gitti. Döner dönmez bir taraftan Müslümanların problemleriyle ilgilenirken diğer taraftan da İslâm hakkında seminerler verdi. Çalışmalarını sürdürdüğü bir çiftlik evinde 19 Mayıs 1936 tarihinde vefat etti. Daha önceki seminerlerini gözden geçirirken yazdığı son cümlesinin; “Kim hâlis olarak kendisini Allah a teslim edip güzel davranışlarda bulunursa Rabbinin nezdinde onun mükafatı olacaktır. Onlar ne korkacak ve ne de üzüntü duyacaklardır” (Bakara, 2/112) âyet meâliyle bittiği, eşi tarafından müşahede edildi.

İslâmiyet’i tanıdıktan yirmi yıl sonra Müslüman olan Pickthall, bu süre zarfında ince ayrıntılarına kadar bilgi sahibi oldu ve kendi iradesi ile yeni dine girdi. Daha önce Hıristiyanlık hakkında teferruatlı bilgi sahibi olduğu gibi, bu dinin en ince ayrıntısına kadar yaşandığı bir ortamda yetişti. İslâmiyet’i tanıyıp kabul ettikten sonra ise, iyi bir Müslüman oldu. Peygamber Efendimizin (asm) hayatı hakkında da çok iyi bir bilgi sahibi oldu. Pickthall, gurur ve kibrin en yoğun şekilde yaşandığı bir zamanda gelen Peygamber Efendimizin, ömrü boyunca mütevazılığını en mükemmel bir şekilde koruyup yaşadığını öğrendi. Çünkü, payelerin en büyüğü Cenab-ı Hakka kul olmaktı. Bu durum da en güzel şekilde Peygamber Efendimizin şahsında görülmekteydi. Her yönüyle mükemmel olan Peygamber Efendimize hayran kalan Pickthall; ümmetin bütün sıkıntılarını paylaşan, dertleriyle en fazla dertlenen ve çözüm bulan bir Peygamberi tanıma şerefine ulaştı.

İslâmiyet ve Peygamberi hakkında çok detaylı bilgilere sahip olan Pickthall, İslâm’ın insanların kalbine ve aklına hitap eden bir din olduğunu vurguladı. Kur’ân ve Sünnetle emredilenler, bütün insanlar için gerekli ve insan yaradılışına en uygun kanunlardır. Diğer dinlerin büyük ekseriyetinde ruhban sınıfı olduğu halde İslâmiyet’te böyle bir sınıf yoktur. Pickthal, bu hakikatleri, komşularına, “hurafeleri bırakınız, ruhbanlığı kaldırınız, sadece Allah’a kulluk ediniz” diyen Peygamber mektuplarında gördü.

Pickthall’ın İslâm ve Peygamber hakkında sarf ettiği ifadeler Risâle-i Nur’da da zikredilmiştir; “Kur’ân’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esâsâttan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücud bulur. Esâsât-ı Kur’âniyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah’a takarrüb etmek isteyen insanları Cenâb-ı Hakka rabt ettiğini inkâr etmek mümkün değildir. Hàlikın hukùku ile mahlûkun hukùku, ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir sûrette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da Mûsevîler de îtiraf ediyorlar.” (İşaratü’l-İ’caz, s. 266)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*