Marziyyat-ı İlâhiyeyi aramak

Din teklif edildiğinden beri insanlar Cenâb-ı Hakk’ın rızasını aramak ya da şeytana tabi olmak arasında ciddî imtihanlar verdiler. Hz. Bediüzzaman bu mücadelelerin toplamını iman ve küfür muvazeneleri olarak tesmiye eder.

Bazen Habil’in katliyle, bazen Hz. Nuh’un (as) gemisine binmemekle, gâh Hz. Lut (as) kavmi günahları olarak ya da Ad-Semûd helâkiyle…

Bazen buzağı kutsamasıyla ya da Hz. Eyyub’un (as) hastalığından kaçmakla imtihana tabi oldukları gibi…

Bazen Hz. İbrahim’in (as) ateşine su götürmekle, yeri geldi Hz. İsa’ya (as) havari, bazen hicrette Resul-i Ekrem’e (asm) sadık arkadaş olmakla…

Gün geldi Dicle kenarında kaybolan bir koyundan kendini mesul tutmakla…

Bazen fitne çıkmasın diye Kur’ân üzerinde şehit olmak ya da iktidar yerine veliler şâhı olmakla, canları ve hayatları pahasına marziyyat-ı İlâhi’yeyi aramaları gibi…

“Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın” dendi ve yol ikiye ayrıldı.

Aklı başında olan sağ yola, bedbaht olan da sol yola…

İnsanlık tarihi, bu imtihan dünyasını kazanıp kaybetme savaşlarıyla kitapları doldurduğu gibi, son satırlarında ise bütün zamanları katlayarak gelen bir tecrübe meydanında mihenge vuruldular.

HER ZAMANIN BİR HÜKMÜ VARDIR

Her zamanın bir hükmü vardır kaidesince; bir zaman Babil’in Asma Bahçeleri’yle, bir zaman sıcak kumlarda ehadiyet ya da putlar tercihiyle, gün geldi Hz. Hüseyin Kerbelâ’da şehit edilirken Yezid’ler arasında kalmakla, gün geldi Deccallere ya da Mehdi’ye taraf olmak şeklinde tezahür etti ve ediyor teklif…

Bu gün ise; Müslümanların kemiyeten hatırı sayılır bir kalabalığa ermesi şımarıklığı mı itti, keyfiyet eleklerinden geçerek mahkûm etti bizi bu fitne ateşlerine?

Yoksa elimizdeki hazinelerin kıymetini bilmemek vefasızlığına mı düştük ki; Kur’ân elimizden alındığında, Firavunlar ekmeğimizi veriyor, diye sustuk ve uzaklaştık, 1400 sene mesafe Asr-ı Saadetten?

Dönüp sormak lâzım..

Neden bu el açmalar düşman postalının yardımına?

Neden bu zillet halleri, ecdâdın kemiklerini sızlatan… Sultan Süleyman’ın tokadına mı müstehâk olduk “Muhteşem Yüzyıl” rezâletini oturup seyrederken?

Kur’ân hakikatları yanıbaşımızdayken; lâtifeler mi dumura uğradı ki, kan gölünü katık ettik ekmeğimize?

Bütün bu fecaatleri seyredip yeme-içme telâşındayken, hangi lâtifemiz çalışacaktı ki, gözümüzün perdesi aralansın?

Kardeşimize zulmedilirken; “oh oldu o da fincancı katırlarını ürkütmeyecekti” diye zalimden ve zulümden yana mı olacaktık, ekmeğinden, aşından edilirken?.

“Bütün mü’minler ancak kardeştir” (“ancak!”) âlî düstüruna rağmen, bu kardeş kavgası hangi İslâm anlayışını akıllara getiriyor ki, Müslümanı bütün dünyaya hecil etti?

Kur’ânî düsturlar mı, yoksa indî ya da siyasî prensipler mi bizi tarumar etti ki bu zillete düştük?

Hepimiz dönüp nefislerimize bir bakalım. Ben hangi gerekçelerle din kardeşime vuruyorum. Aynı safta namaz kıldığım din kardeşimle beni ya mezhep, ya milliyet, ya da parti veya cemaat anlayışları mı câmi önünde kavgaya tutuşturdu?

HANGİMİZ MASUMUZ, TAŞ ATMAK İÇİN

Sözün burasında Ömer Hayyam’ın bir sözü akla geldi:

“Eğer bütün günahlar içki gibi aşikâr olsaydı yeryüzünde ayık gezen olmazdı.”

Kimimiz namazla, kimimiz oruçla, kimimiz zekâtla imtihan olduk.

Birimiz bir emirde ucba girmeden muvaffak olmuşsak, diğer emirde zorlanmadık mı? Namazı vaktinde ve adâb-ı erkànıyla edâ etmişsek ya diğer emirler… Onda muvaffak olduk mu acaba?

Farzları işledik diyelim, ya diğer mes’eleler?

Lût (as) kavminin helâk olmasında, içinde gece namazı kılanların çoğunluk olduğunu bilmez miyiz, ya da kırk vefiyattan bir kaçı kurtulurken çoğunluğunun ehl-i salât olduğunu duymadık mı?

Bu halimizle:

“Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur” hakikatına masadak olduk.

Öyleyse gelin bu son imtihanlar zincirinden geçerken nasuh bir tövbeye duralım.

Ve diyelim ki: “Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*