Medenî dediğin…

Mehmet Âkif merhum, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyordu ya. Medeniyetin kendisinden geriye ne kaldığı kadar, ol medeniyetten bize ne kaldığı da önemli. Size bu gün tam bir “tek diş” hikâyesi anlatacağım.

Kurtuluş savaşında—ki bu harbin hakikî adı mücahede-i milliyedir— yedi düveli dize getiren milletimiz, Lozan’la birlikte yeni bir yola girdi, malûm.

Bu yeni yolda atılan ilk adımlardan biri “hukuk inkılâbı” adı da giydirilen “kanunlaştırma devrimi”dir.

1925 yılında başlayan ve hepi topu bir yıllık sürede bitirilen tercüme faaliyetinin sonucunda, toplamı üç bin maddeyi bulan üç büyük kanun, 1926 yılında yürürlüğe konuldu.

Bunlardan Medenî Kanun İsviçre medenî kanununun hemen hemen aynen tercüme ve iktibas edilmiş halidir. Bu kanunun yapılış amacı, hukukta ve hayatta dinden uzaklaşmak ve batılılaşmak olarak açıklandı.

Kanunun Esbab-ı Mucibe Layihasının (Genel Gerekçesinin) hemen başlarındaki bazı cümleleri şöyle idi:

“Hali hazırda Türkiye Cumhuriyetinin müdevven bir Kanun-u Medenîsi yoktur. Yalnız, akitlerin küçük bir kısmına temas edebilen Mecelle vardır. …iptidaî bir takım kaidelerden ibaret olduğundan tatbik edilmemektedir. Mecelle’nin kaidesi ve anahatları, dindir. Halbuki, hayat-ı beşer, hergün hattâ her an esaslı tahavvüllere maruzdur. Bunun tahavvüllerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nokta tarafında tesbit etmek ve durdurmak mümkün değildir. Kanunları dine müstenit olan devletler kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin mütalebelerini tatmin edemezler. Çünkü dinler, lâyetegayyer hükümler ifade ederler. Hayat yürür; ihtiyacat sür’atle değişir, din kanunları, mutlaka ilerliyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mânâ ifade edemezler. Değişmemek, dinler için bir zarurettir. Bu itibarla dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, asr-ı hazır medeniyetinin esasatından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim farikalarından birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları camiaları nazil oldukları iptidaî devirlere bağlarlar ve terakkiyata mâni bellibaşlı müessir ve âmiller sırasında bulunurlar. Türk milletinin mukadderatını asr-ı hazır içinde dahi Kurun-u Vusta ahkâm ve kavaidine raptetmekte, dinin lâyetegayyer ahkâmından mülhem olan ve ulûhiyetle daimî temas halinde bulunan kanunlarımızın en kuvvetli müessir olduklarına şüphe edilmemelidir.

“Türk milletinin kararı muasır medeniyeti bilâ kaydü şart tekmil prensipleri ile kabul etmektir.

“Muasır medeniyetin Türk câmiasile kabil-i telif olmıyan noktaları görülüyorsa bu, Türk milletinin kabiliyet ve istidadındaki noksandan değil, onu fuzulî bir surette ihata eden kurun-u vustaî teşkilât ve dinî müdevvenat ve müessesattandır.”

Bu uzun cümlelerin, elli yıl sonra yapılan özeti şöyle: “Batı uygarlığına mümkün olan sür’atle dahil olmanın yollarından biri de hiç şüphesiz Batı âlemine mensup bir medeni kanunun kabulü idi”. (İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İlhan Akın’ın Medeni Kanun 50. Yıl Sempozyumunu açış konuşması, Medeni Kanun 50. Yıl Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayını, İstanbul-1977, s. 15-17).

Bu gidişin kimin tercihi olduğu ve kime onaylatıldığı da aynı konuşmada şöylece açıklanıyor: “Millî bünyemizin strüktür ve ihtiyaçlarının bilincine müstesna bir sezişle sahip olan büyük Atatürk’ün ve onun izinde yürüyen Türkiye Büyük Millet Meclisinin seçimini izah eden sebepler işte bunlardır.”

Buraya kadarını az çok biliyoruz. Pekalâ, şunu biliyor muyuz? Bu kanunun bir sebebi de dinî azınlıklara Lozan’da tanınan haklarını vermektir.

Bu anlaşmaya göre, yeni devlet, Osmanlı Devletinin son dönemindeki gibi, çok hukukluluk prensibini benimseyecekti. Yani Müslüman çoğunluk için ayrı kanun, azınlıklar için onların dinine ve kültürüne uygun ayrı kanun yapacaktı.

“Yasama organının bağımsızlığına ve egemenliğine ne de olsa bir gölge düşüren bu imtiyaz, İstiklâl Savaşının meyvelerini eksiksiz elde etmemize bir engel teşkil ediyordu.” (s. 16)

Yani bu durum hukukta ve hayatta çift başlılığa sebep olacaktı. Çözüm bulundu! Gayet basit: “İşte, Türk Medenî Hukukunu şer’î esaslardan sıyırmanın ve buna tamamen layik bir hüviyet vermenin sağlayacağı büyük faydalar yanında, kayda değer bir menfaat de, azınlıklara … tanınmış olan bu imtiyazın sebeb-i hikmetini ortadan kaldırmasıydı.” (s. 16)

Yani, herkes için geçerli tek kanunumuz olsun. Kanunları tamamıyla Batıdan alalım ve herkese uygulayalım. (Lozan’la tanınan azınlıklara uygun bir hukuk düzeni kuralım ve çoğunluğun hukukunu da o kurallarla belirleyelim yeter).

Bu müthiş buluşla, Batının tek dişi kalmış medeniyetinin medenî kanunu alınıp, tıpkı bir korse gibi, sıka sıka, İslâm toplumuna giydirildi ve çoğunluk azınlığa tabi kılındı (Bağırsak düğümlenmesinin sıkıntılarını halen de çekiyoruz).

“Medeniyet dediğin” böylece bize de gelmiş oldu. Amma, mühim bir eksik var. Medeniyetin kanununu getirenler, azınlıkları içerde tutmadı, tutamadı. Azınlıklar gittiler, “hukukları kaldı yadigâr”.

Bu hikâye sizin aklınıza hangi fıkrayı getirdi bilemem. Ama benim aklımda bir-iki fıkra var, sormayın, anlatamam.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*