Medresetü’z-Zehrâ bir medeniyet projesidir

ÖNCE rahatımızı kaçıracak birkaç önemli soru sormamız gerekiyor: Bediüzzaman Hazretleri, ne zaman yaşamıştı? Bediüzzaman’ın ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığını bihakkın bildiğimizden pek emin değilim; o yüzden, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek böylesi bir soru soruyorum.

Bu sorunun cevabı, biraz da ikinci soracağım soruda gizli: Medresetü’z-Zehrâ “proje”si, bir üniversite projesi midir hakikaten? Görünüşte öyle; ama gerçekte de öyle mi acaba?

Aslında bu iki sorunun cevabı da bizzat Külliyât’ta var; ama bir alt metin olarak dercedilmiş ya da “şifrelenmiş” olarak var.

(…)Birinci sorunun cevabını vuzûha kavuşturabilmenin yolunun, ikinci sorunun cevabına bihakkın açıklık kazandırmaktan geçtiğini söylemiştim. O hâlde, meseleye, ikinci sorudan başlayarak açıklık kazandırmaya çalışalım.

İkinci soruya verilebilecek net bir cevap var. Şu: (…) Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üniversite projesi, bu projenin yalnızca bir parçasını teşkil eder.

Bediüzzaman’ın yapmaya çalıştığı, neredeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir üniversite projesine indirgenebilir mi? Elbette ki, hayır.

Bediüzzaman, bu “proje”siyle aslında daha esaslı, daha kalıcı, daha köklü, daha muhkem bir şey yapmak istiyordu. Tabir câizse, üniversite, bir “bahane”ydi; bir “vesile”ydi asıl yapmak istediği, hayata geçirmek istediği, hayatını ortaya koyduğu, mücadelesini ve mücahedesini verdiği şeyi gerçekleştirebilme sürecinde.

Medresetü’z-Zehrâ’nın, sadece bir üniversite projesi olmadığını, bir üniversite projesinden çok daha fazla, çok daha muazzam ve muazzez bir şey olduğunu nereden çıkarıyorum ve bunu nasıl anlayacağız?

Bir medeniyet projeksiyonu…

Medresetü’z-Zehrâ projesinin bir üniversite projesinden daha fazla bir şey olduğunu bizatihî Bediüzzaman’ın söylediklerinden çıkarıyorum. Bediüzzaman, bu projenin gerekçesini Münâzarât’ta, bu projeyi sorulu cevaplı Sokratik bir yöntemle münazara ederek izah ettiği ilgili bölümde şöyle açıklıyor: “Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm bir şey isteriz” (İlk Dönem Eserleri, s. 507).

Bediüzzaman, istediği şeyi dile getirirken ve gerekçelendirirken kurduğu cümlelerin ilk bakışta maksadını anlatmak için kifâyet etmeyeceğinin ve belki de bugünleri de öngörerek yanlış anlaşılabileceğinin son derece farkında olduğunu gösteren bir sual’le istediği şeyin ne olduğunu vuzuha kavuşturuyor.

Sorduğu sual şu: “Maksadını müphem bırakma, ne istersin?”
Üstadın, deyim yerindeyse, Derrida’vârî dekonstrüksiyon / yapısökümcülük yaparcasına özenle seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, bu soruya verdiği cevap, talep edilen şeyin çekirdeğini “üniversite”nin teşkil ettiğini ama asıl maksadın, asıl hedefin üniversiteyi ziyadesiyle açtığını gösteren bir cevap.

Cevap’ta Bediüzzaman, Bitlis’te ve “Bitlis’in iki refikası” olan Van ve Diyarbakır’da Medrestü’z-Zehrâ adıyla kurulacak “dârülfünûnu mutazammın pek âli bir medrese” olduğunu vurguluyor ve bu “medrese”nin kuruluş gerekçesini -biraz önce alıntıladığım gerekçeleri daha pekiştirecek bir şekilde şöyle açıklıyor: “Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, ictimâî hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.” (s. 507).

Daha sonra bu Medresetü’z-Zehrâ’nın, neden medrese olarak isimlendirilmesi gerektiğini, mektep-medrese-tekke’den oluşacak bu tasarı’nın / tasavvur’un amacının “şu havuza tevhid-i medâris (medreselerin birleştirilmesi) tarikiyle mühim bir çeşmeyi akıtmak” olduğunu belirtiyor (s. 509).
Bediüzzaman’ın gerçekleştirmek istediği şey, herhangi bir üniversite kurulması çabası değildir. Bilakis, Bediüzzaman’ın yapmak istediği şey, İslâm medeniyetinin yaşadığı bu ikinci büyük buhranı anlamlandırabilecek ve aşabilecek kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirleyerek, bu hedefleri adım adım hayata geçirmeyi mümkün kılacak, bir medeniyetin teşekkül süreçlerini oluşturan bir biliş (ilim/mektep/Mekke süreci), oluş (medrese/irfan/Medine süreci) ve varoluş (felsefedeki değil, tasavvuftaki anlamıyla hikmet /tekke-zaviye / medeniyet süreci) yolculuğunun temellerini atmak, böylesi bir yolculuğa bizatihî öncülük etmektir.

Tam da âyette (Fussılet: 41/53) belirtildiği üzere, âfâk’tan enfüs’e doğru gerçekleştirilecek, bütün zamanları seferber edecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olmasını sağlayabilecek bir ümmîleşme yolculuğuna, çağ aşan ve çağ açacak nebevî bir yolculuğa, hakikat yolculuğuna soyunmak…

Bediüzzaman’ın bizatihî kendisi bunu yapıyor ve bu yolculuğun Müslümanlar tarafından da nasıl yapılabileceğinin programını, yol haritası sunuyor bize Medresetü’z-Zehrâ’yla…

Bediüzzaman, bu gözlemlerimi doğrulayan enfes bir paragrafla bitiriyor Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, tasavvuru veya tahayyülü hakkında söylediklerini: “Elhâsıl: İslâmiyet hâriçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahî bir mecmaü’l-küll (ortak toplanma yeri), biri diğerinin noksanını tekmil (tamamlamak) için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî (etrafına nur saçan muhkem bir saray) timsalinde arz-ı dîdar edecektir (kendini gösterecektir). Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahî o kasr-ı İlâhîyi hâricen temsil edecektir.” (s. 512).

Medeniyet buhranının nasıl
aşılabileceğinin yol haritası…

Sadece bu sonuç paragrafı bile, Medresetü’z-Zehrâ’nın basit bir üniversite projesine indirgenemeyeceği, Medresetü’z-Zehrâ’nın salt üniversite projesine indirgenmesinin Bediüzzaman’ın bütün yapmak istediklerinin bir çırpıda berhava edilmesi, anlamsızlaştırılması ve kısa devre yapması anlamına geleceği gerçeğinin -altının özenle çizilerek- vurgulanması gerektiğini adeta ihtar ediyor bize. Aksine bu önemli sonuç paragrafı, bize, Medresetü’z-Zehrâ’nın, genelde yaşanan medeniyet buhranının anlaşılıp / idrak edilip, anlamlandırılıp/münazara edilip, nasıl aşılabileceğinin yol haritasını sunan çok katmanlı bir medeniyet tasavvuru ve yolculuğu/projeksiyonu/teklifi olduğunu yeteri kadar gösteriyor, diye düşünüyorum.

Bu tespitimin en müşahhas göstergesi, Bediüzzaman’ın, neredeyse bütün bir ömrü boyunca, Medresetü’z-Zehrâ’yı hem bilfiil, hem de bilkuvve hayata geçirmek cehdi ve gayreti içinde olmasıdır. Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ’yı, bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçiremiyor; ama bir medeniyet projeksiyonu olarak hem Risalelerle, hem de bizatihî kendinde bilkuvve hayata geçiriyor.

Burada hayretâmiz bir hikmet-i ilahî var: Rabbimizin kudret eli, Medresetü’z-Zehrâ’nın bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçirilmesine izin vermiyor. En doğrusunu hiç şüphesiz ki, Allah bilir ama; eğer Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi olarak hayata geçirilmiş olsaydı; İslâmî bir vasat’ın hükümferma olmamasından ötürü (ki, bu nokta çok hayatî bir noktadır; lütfen dikkat edilsin), bir üniversite projesi olarak aslâ beklenen sonucu vermezdi ve daha önemlisi de, Bediüzzaman’ın yapmak istediği, daha doğrusu İlâhî kudret’in “Bediüzzaman eli”yle asıl yaptırmak istediği şey, yapılamazdı.

Şunu söylemek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, bir proje değil; hele de salt bir üniversite projesi değil; bilakis, bir medeniyet projeksiyonuydu / teklifiydi. Bu teklif, bihakkın mükellef olabilecek, bedel ödemeye hazır asil, asalet sahibi (yani semantik intiharı fark etmiş ve aşmış) insanlar ve İslâmî bir vasat inşa edilebildiği zaman, hayata geçirilebilirdi ve (buraya dikkat!) işte Medresetü’z-Zehrâ da, bu asalet sahibi (epistemolojik olarak özgün ve özgürleşmiş, semantik intiharı / çağ körleşmesini aşmış) insanlar ve bu insanların tekevvün ettikleri bir mekân/İslâmî vasat inşası projeksiyonu, tasavvuru, tahayyülü anlamında bir varoluş “proje”siydi.

Burada fark edilmesi gereken en temel mesele ve buraya kadar geliştirdiğim argümanlardan sonra gelinmesi gereken en temel nokta şu: Medresetü’z-Zehrâ, Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının yaşadığı bu ikinci büyük medeniyet buhranının hem epistemolojik / zihnî arınma, hem fenomenolojik/İslâmî vasatın inşası, hem de ontolojik/hakikatin bihakkın hayat bulması, hayat olması ve herkese hayat sunması süreçlerinin nasıl hayata geçirilebileceğinin yol haritasını bilkuvve sunan ama bunun müşahhas timsalini temsil eden bir “proje”dir.

Özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, Risale-i Nûr’un, Müslümanların yaşadığı medeniyet buhranını nasıl aşabileceklerini gösteren üç aşamalı yol haritasının programıdır. (…)
Yusuf Kaplan
Yeni Şafak, 16 Mart 2012

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*