Mehmet Kutlular: Darbecilerin tekliflerini reddettik

28 Şubat Süreci olarak bilinen ve demokrasi tarihimizin karanlık dönemlerinden biri olan ‘post-modern’ darbe sürecinde en çok bedel ödeyen isimlerden biri de Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’dı. Kutlular bu süreçte 276 gün hapis yattı ve gazetemiz bir ay boyunca kapatıldı ev Basın İlân Kurumu tarafından ilanlarımızda kesintiye gidildi. Editörlüğünü Abdurrahman Babacan’ın yaptığı ‘Binyılın Sonu 28 Şubat’ isimli kitapta Mehmet Kutlular o yılları anlatmaya devam ediyor…

Mehmet Kutlular’ın Dilinden 28 Şubat 

28 Şubat dönemini anlatan Mehmet Kutlular, “Türk basınının önemli bir kısmı darbeye iştirak etti. O dönemde de aynı şeyleri söyledik, hep hakkı ve adaleti savunduk, yapılanları eleştirdik. Yeni Asya olarak hep haksızlığın karşısında olduk, geri adım atmadık” dedi.

Haftalık İttihad Gazetesi ile başlayan yaklaşık 50 yıllık bir gazetecilik deneyiminiz var. 28 Şubat sürecindeki medyanın tavrını ve bu süreçteki etkinliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Maalesef bu süreçte gazetecilik ahlakına ve ilkelerine uymayan birçok olay yaşandı.

Normalde haksızlığın, adaletsizliğin karşısında durması gereken medya bu dönemde yapılan zulümlere ortak oldu, yapılan zulümlerin tetikleyicisi oldu. 4. Kuvvet olarak anılan medyanın bu kuvvetini sürekli otoriteden yana kullanması, askerden yana tavır koyması çok düşündürücü ve bu meslek adına üzücüdür. Maalesef o dönemde birçok gazete ve gazeteci ‘emir eri’ gibi davrandı. Kimi güç, para ve iktidar için bunu yaptı, kimi korkudan yaptı.

Binlerce imam-hatip liseli öğrencinin gelecekleri karartıldı

Bu dönemde binlerce insan fişlendi, psikolojik olarak yıpratıldı, propagandalarla hayatları karartıldı. Yüzlerce subay ordudan atıldı. Başörtülü kızlarımıza zulmedildi, eğitim hakları ellerinden alındı. Binlerce imam-hatip liseli öğrencinin gelecekleri karartıldı, gelecek nesillere darbe vuruldu ve bunların karşısında dimdik durması gereken medya, tam aksine bu zulümlerin kışkırtıcısı, takipçisi oldu. Türk basınının önemli bir kısmı darbeye iştirak etti. Bunları bizim tasvip etmemiz tabiî ki mümkün değildir. Bunlar şimdi söylediğimiz sözler değildir. O dönemde de aynı şeyleri söyledik, hep hakkı ve adaleti savunduk, yapılanları eleştirdik. Yeni Asya olarak hep haksızlığın karşısında olduk, geri adım atmadık.

Şimdi, zaman zaman gazetelerde o dönemle ilgili öz eleştirilere rastlıyoruz. Bu da iyi bir gelişmedir. Yapılan hatalarla yüzleşmek bir daha aynı hatalara düşmeyi engelleyebilir.

Devlet, her inanca eşit mesafede durmayı bilmeli

28 Şubat sürecinden Türkiyeli Müslümanların alması gereken ne gibi dersler var?

Türkiye’nin böyle münafikane hareketlerle karşılaşmaması için demokratikleşmesi gerekir. 28 Şubat’ın verdiği en önemli derslerden biri budur. Demokrasiyi küfür rejimi gibi görenler, demokratları ve onları destekleyenleri küfürle-sapkınlıkla itham edenler 28 Şubat’tan sonra demokrasi gibi kavramların önemini anladılar. Bu sürecin elbette ki verdiği dersler oldu. Bana göre en mühim derslerden biri, siyaset kurumuyla ilgilidir. Siyaset yapanlar herkesin ortak malı olan din gibi mukaddes kavramları kullanmaktan çekinmelidirler. Din siyasete alet edilmemeli. Devlet de kendi işine bakmalı, her inanca eşit mesafede durmayı bilmeli, “milletime en iyi hizmeti nasıl götürebilirim?” sorusuyla meşgul olmalıdır.

1980’den sonra devletin politikası değişti

Bir röportajınızda 80 sonrası süreçte devletin ‘tehlike’ tanımının değiştiğini ve yeni tehlikenin Müslümanlar olarak tanımlandığını söylüyorsunuz. Sonrasında ise devletin bazı müslüman gruplarla temas kurarak onlarla beraber çalıştığını söylüyorsunuz. Ve amacın da bu ‘tehlikeli’ unsurları devletle barıştırmak olduğunu belirtiyorsunuz. Sizce ‘barışma’ istenilen şekilde gerçekleşti mi? (‘Tehlike’ ne durumda?)

Devletçi refleks bizde hep tehlikeler üzerine şekillenmiştir. İç tehditler, dış tehditler, iç düşmanlar, dış düşmanlar korkusu devleti hep şüpheci ve baskıcı yapmıştır. 80 öncesinde de bu böyleydi, sonra da öyle oldu. Bunun ucu “Derin Devlet’ denen şeye dayanıyor. Derin devlet toplum mühendisliğine soyunuyor, kendine göre düşmanlar üretiyor, devleti ve kurumlarını istediği gibi dizayn ediyor. 1980’den sonra devletin politikası değişti.

80 sonrasında derin devlet, dini gruplarla temas kurmak ihtiyacını hissetti; çünkü onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle-sistemle; başka bir deyişle Kemalizm’le barıştırmaktı. Bu amaçla görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular.

İman ile küfür, adalet ve zulüm ikisi bir arada bulunamaz

Bize de geldiler: Bana birlikte çalışmak istediklerini; Nur derslerini kaldırmak, Atatürk karşıtlığından vaz geçmek ve yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışmak şartıyla bizi destekleyeceklerini- onların ifadesiyle ihya edeceklerini- söylediler. Hepsini reddettim. Onlara Risale-i Nur derslerinin her halükarda devam ettirileceğini, Kemalizm’le barışamayacağımızı, Milli Görüşçü ve Süleymancıların kardeşlerimiz olduğunu söyledim. Tekliflerini reddettim; bunun bedelini de ödedik cemaat olarak. Ama ‘derin devlet’ dediğimiz yapı, büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi. Maalesef böyle oldu.

Zahiren bir uzlaşma görülebilir; ama bu hakikatte mümkün değildir. İman ile küfür, adalet ve zulüm ikisi bir arada bulunamazlar. Çeşitli mülahazalarla barışık olma gayreti iman-Kuran hizmetinin özüne zıddır. Buradan sağlıklı bir sonuç çıkmaz.

Yeni Asya

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*