Menderes, “Mukaddes Emanetler”i sırtında taşımıştı

Giyasettin Emre’nin naklettiğine göre, Adnan Menderes, Topkapı Sarayı’na gider ve müze müdürüne “Emânet-i Mukaddeseler nerede?” diye sorar. Müze müdürü yerini gösterince, Menderes abdest alıp, bu Emânet-i Mukaddeseyi büyük bir ihtiramla tek tek sırtlayıp bizzat taşıyarak, “Mukaddes Emânetler Dairesi”nde ayrılan yerlerine koyar.     

Bundandır ki M. Kemal’in direktifiyle “Bakanlar Kurulu kararı” paravanında Ayasofya’nın camilikten çıkarılmasına mukabil, Bediüzzaman, Denizli Mahkemesi’ne yazdığı 28 Ağustos 1948 tarihli dilekçede, “Ayasofya’yı puthâne ve Meşihatı (Diyanet dairesini) kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kânun nâmındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibârıyle amel etmiyoruz” der.

Yine bundandır ki, “Kahraman bir milletin ebedî bir medâr-ı şerefi”, “Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük nişânı” ve “kılınçlarının pek büyük antika bir yâdigârı” diye tavsif ettiği “Ayasofya Camiini puthâneye ve Meşîhatı (Diyanet Dairesini) kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olmasına imkân var mıdır?” diye sorar. (Şuâlar, 335, 376)

Bu soruyla, esasen Resmî Gazete’de yayınlanmayan ve “Bakanlar Kurulu kararı”na hamledilmesi oyunlara ve şaşırtmalara karşı “Ayasofya’nın camiden çıkarılıp ibâdete kapatılması”nın arkasında kim olduğunu açıkça belirtir. Saptırmalarla, Ayasofya Camiinin “kanun perdesinde keyfîlik”le “puthâneye çevirildiğini” ortaya koyar.

Bundandır ki, bu tesbitin peşinden “Said’in gizli düşmanlarına karşı Denizli Mahkemesinde istimal ettiği bu sözünü, mahkeme bütün bütün yanlış mânâ vererek devlete ve hükûmete karşı çevirip bizi tecziyeye [cezâlandırmaya] sebep göstermiş” dediği cümleyi derceder: “Bu inkılâpları mevkî-i mer’iyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına cebr-i keyfî-i küfrî [keyfî olarak küfre zorlayan baskı zoraki baskı ve diktatörlük], Cumhuriyete istibdâd-ı mutlak [tam ve sınırsız mutlak baskı ve istibdat rejimi], rejime irtidâd-ı mutlak [hiçbir kayıt ve şart tanımayan dinsizlik] ve bolşeviklik ve medeniyete sefâhet-i mutlaka [sefâhete, nefsin kötü arzularına mutlak surette uyma] demiş” tavzihini getirir. (a.g.e)

“AYASOFYA’YI İBÂDET  MAHALLİ YAPMAK”

Bunun içindir ki 14 Mayıs 1950’de demokratik hayata geçilmesinden sonra, başta merhum Adnan Menderes olmak üzere Demokratlara yazdığı mektuplarda, Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilip neşri ve ilânıyla Demokratların on-yirmi derece mânevî kuvvet kazandığı gibi, “Ayasofya’yı beş yüz sene devam eden kudsî vaziyetine çevirmenin ve mekteplerde mâsum çocuklara din derslerini okutmanın Anadolu Müslümanlarını duacı yapacağını” belirtir. (Emirdağ Lâhikası, 449)

“Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dâhiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikati söylemektir” cümlesiyle başlayan lâhikada, Ayasofya’nın açılmasının önemini bildirir.

“Hem Demokrata Ezân-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini memnun etmek için, Ayasofya’yı müzahrafâttan (süprüntülerden, putlardan) temizleyip ibâdet mahalli yapmaktır” teklifini iletir. “Bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim” diye yazar. (Emirdağ Lâhikası, 449)

El-hak; Osmanlının son döneminde, İngiliz işgaline karşı Hutuvât-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması) nâmındaki eseriyle İstanbul’daki efkâr-ı umûmiyeyi İngiliz aleyhine çevirip Harekât-ı Milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden Bediüzzaman’ın, daha Meşrutiyet devrinde, içinde binler adama ehemmiyetli nutkunu dinlettirdiği, meb’usana hitab ettiği “Ayasofya’nın -kısmen de olsa- ibâdete açılması” talebini ve yeniden “Mukaddes Emânetler’de Kur’ân’ın okunması”nı, aynen Ezânın asliyetine çevrilmesi gibi Demokratlar ve devamı Demokrat Parti iktidarları yerine getirir. (Şuâlar, 393; Divan-ı Harb-i Örfi 24)

Bu temenni ve duâyladır ki, “Bin sene Kur’ân’a hizmet eden ve tevhid bayrağını yeryüzünün dört bir yanında yücelten, İslâmiyet ordularının en kahramanı olan bu millet”in vatanında camileri kapatıp şehirleri mâbedsiz hale getiren, Ayasofya’ya zincir vurup cami olmaktan çıkaranlara karşı, Ayasofya’nın yeniden fâtihasını okumaya çalışıp ibâdete açmaya uğraşan ve kısmen de olsa açan “demokrat misyon” olur.

417 YIL SÜREN KUR’ÂN TİLÂVETİ…

Milletin tarihindeki bir diğer ehemmiyetli ibretâmiz husus da, Yahya Kemâl’in “devletin iki mânevî temeli” dediği görkemli Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin yanısıra Topkapı Sarayında Mukaddes Emânetlerin muhâfaza edildiği Hırka-i Saadet Dairesinde 417 sene okunan Kur’ân’ın susturulmasıdır.

Bilindiği gibi, Fetih mucizesinden tam 64 yıl geçtikten sonra yine fethin sâyesinde ve devamında gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmet Hanın torunu Yavuz Sultan Selim Han’ın 1517 yılında fethettiği Mısır’dan getirdiği Peygamberimize ait Mukaddes Emânetler, Kur’ân ve kılıçların, Hilâfetin Osmanlılara geçmesi ve bir çatı altında toplanır.

Emânet-i Mukaddese Mısır’da Fatimîler tarafından muhâfaza edilir. Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethettikten sonra kumandanlara, “Emânet-i Mukaddesler nerede?” diye sorar. “Kahire’de Hazret-i Sakine’nin ismi ile anılan bir cami var. Hazret-i Sakine Camiinin bir bölümünde muhâfaza ediliyor” cevâbını alır. “Kırk hâfız ve kırk kır’at hazır olacak. Bu hâfızlar beyaz elbise giyecekler. Ayrıca dört kır’at hazırlanacak bu Emânet-i Mukaddese o atlara yüklenecek” diye emreder…

MUKADDES EMÂNETLER HASSASİYETİ

Yavuz, önce iki rekât namaz kılar. Emânet-i Mukaddese’yi sırtına alıp teker teker o dört ata yükler. Emânet-i Mukaddese önde, kırk hâfız arkada Yavuz hâfızların arkasında yola koyulur. Mısır’da başlayan Kur’ân tilâveti İstanbul’a kadar devam eder. Yavuz’un Kur’ân okuyarak getirdiği Mukaddes Emanetler, Topkapı Sarayında hususî bir dairede yerine konulur ve yine sürekli Kur’ân okunarak muhâfaza edilir.

Bundan sonra devamlı suretle hâfızlar tayin edilir, gece-gündüz münâvebe ile Kur’ân tilâveti yapılır. Bu gelenek tam 417 yıl sürer. Sultan II. Abdulhamid’in hal’ine (indirilmesine) kadar bu ulvî gelenek devam eder. Gariptir ki Sultan Abdulhamid indirildikten sonra Cuma gecelerinde ve Ramazan aylarında hatim indirilir.

Ne var ki 1934 yılında Ayasofya Camii minarelerinden Ezânın susturulduğu günlerde, İstanbul’a bir gidişinde M. Kemal’in emriyle Emânet-i Mukaddese, eyerlerin konulduğu ahır/depo kısmına atılır. O kudsî mübârek eşyaları naklederken Peygamberimizin (asm) cübbelerine rastlarlar. Efendimizin cübbelerinden birini –daha henüz vali yapılmayan- ordu kumandanı Kâzım Özalp giyer ve giyerken de, ‘Maşallah tam da cüsseliymiş” saygısızlığında bulunur.

Bu nakille, dört asrı aşkın süren Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Dairesindeki Mukaddes Emânetler’de Kur’ân tilâveti geleneği yıkılır. Kur’ân okunması yasaklanır…

“BEŞYÜZ SENE DEVAM EDEN KUDSÎ VAZİYET”

Yıllar sonra evvela, merhum Başvekil Adnan Menderes, 4 Kasım 1951’de Bakanlar Kurulu kararıyla ilkokullarda din derslerini müfredat programına alır. Ardından İzmir’de, “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek Ezânı serbest bıraktık, mekteplere din derslerini kabul ettirdik, radyoda Kur’ân okuttuk” diye konuşur. Konya nutkunda, “Türkiye Müslümandır ve Müslüman kalacaktır; İslâmiyetin bütün icaplarını elbette yaşayacaktır” sözleriyle dine ve din eğitimine hizmetin gereğini ve değerini dile getirir.

Menderes devamında Antalya’da, “Eğer inkılâp kanunları bugüne kadar halk tarafından benimsenmemiş ise, jandarma zoru ile yürütülecekse, millî vicdanın hilâfına olan bu kanunları kaldırmak demokratik bir idârenin başta gelen vazifesi olmak icâb eder” diye konuşur. Menderes’in bu sözleri daha sonra “idama gerekçe” edilir!

Bundan dolayıdır ki Bediüzzaman, “Şimdi, Adnan Menderes gibi İslâmiyetin ve dinin icâplarını yerine getireceğiz diyen Demokratları takdir” eder.

Demokrat Parti’nin bu manevî hizmet misyonu, Menderes’in Konya’daki konuşmasını, “Demokratlara manevî kuvvet hükmüne geçmesi” için “Umum Nur talebeleri ve mektepli mâsum çocuklar nâmına yazacağı tebrik” yerine lâhikaya alan Bediüzzaman, bu misyonun gereği olarak “Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapılarak beşyüz sene devam eden kudsî vaziyetine çevrilmesini” temenni eder. (Tarihçe-i Hayat, 545; Emirdağ Lâhikası, 318-319, 449, 387)

MENDERES, YAVUZ GİBİ MUKADDES EMÂNETLERİ SIRTINDA TAŞIR…

Bütün bunları büyük bir üzüntü içinde anlatan Demokrat Parti milletvekillerinden merhum Gıyasettin Emre’nin devamında, merhum Adnan Menderes’in Mukaddes Emânetlere hizmeti hâtırası, Ayasofya’nın yanısıra Topkapı Hırka-i Saadet Dairesinde 417 sene süren Kur’ân tilâvetinin değerli mânasını ifâdesidir.

Ve Bediüzzaman’ın “İslâm kahramanı” vasfıyla takdir ettiği Menderes’in duâya mazhariyetinin anlamını izâhıdır. Menderes ve Demokrat Parti’nin ve devamı iktidarların din eğitimi ve öğretimine ve mânevî değerlere yaptığı hizmetin ve şuurun bir numûnesidir.

Emre’nin naklettiğine göre, Menderes, İstanbul’a ilk gittiğinde, -bizzat Müze müdürünün kendisine söylediğine göre, gece saat 22-23 sıralarında Topkapı Sarayı’na gider. “Emânet-i Mukaddeseler nerede?” diye sorar. Müze müdürü yerini gösterince, Menderes abdest alıp, bu Emânet-i Mukaddeseyi aynen Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da büyük ihtiramla sırtlayıp taşıyarak kıratlara yüklemesi gibi, büyük bir ihtiramla tek tek sırtlayıp bizzat taşıyarak Mukaddes Emânetler Dairesinde ayrılan yerlerine koyar.

Ve Menderes, en son 1959’un sonunda Emânet-i Mukaddeseyi Sultan Eyüp’e nakletme kararını verir. 1960 yılının 15 Haziran’ında yapılacak taşıma işlemi için hâfızlara dâvetiyeler bile gönderilir. Dünyadaki hâfızları çağırılacak ve burada Kur’ân okunmaya devam edilecekti. Ne var ki, 27 Mayıs ihtilâli olur ve bu teşebbüs gerçekleştirilemediği gibi, 27 Mayıs ihtilâliyle birlikte Kur’ân tilâveti de kesilir.

AYASOFYA’NIN İBÂDETE AÇILMASI

Keza 1980 yılının başlarında Emre, bu hâdiseyi Başbakan Süleyman Demirel’e de anlatır. “Siz Menderes’in ve Demokrat Parti’nin devamısınız. Ramazan geliyor, hiç değilse bunu bu ayda ihya edin. Siz hem Menderes’in yolunda olduğunuzu söylüyorsunuz, hem de onun yaptığı bir iş akamete uğramıştır” diye hatırlatır. “Belki bunu başkaları da söylemiştir” diyen Emre, Menderes’ten sonra Demirel’in bu muazzam geleneği ihya ettiğini ve o Ramazan ayında fâsılasız Kur’ân tilâveti okunma hizmetine yeniden başlandığını belirtir.

12 Eylül darbeci öncesinde Demirel’in Başbakanı olduğu Adalet Partisi hükûmeti Kültür Bakanlığının aldığı karar gereğince, -12 Eylül darbesinden iki ay önce- Hicrî 1400’ün Ramazan ayının birinci (Cuma) günü, 13 Temmuz 1980’de Kur’ân tekrar okutulmaya başlanır. Tek parti döneminde kesilen, bizzat Menderes’in teşebbüsüyle başlatılan, lâkin 27 Mayıs darbesiyle son verilen Topkapı Sarayındaki Mukaddes Emânetler Dairesi’nde Kur’ân tilâveti yeniden başlar.

Keza 8 Ağustos 1980 -Hicri 1400 Ramazan’ın son Cuma günü- 481 yıl cami olarak ibâdet edilen Ayasofya’nın Hünkâr Mahfilinde ve Abdülmecid Mescidinde kılınan Cuma namazı ile 46 yıllık aradan sonra Ayasofya da -kısman de olsa- ibâdete açılır; Ayasofya’nın dört minaresinden Ezân-ı Muhammedî okunur.

12 EYLÜL DARBESİYLE KUR’ÂN TİLÂVETİNE SON VERİLİR…

Böylece 500 yıla yakın İslâm’a şerefle hizmet veren, minarelerinden Ezân-ı Muhammedî okunan, içinde Kur’ân sesinin yükseldiği bu yüce mâbed, Süleyman Demirel’in Başbakanı olduğu Adalet Partisi azınlık hükûmetinde kısmen de olsa cami olarak açılır, minarelerinde Ezân okunur ve içinde namaz kılınır.

Adalet Partisi hükûmeti Kültür Bakanı Tevfik Koraltan, “Bu vatan semâlarında Ezân-ı Muhammedî ile birlikte Kur’ân-ı Kerim sadâları ilelebed yankılanacaktır” beyânatını verip, Ayasofya’nın açıldığını bütün dünyaya duyurur.

Ne var ki Ayasofya’nın bu sevinci sadece 58 gün sürer. Demokrasiyi, hak ve hürriyetleri katleden 12 Eylül darbesiyle Ayasofya da ibâdete kapatılır. Bir defa daha sessizliğe bürünür, minarelerinde Ezân-ı Muhammedî susturulur. On yıl sonra, “hünkâr mahfili” tekrar açılsa da basında Ayasofya’nın “taksit taksit açıldığı” tahrikiyle bu hizmete de, “restorasyon” bahanesiyle son verilir…

Peşinden darbe sonrası, Mukaddes Emanetler Dairesi’nde Kur’ân okunmasına Millî Güvenlik Konseyi’nce alınan bir kararla son verilir.

Kısacası, inanç ve mânevî değerlere hizmetler, demokrasiyi katledip hak ve hukuku tahrip eden darbelerle yeniden kesintiye uğrar. Menderes’in başlattığı Mukaddes Emânetlerde Kur’ân tilâvetinin 27 Mayıs kanlı darbesiyle kesilmesi gibi…

FETHİN “MÂNEVÎ MİMARI” AKŞEMSEDDİN…

Asıl adı Mehmed Şemseddin’dir. 1389’da Şam’da doğan ve Veli Şeyh Şahabeddin Sühreverdî’nin torunlarından Şeyh Hamza’nın oğlu olan Akşemseddin’in soyu, 15. babadan Hz. Ebûbekir’e dayanır. İlk tahsilini babasından alır, 7 yaşında hâfız olup, âilesiyle birlikte Amasya’nın Kavak bucağına yerleşir.

Akşemseddin, önce İran’ı dolaşır ancak tekrar Anadolu’ya döner; ve “Kazandığın şu zâhiri ilmini mânâ ilmiyle, bilgini, akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Sana bir mürşit lâzım. Kalk Ankara’ya git. Orada Hacı Bayram Veli’ye müracaat et” tavsiyesi üzerine, Ankara’ya Hacı Bayram Veli’nin yanına gider.

Muvafakiyetle Hacı Bayram Veli’den icâzet alır ve hilâfet tâcı giydirilir. İzinle Beypazarı, İskilip ve sonra Göynük’e yerleşir. Fatih’in babası II. Murat’ın emir ve isteğiyle Fâtih’in hocalığına tayin edilip danışmanlığını yapar. Çocukları, talebeleri ve müridleriyle birlikte fetih ordusuna katılır. İstanbul’un fethinin “mânevî mimârı” olur.

Fetih’ten sonra İstanbul’a girişte şehir halkı Akşamseddin’i II. Mehmed sanıp ona çiçekler uzatılması üzerine, “Padişah ben değilim” diyerek yanındaki Fâtih Sultan Mehmed’i gösteren Akşemseddin’e, Fâtih’in tebessüm ederek “Hünkâr benim ama, o benim hocamdır, çiçekler ona lâyıktır!” karşılığını verir.

Ayasofya’da ilk hutbeyi okuyan Fâtih minberden inip ve Akşemseddin’i imâmete geçirir. Böylece Akşemseddin, fethin ilk Cuma namazını kıldırır. Ve Akşemseddin, Fethin ardından Fâtih’in isteği üzerine Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin kabrini tesbit eder. (Vikipedi)

AKŞEMSEDDİN’İN İLK ESERİ; “RİSÂLETÜ’N-NÛRİYE”

Akşemseddin, ayrıca, tıbba ve eczacılığa merak sararak tıp ilmini öğrenir. Başlıca eserleri, “Risâletü’n-Nûriye”, “Hall-i Müşkilât”, “Makamât-ı Evliyâ”, “Kitabü’t Tıb” ve “Maddetü’l-Hayat” olarak sıralanan Akşemseddin’in, bilimde ve tasavvufta olduğu gibi, tıp ve eczacılık alanında önemli çalışmalarda bulunup büyük üne sahip olur. İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb History of Ottoman Poetry adlı eserinde, “âlim ve mübârek”” diye söz ettiği Akşemseddin’in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram-ı Veli’den elde ettiğini kaydeder.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*