Menderes’i halk mı devirdi?

Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu’nun bombalı bir suikastle katlinin 19. yılında gazete yazarlarından Işık Kansu, Mumcu’nun hiç yayınlanmamış konuşmalarından bir derleme yaparak dizi yazı halinde neşretti.

Bu konuşmalarda iki husus dikkatimizi çekti.
Bunlardan birinde Mumcu şöyle diyor:
“DP 1957’de Said Nursî’nin cübbesini bayrak yaptı. Ne oldu? Yıkıldı. Demirel 60’ların ortasında Nurcuların, tarikatların, Süleymancıların sakallarını okşadı. Ne oldu? Yıkıldı. Hac seferleri düzenleyen ANAP ne oldu? Yüzde 20’ye indi. Halka güvenmek gerekiyor.” (Cumhuriyet, 24.1.12)

Mumcu’nun katline de, 19 yıldır bu olayın faillerinin bulunamamasına da tepki göstermek en azından insan olmanın; yine Mumcu’nun yanlış fikirlerini eleştirmek ise “hakkın hatırını herşeyin üstünde tutma” prensibinin gerekleri.

Her iki gereği de yerine getirelim.
Mumcu’nun yukarıda aktardığımız sözleri, çok açık çelişkileriyle tipik bir çarpıtma örneği.
Bir defa “Said Nursî’nin cübbesini bayrak yapma” diye bir olay yok. Bu, Kemalistlerin ağızlarına pelesenk edip her fırsatta tekrarladıkları “Menderes Said Nursî’nin elini öptü” uydurmasının bir başka versiyonu. İşin aslı ise şu:

Bediüzzaman, bilhassa ezanı özgürleştirdiği ve din eğitiminin önünü açtığı için Menderes’i takdir ediyor, “İslâm kahramanı” olarak niteliyor; Menderes de ona hürmet ve muhabbet besliyordu. “Sakal okşamak” gibi yine Kemalist söylemin “düzey”ini gösteren ifadelere takılmadan işin özüne bakacak olursak, Demirel’in de Nurcular başta olmak üzere cemaatlerle iyi ilişkiler içinde olmaya özen gösterdiğini görüyoruz.

Ve Mumcu’nun ifadesiyle “yıkılma”larının sebebi buydu. Ama yıkan halk değil, darbelerdi. Menderes’i 27 Mayıs, Demirel’i 12 Mart ve 12 Eylül devirmişti. Buna karşılık 12 Eylül ürünü ANAP hac seferleri düzenlediği için değil, daha başka sebeplerle yüzde 20’ye kadar gerilemişti.
Ama Mumcu, DP ve AP’nin darbelerle devrilmesini ANAP’ın sandıkta inişe geçmesi ile bir tutup aynı kefeye koyan bir mantık sergilemiş.

“Halka güvenmek gerekiyor” diyen bir yaklaşımdan beklenen tavır, halkın seçtiklerini deviren darbelere tepki göstermek olmalı, değil mi?
Ama bilhassa 27 Mayıs’a toz kondurmama saplantısı, ister istemez bu çelişkileri getiriyor.

Mumcu’nun diğer sözleri de Demirel’le ilgili:
“Bakın, Köprü dergisinde Süleyman Demirel’in konuşmalarına. Eğer ben cumhuriyet savcısı olsam ve yasakçı bir düzeni benimsesem, Süleyman Demirel hakkında 163. maddeden tereddüt etmeden dâvâ açardım.” (a.g.g., 26.1.12)
Burada da yeni çelişkiler sergilemiş Mumcu.

Bir taraftan yasakçı olmadığını söylemiş, ama diğer taraftan o zaman yürürlükte olan 163. maddenin Demirel’e karşı neden işletilmediğini gündeme getirmiş. Böylece, Demirel’in Köprü’de çıkan ve çeyrek asırdır gündemdeki yerini koruyan beyanlarının bazı adreslerde yol açtığı derin ve kalıcı rahatsızlığın bir örneğini daha görmüş oluyoruz. Ki, Mumcu o dönemde çıkan yazılarında da Köprü’deki mülâkatları sebebiyle Demirel’e ateş püsküren ifadeler kullanmıştı.

Meselâ o yazılardan birinde şöyle diyordu:
“Süleyman Demirel’in, Nurcuların yayın organı Köprü dergisi ile arasından su sızmıyor. ‘Bediüzzaman Hazretleri’ne övgüler mi istersiniz; yoksa Tevhid-i Tedrisat Kanununa ateş püskürmeler mi? Atatürk’ün ‘laik devlet’ değil, ‘İslâm devleti’ kurduğunu ileri süren inciler mi?

“Sol oylar DYP’ye niçin kayıyor? Said Nursî’nin ruhuna Fatiha okutmak için mi? Din sömürüsünü arttırmak için mi? Laiklik ilkesini yok etmek için mi? Niçin? Niçin? Niçin?” (a.g.g., 14.6.1987; İslâm Demokrasi Laiklik, s. 316)

Ve ilginç bir nokta: Demirel’in Köprü’de yayınlanan ve kitaplaşan beyanları, AKP hakkında açılan kapatma dâvâsında, partinin Anayasa Mahkemesine verdiği savunmanın en önemli referans ve dayanaklarından birini oluşturmuştu…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*