Mevcudat kadar imkanat var

Bazı vesveseli insanlar, imkanı zati ile imkanı vehmiyi karıştırırlar. Bir şeyin zatında mümkün olmasını vaki olmuş, meydana gelmiş gibi düşünürler. Böyle bir düşüncenin dayanağı yoktur. Bu tür düşünceler genellikle taklitçilikten doğmaktadır. Neticesi ise safsata, yani görünüşü doğru gibi olsa da yanlış bir kıyas ve hezeyandır. Safsata, gayet bedihi meselelerde bile “belki”, “bir ihtimal”, “olabilir” gibi şüphe sözleri ile hiçbir delile dayanmadan aklın önüne şüpheler koyar. Çoğunlukla bu tür vehimler muhakemesizlikten, kalpte bulunan zaaftan meydana gelir. İmkan dâhilinde olan bir şey için, vaki olmuş gibi düşünmek, hiçbir delile dayanmadığı halde tereddüt göstermektir. Hiçbir delile dayanmadığı için böyle bir hükmün vukuuna hükmedilmez, muteber değildir. Üzerinde durmaya bile değmez. Bir şeyin mümkün olması ayrıdır, o mümkünün vaki olması ayrıdır. (Muhakemat, s. 89-90) Mesela, bir insanın şu anda ölmesi mümkündür, ancak ölümü gelmedikçe ölüm vaki olmaz. Yaşadığı sürece de şüphe etmeye gerek yoktur.

Aklın vazifesi, hakkında hüküm verdiği bir konuyu delile dayandırmasıdır. Maddiyatta ve göz, kulak gibi duygularımızın sınırları içindeki meselelerde delilleri ortaya koyarak bunu çok rahat bir şekilde yapabilir. Delilsiz olanlar ise kabul edilmez.

Kainatta var olan her bir zerre; zatında, sıfatında, ahvalinde ve vücudunda sonsuz imkanlar, ihtimaller, müşkilatlar, çok farklı kanunlar ve yollar varken, o ihtimallerden bir tanesinin seçilmesi, sonsuz hallerden birinin tercih edilmesi, sayısız sıfatlardan biri ile vasıflanması, doğru bir kanun ile takdir edilmiş bir maksada yönelmesi, uhdesine verilen hikmet ve maslahatları anında yerine getirmesi ancak yaratıcının kast ve iradesi ile olabilir. Binler ihtimalden, en kısa ve kolay yolun tercih edilip o maksatların meydana gelmesi ancak Allah’ın kast ve iradesi ile olabilir.

“İşte herbir zerre, müstakillen, kendi başıyla Sâniin vücuduna delâlet ettiği gibi, küçük-büyük herhangi bir teşekküle girerse veya hangi bir mürekkebe cüz olursa, girdiği ve cüz olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâniine olan delâletini muhafaza eder.” (İşaratül-İ’caz, s.205-206)

İmkan-ı vehmî, kesin bilgiyi yok etmez. Şeytan, kalb üstündeki lümmesinden üfleyerek iman esasları hakkında fena tasavvurlar, sözler söyleyebilir. Bunlar vehimdir. Kalbin bunlara razı olmaması, titremesi bunları kabul etmediğini gösterir. Üzerinde durmamak gerekir. İmanın kemaline zarar vermez. Çünkü bu tahayyüldür. Tahayyül ise hüküm değildir. Her bir meselenin hudutlarının tayin edildiği iman hakikatleri ve Kur’an’ın muhkem hükümlerine sığınmaktan başka çare de yoktur. (Lem’alar, s:140)

Meselâ, güneşin bugün batmaması veya yarın doğmaması mümkündür. Bu imkân vaki olmamıştır. Böyle bir vehim bizim güneş hakkındaki kesin bilgimize zarar vermez. Ahiret olmayacaktır gibi vehimler bizim yakînimizi ve kesin inancımızı sarsmaz. (Said Nursi,  İlk dönem Eserleri 127)

“Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekâsında hadsiz imkânat, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücutça muntazam bir yolu takip ediyor. Herbir sıfatı da, mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekâsında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi böyle bir tahsisle veriliyor. Demek bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir Mucid-i Hakîmin icadıyladır ki, hadsiz yollar içinde hikmetli bir yolda onu sevk eder; muntazam sıfâtı ve ahvâli ona giydiriyor.

“Sonra infiraddan çıkarıp, bir terkipli cisme cüz yapar; imkânat ziyadeleşir. Çünkü o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki, neticesiz o vaziyetler içinde, neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki, mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor.

“Sonra, o cisim dahi diğer bir cisme cüz yaptırılıyor; imkânat daha ziyadeleşir. Çünkü binlerle tarzda bulunabilir. İşte, o binler tarz içinde birtek vaziyet veriliyor, o vaziyetle mühim vazifeler gördürülüyor, ve hâkezâ… Gittikçe daha ziyade kat’î bir Hakîm-i Müdebbirin vücub-u vücudunu gösteriyor, bir Âmir-i Alîmin emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiplerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, mütedahil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem nasıl ki, senin gözbebeğinden bir hüceyre, gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin başın heyet-i umumiyesi nispetine dahi hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânat içinde, bir Sâni-i Hakîmin hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir. Öyle de, bu kâinattaki mevcudat, herbiri kendi zâtıyla, sıfâtıyla, çok imkânat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vâcibü’l-Vücuda şehadet ederler. Öyle de, mürekkebâta girdikleri vakit, herbir mürekkepte daha başka bir lisanla, yine Sâniini ilân eder. Git gide, tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti, vazifesi, hizmeti itibarıyla Sâni-i Hakîmin vücub-u vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder. Çünkü, birşeyi, bütün mürekkebâta hikmetli münasebetleri muhafaza suretinde yerleştiren, bütün o mürekkebâtın Hâlıkı olabilir. Demek birtek şey binler lisanlarla Ona şehadet eder hükmündedir.

“İşte, kâinatın mevcudatı kadar değil, belki mevcudatın sıfât ve mürekkebâtı adedince imkânat noktasından da Vâcibü’l- Vücudun vücuduna karşı şehadetler geliyor.” (Sözler, s. 934-935)

Varlık âleminde; imkan, kesret ve infial mertebeleri vardır. İmkan, vücuba; kesret vahdete; infial ise bir faile bakar, iktiza ve istilzam eder.

Her şey kemale doğru koşmaktadır. “..kâinatta herhangi bir şey, hadd-i kemâle vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemâline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemâli ister, kemâl de sübutu iktiza eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemâl iledir. Kemâlin kemâli de devam ile olur. Öyleyse, bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak var ki, mümkinatın bütün kemâlâtı, Onun nur-u kemâlinin cilvelerine birer gölgedir. Öyleyse, Cenâb-ı Hak zâtında, sıfâtında, ef’âlinde kâmil-i mutlaktır.” (Mesnevi-i Nuriye, s.86)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*