Mevlana ve Bediüzzaman

“Hazırlanın gideceğiz…”

Bediüzzaman bunu söylediğinde, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Sabaha da daha bir hayli zaman vardı. Başında bekleyen talebeleri sesi duyunca ilk anda bir mânâ veremediler ve şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.

Üstad ağır hasta olduğu için vücudunu saran hararetin tesiriyle gayri ihtiyarî öyle şeyler söylediğini düşünerek herhangi bir hazırlığa girişmediler.

Fakat Bediüzzaman biraz sonra takatsiz bir sesle aynı sözü tekrarlayınca, hâlinden ve tavrından o­nun uzun bir seyahate çıkmak istediğini anlayarak telâşlandılar.

Çünkü Üstad zaten uzun yolculukları kaldıramayacak kadar ihtiyar ve hastaydı. Ramazan boyunca, sahurda ve iftarda sadece birkaç yudum su içerek oruç tuttuğundan vücudu iyice takatsiz kalmıştı.

Bunun yanı sıra, son zamanlarda ülkede yaşanan siyasî istikrarsızlıklar ve içtimaî karışıklıklar yüzünden Bediüzzaman’ın, Isparta vilayetinin hudutları dışına çıkması yasaklanmış, evinin bulunduğu sokakta polisler devamlı nöbet tutmaya başlamışlardı.

Bu şartlarda o­nun uzun bir seyahate çıkmasının pek doğru olmayacağını düşünen talebeleri, arabanın bakıma ihtiyacının olduğunu söyleyerek daha sonra gitmeyi ima ettilerse de, gerekirse cüppesini satıp yeni bir araba kiralamalarını isteyince, gitmekte kararlı olduğunu anladılar ve hemen harekete geçtiler.

Bazı talebeleri arabanın bakımını yapıp eksik parçaları temin ederken, bazıları da Üstadın ihtiyaç hissettiğinde yatabilmesi için arka koltuğun önündeki boşluğu doldurarak yatak hâline getirdiler.

Çok acele etmelerine rağmen, bu hazırlıkları kuşluğa kadar ancak bitirebildiler. Daha sonra Üstadın koluna girerek aşağıya indirdiler ve itina ile arabanın arka koltuğuna yerleştirdiler.

Seherde başlayan yağmur iyice hızlanarak fırtına hâlini aldığı için, gece boyu nöbet tutan polisler böyle bir havada kimsenin yola çıkamayacağını düşünerek kuytu yerlere sığındıklarından, herhangi bir müdahaleye maruz kalmadan yola çıktılar.

Her sabah namazı kılıp tesbihatı yaptıktan sonra duha vaktine kadar zikir çekip evrad okumayı ihtiyat edinen Bediüzzaman, arabaya binince yorganına iyice büründü ve bir yandan cevşenini okurken diğer yandan son defa görüyormuş gibi hazin bir nazarla çevreyi temâşâ etti.

Şoförü, yolun düz yerlerinden giderek arabanın sarsılmamasına mani olmaya çalışırken diğer talebeleri bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda bir kazaya, belâya uğramadan mahall-i maksuda ulaşmak için sessiz, sessiz bildikleri duâları okudular.

Şehirden çıkan araba Konya yoluna dönünce endişelendiler. Zîra, yağmur hafifleyince arabanın evin önünde olmadığını gören polislerin, telsizle her tarafa Said Nursî’nin Isparta’dan ayrıldığını bildireceklerini ve emniyet kuvvetlerinin teyakkuza geçeceğini düşünüyorlardı.

Konya yolu, Eğirdir polis karakolunun önünden geçtiği için bu ihtimali nazara alarak bir yerde durup arabanın plakasını kapattılar, camların buğulanmasını sağladılar ama şiddetlenerek devam eden fırtına yüzünden polisler karakolun içine çekildiklerinden orayı da kolayca geçtiler.

Şarkikaraağaç yakınlarına geldiklerinde havanın dinmesini fırsat bilerek yol kenarında durdular. Düz bir taşın üzerinde öğle namazlarını kılarak biraz dinlendiler ve tekrar yola koyuldular.

Yol diğer yerlerden daha düzgün olduğu, hava şartları da normalleştiği için biraz rahatladılar. Tesbihatını bitirip evradını tamamlayan Üstad talebelerine nereye geldiklerini sordu.

Onlar Konya’ya yaklaştıklarını söyleyince sevindi. Bu sefer “Müridleri olan Mevlevîlerin her yerde Risâle-i Nur’la alâkadar olmaları cihetiyle” behemehal Mevlânâ Celâleddin’i ve Kardeşi Abdülmecid’i ziyaret edeceğini hatırlatarak o­na göre hareket etmelerini istedi.

Bu, Bediüzzaman’ın, ‘Anadolu’nun medrese-i ilmiyesi’ dediği Konya’ya ikinci gelişi idi. İlk defa bir yıl kadar önce gelmiş ve birkaç gün kalıp Mevlânâ Türbesini ziyaret etmek hem de kırk yıldır görmediği kardeşiyle ve çocuklarıyla görüşmek istemişti.

Fakat Konya Valisi buna izin vermemiş ve şehirden çıkarılmasını emretmişti. Polisler arabasını durdurup emri tebliğ ettiklerinde talebeleri bu muamelenin sebebini sormuşlardı.

Makul bir sebep gösteremeyen polisler, geri dönmedikleri takdirde arabaya ağır bir para cezası keseceklerini söylemişler, o­nlar da cezayı ödemek pahasına geri dönmemişler ve şehre girmişlerdi.

Said Nursî’nin Konya’ya geldiğini ve Mevlânâ’yı ziyaret edeceğini duyan ahali o­nu görmek için meydanı doldurmuş, atlı polisler de kalabalığı dağıtmak için atlarını halkın üzerine doğru sürerek insanlara eziyet etmeye başlamışlardı.

Polislerin haşin hareketlerini görünce kendisi yüzünden insanların öyle ağır eziyetlere maruz kalmalarına gönlü razı olmamış ve ziyaretlerini tehir ederek namazını kılıp Emirdağ’a dönmüştü.

Buna rağmen bütün gazeteler hadiseyi, Bediüzzaman binlerce insanla görüşmüş gibi haber yapmışlar, ana muhalefet partisi bu seyahati bahane ederek hükümete taarruz etmiş, Konya Valisi de Nurcuların kökünü kazıyacağına dair açıklamalar yaparak tehditler savurmuştu.

O sırada yanında bulunan talebeleri, o zaman da hadiseleri bütün safahatıyla yaşadıkları için Üstad, Mevlânâ’yı ve kardeşi Abdülmecid’i ziyaret edeceğini söyleyince telâşlandılar.

Çünkü Valinin, Bediüzzaman’ın Isparta’dan ayrıldığını duyup tedbir aldırmış olabileceğini düşünüyorlar ve emniyet kuvvetleri arabayı durdurup geri gitmeye zorladığı takdirde hiddete gelecek olan Üstadın hastalığının ağırlaşmasından endişe ediyorlardı.

Fakat bütün bunların henüz birer ihtimalden ibaret olduğunu bildiklerinden öyle bir hadisenin vuku bulmaması için Kur’ân’dan âyetler, Cevşen’den duâlar okuyarak Allah’a yalvardılar.

Araba Meram Bağları mevkiine geldiğinde yağmur tekrar başladı. Şehre yaklaştıkça yağmurla birlikte rüzgâr da hızlandı, bulutlar alçaldı, hava karardı ve âdeta göz gözü görmez oldu.

Havanın birden bire bozulması üzerine herkes gibi polisler de can derdine düşerek bir yerlere sığındıkları için yollarda kimse kalmadığından o­nlar da hiçbir engelle karşılaşmadan şehre girdiler.

Konyalı Nur Talebeleri Said Nursî’nin geldiğini duyunca çok sevindiler ve hemen birbirlerine haber vererek karşılayıp ağırlamak istedilerse de o­nun şehirde kalmayacağını, ziyaretlerini yapıp hemen gideceğini öğrenince sevinçle üzüntüyü birlikte yaşadılar.

Bediüzzaman hiç vakit kaybetmeden doğruca Mevlânâ Meydanı’na gitti. Müze kapalı olduğundan içeriye giremeyince namazını eda etmek için Sultan Selim Camii’ne girdi.

Bu arada bazı Nur Talebeleri müze müdürünün evine giderek meseleyi anlattılar ve türbeyi açtırarak Bediüzzaman’ın Mevlânâ’yı ziyaret etmesini sağlamasını rica ettiler.

Müze müdürü, istenen hareketin kendisi için çok riskli olduğunu bildiği hâlde, Said Nursî’ye duyduğu saygı ve hürmetten dolayı her şeyi göze alarak gelip kapıları açtı.

Mütereddit hareketlerinden, böyle bir hadise beklemedikleri anlaşılan ve meseleye, ancak insanlar Mevlânâ Meydanı’na akın etmeye başlayınca muttali olan polisler önceleri pek müdahale etmek istemediler.

Yağmur gittikçe şiddetlendiği, hava da kararmaya başladığı için o­nlar, insanların kendiliklerinden dağılmalarını beklerken, kalabalığın gittikçe arttığını görünce tedbir alma ihtiyacı hissettiler.

Maksatları çoğu zaman yaptıkları gibi yine atlarla aralarına dalarak kalabalığı dağıtmaktı ama o sırada Bediüzzaman’ın camiden çıktığını gören insanlar oraya doğru yönelince caminin önüne dizildiler ve o tarafa geçmelerine fırsat vermediler.

Bu sayede açılan yoldan müzeye doğru giden Bediüzzaman yolu ortalayınca durdu, kalabalığa doğru döndü, mahzun bakışlarla bir süre o­nları süzdü, sağ elini hafifçe kaldırıp hâlleşme işareti yaparak gülümsedi.

Türbenin bahçe kapısına kadar yine talebelerinin yardımıyla gitti. Kapıdan girdikten sonra durdu, kollarını talebelerinin ellerinden kurtarıp olduğu yerde doğruldu, türbeye şöyle bir baktı ve yürüdü.

O anda değişik bir hâlet-i ruhiye içine giriverdi. Vücudu dinç, adımları sakindi. Her adımda bir başka yıldıza basarak yükseliyormuş gibi giderek iki kanadı da ardına kadar açık olan kapıyı geçip eşiğin önünde durdu.

İçeride ışıklar yandığından türbenin, her biri birer san’at harikası olan eşyaları görünüyor, ince tezyinatı parlıyor, mükemmel tefrişatı insanın nezih hasselerini celbediyordu.

Fakat o bu zahiri cazibeye pek itibar etmedi. İçeriye şöyle bir göz gezdirdikten sonra başını hafifçe eğdi, ellerini yüzünün hizasına kadar kaldırdı ve duâ etmeye başladı.

Bediüzzaman’ın bu seyahate Mevlânâ’yı ziyaret etmek için çıktığını zanneden talebelerinden biri; o­nun, türbenin içine girip sandukanın başına kadar giderek uzun uzun duâ etmesini, tezyinata, tefrişata bakmasını, âyet, hadis ve beyitlerden müteşekkil hatları okumasını beklerken kapının eşiğinde durmasına bir mânâ veremedi.

Gün boyu yaptıkları yolculuk sırasında çektikleri korkuyu, yaşadıkları eziyeti, hissettikleri sıkıntıyı hatırlayınca, o­nca zahmetin neticesinin bu kadar kısa bir ziyaret olmaması gerektiğini düşündü.

Aslında, zihnini böyle şeylerle meşgul etmemesi gerektiğinin farkındaydı ama merak etmişti bir kere. Bu muammayı çözmediği takdirde zihninin hep o­nunla meşgul olacağını ve dikkatinin dağılacağını bildiği için o anda yaşanan sessiz bekleyişten istifade etmek istedi.

“Üstad neden türbenin içine girmiyor ağabey?” diye fısıldadı.

Muhatabı soruyu duyduğu hâlde tavrını değiştirmedi. Muhteşem bir hoşamedi faslı seyrediyormuş gibi kendinden geçmişçesine bir süre daha hayranlıkla Üstadına baktıktan sonra nazarını oradan ayırmadan hafifçe o­na doğru eğildi.

“Öyle olması gerekiyor” dedi.

“Neden?”

“Orası, bir bakıma Mevlânâ hanedânının hânesidir. Mevlânâ Celâleddin, kendisini ziyarete gelen Bediüzzaman Said Nursî gibi büyük bir zatı, kırmızı postunun üzerinde bağdaş kurmuş vaziyette karşılayacak değil ya. Elbette, başta babası Bahaiddin olmak üzere bütün hâne halkı ile birlikte kapıda karşılamış, Üstad da o­nlara ayniyle mukabele etmiş olmalı. Ama biz o­nu zahiren orada duruyor gibi görüyoruz.”

“Peki şimdi orada neler oluyor?”

“Şu anda orada zaman durmuşa benziyor ve Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında mânevî hâllerin yaşandığı anlaşılıyor.”

Talebesi bunları tahminen söylemişti ama gerçekten de o an, zamanın durduğu andı. Bediüzzaman da türbenin değil Berzahın eşiğinde duruyordu ve biri dünyada, diğeri berzahta birbirine müteveccih iki nuranî sima arasında zamanı aşan hârikulâde hâller yaşanıyordu.

Bu ziyaret, bir süre sonra berzah âleminde yapılacak mânevî bir hoşamedi merasiminin mukaddimesine benziyordu. Zira Bediüzzaman, rüyasında kendisini Urfa’ya çağıran İbrahim Aleyhisselâmın dâvetine icabet etmeye gidiyordu.

Nitekim üç gün sonra Urfa’da ahirete irtihal ederek Makam-ı İbrahim’e (as) defnedilecek ve aralarında Mevlânâ’nın da bulunduğu ‘Selef-i Salihinden, âsarın mebuslarından’ müteşekkil bir heyet tarafından karşılanacaktı.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. allah bizleri boyle islam kandillerinden uzak tutmasin ve isiklari herdaim uzerimizdeki karanliklardan ali koysun sefaat ya resullalah sefaat ya habib allah…….

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*