Müflis Proje: KEMALİZM

Atatürk’ü Koruma Kanunu kaldırılmalı

Yaklaşık 60 sene önce çıkarılan 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu Türkiye’nin yakın tarihine dair araştırma ve yorumların üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanmaya devam ediyor. İşin garibi, zaman içinde Hürriyet gibi, logosunun yanına Atatürk resmi koyacak kadar Atatürkçü ve Cumhuriyet gibi Atatürkçülükle yaşıt gazeteleri dahi vurabilen bu kanunu kimse savunamıyor ve sahiplenmiyor. AB de eleştiriyor. Ama hâla yürürlükte.

Atatürk’ü tartışmak

Türkiye’deki en hassas konulardan biri, Atatürk meselesi. Çünkü akılcı ve soğukkanlı bir şekilde konuşulup tartışılamıyor.

Bir kesimin “ebedî şef’ ve “ulu önder” olarak görüp tabulaştırdığı Atatürk, bilhassa dinle ilgili konularda millet ekseriyetini rencide eden icraatlara imza atmış bir kişi olarak eleştirilere muhatap.
Sonuçta Atatürk, ismini tabulaştıranlar ile seviyesiz tahkirlere hedef kılanlar arasında süregiden bir polemiğe sıkışıp kalmış durumda.

Atatürk’ü putlaştıranlar, ona ve icraatına yöneltilen seviyeli ve ciddî eleştirileri dahi “Atatürk düşmanlığı” ile damgalayıp topa tutarken, herkesin Atatürk’ü sevmek zorunda olduğu gibi garip ve saçma bir yaklaşım sergiliyorlar.

Atatürk’e muhalif kesimlerdeki üslûp ve doz hataları da, bu kör dövüşünü alevlendiriyor.
Oysa Atatürk’ü mâkul bir değerlendirmeye tâbi tutmanın en önemli şartlarından biri, toplumun her kesimiyle demokratik tartışma olgunluğuna erişmesi.
Konuyu hissî yaklaşımlardan arındırmak, akılcı ve sakin bir üslûpla değerlendirmek gerekiyor.

Elbette ki, Atatürk tarihe mal olmuş bir kişilik. Siyasî ve askerî dehasıyla bir döneme damgasını vurmuş. Millî mücadele zaferle sonuçlanıncaya kadar milletin baş tacı olmuş; ama zafer sonrasındaki icraatı ile dindar milletimizi rencide etmiş.

Şu da bir vakıa ki, Atatürk’e objektif bir gözle bakıldığında, ortada bir “deha”nın söz konusu olduğu açık. Bunu Bediüzzaman da söylüyor. Ama deha tek başına bir değer ifade etmez. Önemli olan hadise, bu dehanın hangi istikamette ve ne şekilde kullanıldığı.

Gelin, bu istikameti, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in geçmiş yıllardaki bazı değerlendirmelerine bakarak, birlikte tayin etmeye çalışalım.

Demirel, cumhuriyet sonrasında dine karşı takınılan tavrı yorumlarken şöyle demişti:

“Bilhassa cumhuriyetin ilk günlerinde, 1920’lerde, Bolşevik isyanının da başarıya ulaşması sonucunda, değişik fikir cereyanları, dini, ilerlemenin bir bağı saymış, geri kalmanın da sebebi saymış, açıkçası, din düşmanlığı, dinsizlik, ilerlemenin şartı sayılmıştır. Bu, Türkiye’de milletle devleti birbirine küstürmüştür. 1920’ler sonrasının devleti, millet için değildir. O günlerde millet, devlet içindir.” (Köprü, Ağustos-1991; İslâm Demokrasi Laiklik, s. 61 )

O günlerde dine karşı yürütülen baskı politikasının başında Atatürk vardı. Demirel’e bunu hatırlattığımızda da şu cevabı almıştık:

“Netice itibarıyla, 1930’lardaki durum bugün yok. Doğru olsaydı devam ederdi. Her zaman tekrar etmekten haz duyarım: Millet, inkılâp vesaire diye dini üzerine bir baskı getirildiğini görünce, devlete küsmüştür. Türk milleti, Yunan istilâsına karşı aktif mukavemet olarak İstiklâl Savaşı tepkisini gösterdikten sonra, zaferin akabinde kendi devletinin ‘Modernleştiriyoruz’ diye din üzerinde getirdiği baskılara da pasif mukavemetle tepki göstermiştir. Çok şâyân-ı dikkattir. Çok büyük mukavemet göstermiş, küsmüştür devletine. Onun içindir ki, o gibi şeyler yürümemiş, bir yerde kalmıştır.” (Köprü, Ağustos-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 197-8 )

M. Kemal’in zaferden sonra dine karşı tavrını ortaya koyan pek çok örnekten birkaçına göz atarsak:

Meselâ 1932-33 yıllarında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisinin, Atatürk’le görüşmesini anlatırken aktardığı, “Kur’ân’ı tercüme ettirerek halkın gözünden düşürmeye çalıştı” gözlemi (Radikal, 6.9.06).

Millî mücadele kahramanlarından olduğu halde, zafer sonrasında dışlananlardan Kâzım Karabekir’in M. Kemal’den aktardığı sözler de bu gözlemi teyid ediyor:

“Evet, Karabekir; Araboğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Tâ ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…” (Paşaların Kavgası, Yayına hazırlayan: İsmet Bozdağ, s. 159; aynı bilgi, Karabekir’in, Uğur Mumcu tarafından düzenlenip 10-29.1.1990 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen hatıralarında da var.)

M. Kemal’in “Araboğlu” dediği, Peygamberimiz (a.s.m.); “yave,” yani “safsata ve saçmalık” olarak nitelediği de Kur’ân’ın âyetleri. Hâşâ!…

{Said Nursî, “Kur’ân’a karşı suikast” olarak vasıflandırdığı ve “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin” sözüyle açığa vurulduğunu belirttiği “dehşetli plan”dan söz ederken, bu olayı anlatıyordu. (Sözler, s. 425)}

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, “Atatürk, agnostik (şüpheci) düşünceyi benimsediği için Hz. Muhammed ile diğer peygamberleri kabul etmiyordu” şeklindeki değerlendirmesi, bir başka örnek (sentezhaber.com, 31.10.06).

Ve yıllar önce Doğu Perinçek’in ifşa ettiği Medenî Bilgiler kitabında Atatürk’ün el yazısıyla yer alan “İslâm Türkleri uyuşturdu. Türk milleti birçok asırlar, bir kelimesinin mânâsını bilmediği halde Kur’ân’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü” sözleri (Can Dündar, Milliyet, 31.10.06).

Atatürk yaşasaydı…

Türkiye’de zihinler hep Atatürk’ün ölümü üzerine oluşturulan matem havasına ve ağıt edebiyatına şartlandırıldığı için, Atatürk’ün şahsı da, icraatı da değerlendirilemedi ve anlaşılamadı.
10 Kasımlar matem günü olmaktan çıkarıldı, ama bu hava hâlâ dağılmış değil.
Eğer Atatürk 1938’de ölmeseydi de, söz gelişi 1958’e kadar yaşasaydı, böyle olur muydu?
Çok büyük bir ihtimalle, hayır.

Bugün İnönü’nün, Bayar’ın, Gürsel’in, Sunay’ın, Korutürk’ün ve Özal’ın vefat yıldönümlerinde, 10 Kasım’daki Anıtkabir törenlerine benzer kasvetli anma merasimleri düzenleniyor mu?
Halbuki onlar da Türkiye Cumhuriyeti devletinin en tepe noktasında bulunmuş insanlar.

Atatürk’ün farkı ne?

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna imza atmış ve ilk cumhurbaşkanı unvanını almış olması. Ve de tek parti döneminde ölmesi.
Oysa ömrü vefa edip de demokrasi devrine yetişebilseydi, durum her halde çok farklı olurdu.
Hüsamettin Cindoruk 1995’te, TBMM Başkanı iken kendisiyle yapılan bir mülâkatta bu konuda çok enteresan şeyler söylemişti.
Yeni Yüzyıl gazetesinde Nuran İnanç’ın “Atatürk 1958’e kadar yaşasaydı 60 ihtilâli olur muydu?” sorusuna önce şu soruyla karşılık vermiş:
“Evvelâ 50 olur muydu?”
Ardından da ikinci sürprizini yapmış:
“Eğer 1958’e kadar ülke demokrasiyle yönetilseydi, Atatürk iktidarda kalamazdı.”
Neden?

“Çünkü Atatürk çok katı fikirleri olan biriydi. Laiklik konusunda titizdi; yaptığı inkılâpların ilkelerini sonuna kadar korumak için çalışacaktı. Demokrasi içinde bu fikirler söylenip uygulanmak istediğinde, taraftar bulabileceği gibi, karşıtları da olacaktı. Atatürk halk çoğunluğuyla karşı karşıya gelebilirdi. Bir de, İkinci Dünya Savaşının getirdiği yoklukların faturasını halk bir isme çıkartmalıydı. İnönü’ye çıkarttı. Atatürk iktidarda olsaydı Atatürk’e çıkartabilirdi.”

Cindoruk’tan ilginç bir değerlendirme daha:
“Atatürk sağ olsaydı, rakibi Celâl Bayar olmazdı. Bayar, Atatürk’ü ibadet edecek kadar seviyordu. Onun için, 46 hareketinin başında kesinlikle Bayar olmazdı. Belki Adnan Menderes olurdu.”
“Atatürk’ü tabu kabul etmek çok yanlış” diyen Cindoruk, sohbetinin sonunda gençlere, Atatürk’ü tartışmaları çağrısında bulunmuş (Yeni Yüzyıl, Şubat 1995).
Cindoruk’un bıraktığı yerden devam ederek sorarsak: Farz-ı muhal, Atatürk hayatta olsa idi, bugünkü siyasî yelpazenin neresinde yer alırdı? Kurucusu olduğu CHP’de mi, yoksa AKP’de mi?
Bu sorunun cevabını, Atatürkçülük yarışında birinciliği kimselere bırakmayan siyasîler vermeli.

Ama eğer Atatürk yaşasaydı, çok büyük bir ihtimalle, 2000’lerin Türkiye’sinde “ulu önder” diye anılmazdı. Demokratik kuralların işlediği bir sistemde hâlâ iktidarda kalabilir miydi, tartışılır. Ama ister iktidarda olsun, ister muhalefette; kendisinden “Sayın Atatürk” diye söz edilir ve hararetli siyasî polemiklerden payına düşeni mutlaka alırdı.

Peki, eğer Atatürk bugün hayatta olsaydı, acaba nasıl bir imaja sahip olurdu? Millî mücadelenin zafere ulaşmasına kadarki imajıyla mı muamele görürdü; yoksa zafer kazanılıp da iktidarı ele geçirmesinden sonraki icraatıyla mı değerlendirilirdi?

1993’te eski Başbakanlardan Tansu Çiller’in Monako Prensesi Caroline ile Savarona yatında bir araya gelmesini yorumlayan Sabah yazarı Fatih Çekirge’nin yazdıkları, böyle bir tartışmaya ilginç boyutlar getirmişti:
“Eğer Atatürk bugün yaşasaydı ve böyle bir yat alsaydı ne yapardık? Eminim, birtakım ağızlardan hanedan çığlıkları yükselirdi. Hattâ daha da ileri giderek, ‘Millet Güneydoğu’da ölüyor, işçinin açlıktan nefesi kokuyor, o kendisi yat alıyor’ diye topa tutardık.”

Atatürk hayatta olup da iktidar koltuğunda otursaydı, ülkede demokratik bir sistem hakim olur muydu? Orası meçhul. Ama yine faraziye olarak, Atatürk’e rağmen demokrasiye geçildiğini ve de Atatürk’ün genel seçimler neticesi iktidara geldiğini varsayalım. İcraatı, muhalefet liderlerince nasıl topa tutulurdu:

“Sayın Atatürk yanlış yolda.”
“Sayın Atatürk ne yapmak istiyor?”
İktidarda değil de, muhalefette kalsaydı, meselâ hâlâ CHP’nin başında olsaydı, iktidara yönelttiği eleştiriler ya kaale alınmaz ya da ilginç polemiklerle cevaplandırılırdı:
“Sayın Atatürk önce kendi icraatının hesabını versin.”
“Sayın muhalefet liderinin iddialarını ciddîye almıyoruz.”

Evet, çok partili demokratik sistemde Atatürk üç aşağı beş yukarı bu gibi polemiklerin konusu, muhatabı ve tarafı olacaktı. Ve bu tartışmalardan kimse gocunmayacak; bunlar demokratik tartışmanın bir gereği olarak telâkki edilecekti. Tartışmalar sonucu nihaî karar da milletin olacaktı.

Bu tartışmaları demokrasiye yakışır bir olgunluk içinde hazmedebilir miydi? Bunu bilebilme imkânından mahrumuz. Çünkü Atatürk, çok partili demokrasiye geçilmesinden on iki yıl önce öldü.
Dolayısıyla onun “demokrasi”ye bakışını değerlendirmek için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırka karşısında takınmış olduğu tavırdan başka bir ipucuna sahip değiliz.

Öldüğü tarihte Türkiye, onun kurduğu tek parti rejiminin cenderesi altındaydı. Serbest seçimler ve hür tartışma ortamı yoktu. Atatürk buyurur, herkes uyardı; uymak zorundaydı. Muhalefet etmek kimin ne haddine düşmüştü…

Bugün Türkiye’de çok partili demokrasiden söz ediliyor. Ama ne gariptir ki, 73 yıl önce ölmüş olan Atatürk ve icraatı yine eleştirilemiyor. Ona yönelik tenkitleri önlemek ve cezalandırmak için çıkarılmış özel bir kanun, 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu Türkiye’nin yakın tarihine dair araştırma ve yorumların üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıyor.

İşin garibi, zaman içinde Hürriyet gibi, logosunun yanına Atatürk resmi koyacak kadar Atatürkçü ve Cumhuriyet gibi Atatürkçülükle yaşıt gazeteleri dahi vurabilen bu kanunu kimse savunamıyor ve sahiplenmiıyor.

Bakınız, ülkemizde gerek idarî kademede, gerekse fikir hayatında önemli konumlarda bulunmuş olan bazı kişiler Atatürk’ü Koruma Kanunu hakkında neler söylemişler:

Süleyman Demirel: “Türkiye’nin Atatürk’ü kanunla korumaya ihtiyacı yok.”

Hüsamettin Cindoruk: “Bu kanun demokrasiye yakışmaz. Dünyada böyle bir kanun yok.”

Prof. Dr. Mele Tuncay: “Bu kanun, Demokles’in kılıcı gibi kullanıldı. Atatürk’e nesnel bir gözle ve eleştirel bir tarzda bakmak bile imkânsız hale geldi. Ben Batı ülkelerinde böyle birşey görmedim.”

Prof. Dr. Bülent Tanör: “Atatürk’ün kanunla korunması, Türkiye halkına ayıptır. Böyle bir şahsiyeti kanunla korumaya devam etmek halka da, o tarihî şahsiyetin kendisine de saygısızlıktır. Bence artık bu kanunun kaldırılması gerekir.”

Güneş Gürseler (SHP eski genel başkan yardımcısı): “Atatürk’e ve devrimlerine karşı çıkanlarla mücadelenin yolu bu kanun değildir. Bu konuda yasaya sığınmamak gerekir.”

Halit Çelenk (Avukat): “Atatürk aleyhine işlenen suçlara ilişkin kanuna benzer bir kanunun başka ülkelerde olduğunu sanmıyorum. En azından ben rastlamadım. Bence böyle bir yasaya gerek yok.”

Bu kanunun basın ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı, AB’nin Türkiye için her yıl hazırladığı ilerleme raporlarında da yer alıyor.

ATATÜRKÇÜLÜĞÜ HERKESİN KAFASINA ÇAKAMADILAR

Kemalizm“Atatürkçülüğü herkesin kafasına çakma” hedefiyle yola çıkan 12 Eylül askerî yönetimi işin içinden çıkamayınca meseleyi komisyona havale etmiş, kurdurduğu 16 kişilik komisyona üç ciltlik “Atatürkçülük Nedir?” adlı bir kitap yazdırmış ve bu durumu Demirel şu ifadelerle eleştirmişti:

“Senelerce Atatürkçülük üzerinde konuşulduktan ve ‘Atatürk ilkeleri ihlâl ediliyor’ diye darbeler yapıldıktan sonra, Atatürk’ün ölümünden hemen hemen kırk sene sonra ‘Atatürkçülük nedir?’ diye araştırılmaya girilmesini taaccüp ve hayretle karşılarım. Ama olmuştur.” (Köprü, Kasım-1988¸ İslâm Demokrasi Laiklik, s. 147)

Bu kitabın Kenan Evren imzalı takdim yazısında, amaçlar şöyle ifade ediliyordu: “Gelecek nesilleri Atatürkçülükte bütünleştirmek, Atatürkçü ideolojiyi benimseyen birer vatandaş olmalarını sağlamak ve Atatürkçülüğü tüm faaliyetleri kapsayacak genişlikte açıklamak…”

Ders kitabı olarak da kullanılmak üzere kitap yazdırıldı, yayınlandı. Ama “nesilleri Atatürkçülükte bütünleştirme” hedefine ulaşılamadı.
12 Eylülcüler, Atatürk’ün doğumunun 100. yılına tekabül eden 1981’i de bu hedef için değerlendirmek istediler.
Yine başarılı olamadılar.
Yıl içinde yapılan program ve toplantılar unutuldu.

Heykel ve büst kampanyaları heykelcileri; bazı okullara, mahallelere ve köprülere verilen 100. yıl isimleri tabelacıları ihya etti, ama yapılan propagandaların zihinlerde kalıcı bir iz bıraktığı söylenemez.
Hattâ İstanbul Bağcılar’daki “Yüzyıl köprüsü” örneğinde olduğu gibi, halkın dilinde, bağlam ve amacından uzak bir anlamla yer tuttu.

12 Eylül’ün tahribatını bir türlü temizleyemeyen Türkiye’nin, 28 Şubat tüneline girmesi ve ve 12 Eylül’den sonra yapılmaya çalışılan şeyin 28 Şubat sonrasında bir defa daha tekrarlanmak istenmesi, başarısızlığın bir başka tescili oldu,

Eğer 12 Eylül hedefine ulaşsaydı, darbeden yirmi yıl sonra “Atatürkçülüğe yönelik kavram kargaşasına son noktayı koymak, bir standart sağlamak ve Atatürkçü düşünceyi yaygınlaştırmak” için, Genelkurmay’da kısaca ATAREM olarak anılan Atatürkçülük Eğitim ve Araştırma Merkezi kurulur muydu?

Ama ATAREM de, 13.4.2000 tarihli Hürriyet’te “Atatürkçülüğe Genelkurmay standardı” başlıklı bir habere konu olduktan sonra bir daha gündeme gelmedi.
Derken, seneler geçti. Ve 2006’nın, Atatürk’ün doğumunun 125. yılı olduğunu ancak o yılın sonuna doğru öğrendik.

Gerçi bir ara, Başbakanın da konuşmacı olarak katıldığı 125. yıl programlarının tertiplenmiş olduğunu, ajans bültenlerinden ve bazı gazetelerin iç sayfalarına sıkıştırılmış küçük haberlerden öğrendik.
Ama o zaman da bu konu ağırlıklı bir gündem oluşturamadı.

Arada bir ortaya sürülen “Anıtkabir’e ziyaretçi akını” türünden haberlerle bu havanın dağıtılabildiğini iddia etmek de bir hayli zor.

Okullarda ve medya kanalıyla yapılan onca propagandaya rağmen netice alınamadı.
Bunlara camileri ilâve edip mihrab ve minberlerden metazori Atatürk’e dua ettirme girişimleri de işe yaramadı, tam tersine eleştirildi.
Velhasıl, ne yapılırsa yapılsın, aşı tutmadı.
***

Aşı tutmayınca…

Türkiye’de devletin halkla, toplumla ilişkilerinde ciddî sorunlar bulunduğu, herkesin üzerinde mutabık olduğu bir tesbit olsa gerek.

Çünkü bu ilişkiler halkın gönlünü kazanma esasına değil, halkı halka rağmen yönlendirip biçimlendirmeyi öngören “toplum mühendisliği” projelerine dayandırıldı.
12 Eylül’den sonra yıllar boyu MGK bünyesinde faaliyet gösteren ve AB reformları çerçevesinde lağvedilen Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığınca yürütülen psikolojik harekât operasyonları bunun bir neticesi.

Ve MGK’daki söz konusu birimden ayrı olarak, MİT ve emniyet başta olmak üzere diğer devlet kurumları içinde kamuoyunca bilinmeyen başka psikolojik harekât birimleri de vardı.
Psikolojik harekât için kullanılan bir başka tabir de, psikolojik harp. Ve bu harekât, çoğu zaman dış tehditlerden ziyade, iç tehdit konseptleri çerçevesinde halka karşı uygulandı.
Bunun yakın tarihteki çarpıcı örneklerini 28 Şubat sürecinde hep birlikte görüp yaşadık.

Bu süreçte Sincan’da tank yürütmekten Genelkurmay’da hakim ve savcılarla medyaya irtica brifingleri vermeye; “sivil” devlet kuruluşlarını hükümet karşıtı bir kampanya için bir araya getirmeye; boyun eğmeyen gazeteleri DGM’ler yoluyla susturup yıldırmaya; “aykırı” yazarları andıçlarla hedef haline getirmeye varıncaya kadar pek çok yöntem kullanıldı.
Hedef muhalif sesleri susturmak ve toplumu kendi görüşlerine göre şekillendirmekti.
Bunun çerçevesi de, MGK Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığının yönetmeliğinde çiziliyordu:

“Türk toplumunu Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılâpları, millî ülkü ve değerler etrafında birleştirerek, millî birlik ve bütünlüğü sağlamak. Anayasa düzenine, millî birlik ve bütünlüğe, Türk milletini Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve millî ülkü ve değerler etrafında birleştirerek millî hedeflere yönlendirmeye karşı yurt içi ve yurt dışında oluşan tehdidi etkisiz kılmak.”

Bu hedefler çerçevesinde MGK Genel Sekreterliği her türlü psikolojik harekâtı yaptı. Bu uğurda bilhassa TRT ve AA’yı yoğun şekilde kullanıp onlar üzerinden diğer medya organlarını da yönlendirdi. Bakanlıkları, kamu kurumlarını ve özel kuruluşları kapsama alanına aldı. Bütçelere dahi müdahale etti. Peki, bütün devlet imkânları sonuna kadar kullanılarak gerçekleştirilen bunca operasyonla arzu edilen netice elde edilebildi mi?

Cevabı, MGK’nın en son asker kökenli Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç, görevi bırakırken yaptığı devir-teslim konuşmasında şöyle verdi:

“Çağdaşlaşmanın temeli olan Atatürkçü düşünce sistemini toplumun her katmanına yayamadığımız bir gerçektir.” (Vatan, 26.8.03)
Bu itiraf, Mehmet Ali Kışlalı’nın Radikal yazarı olduğu günlerde zaman zaman yazdığına göre, bazı generallerin kendi aralarında yaptıkları değerlendirmelerde sık sık “Atatürkçülüğü topluma anlatamadık ve mal edemedik” diye yakındıkları bilgisiyle de örtüşüyor.

Keza Genelkurmay eski Başkanlarından e. Org. Hilmi Özkök’ün, Menemen olayının yıldönümü vesilesiyle yayınladığı bir mesajdaki cümlelerle de.
Kubilay adının, genç nesillere zorunlu olarak öğretilmesi gerekli bir “kök bilgi” olduğunu savunan Özkök, tarihimizde bu nitelikte çok sayıda olayın yaşandığını başkaca bir örnek vermeden ifade ettikten sonra şunu eklemişti:

“Genç nesillere bu ‘kök bilgi’leri özümsetecek yöntemleri bulmadıkça, çağdaş fikirlerin körpe dimağlarda yeşertilmesi mümkün değildir…”
Böylece Atatürkçülüğü millete anlatamama şikâyeti ile, Menemen hadisesinin Atatürkçülük açısından taşıdığı anlamı genç nesillere özümsetecek yöntemi bulamama sıkıntısı aynı düzlemde buluştu ve Atatürkçülük ideolojisinin iflâsı bir kez daha kayda geçmiş oldu.

Atatürkçülük neden yıprandı?

Atatürkçülük tartışması sürerken, Cumhuriyet gazetesinde Yurdakul Fincancı imzasıyla yayınlanan yazı dizisinin 6 Temmuz 1992’ye rastlayan “Türkiye’de devlet ve ideoloji” başlıklı bölümünde, konuyla ilgili enteresan tesbitlere yer verilmişti. Bu tesbitlerden bazılarını, yorum yapmaksızın, birlikte gözden geçirelim:

Altı ok tutarsız: Cumhuriyetin başından 1980’e kadar devlet mekanizmasını yönlendiren fikir çerçevesi, ideolojik bir ilkeler potpurisidir. Cumhuriyet aydınlarının, uluslararası esintilere göre rastgele biçimlediği o ilkeler, sağ ve sol ideolojilerden derlenmiş “altı ok” karmasıdır; bir ideolojide aranması gereken evrensel bütünlük ve tutarlılıktan yoksundur.

Önce devlet: Altı ok ilkeleri gerçi bireyi ve toplumu değiştirmeyi, dönüştürmeyi amaçlamıştır, ama bunu siyasal üst yapıyı, devleti değiştirerek başarmayı öngörmüştür. O nedenle de altı ok umdeleri, toplumu değil, devleti tanımlamayı öncelikli gören bir yaklaşımın ürünüdür.

Halktan kopuk laik devlet: Cumhuriyet döneminin önde gelen iki ilkesi laiklik ve cumhuriyetçiliktir. Ama gerek cumhuriyetçilik, gerek laiklik, toplumsal dokunun niteliği değildir; siyasal üst yapının, yani devletin niteliğidir. Devlet cumhuriyetçidir; ama bu, toplum ve birey unsuru eksik bürokratik bir cumhuriyetçiliktir. Türkiye laiktir, ama bu, halktan kopuk bir devlet niteliğidir.

Laiklik, bürokrasinin dini: İslâmda halktan ayrışık bir din adamları sınıfı yoktur. Din hocası da halktan biridir. O nedenle laik sözcüğü bizde, kavramsal bir temelden yoksun kalmıştır. Hilâfeti içermeyen, din ile siyaseti ayrı tutmayı amaçlayan bir düzenin adı olarak benimsenmiştir. Başka deyişle, halkı değil, devleti tanımlamak için kullanılmıştır. Böylece, zaten soyut bir kavram olan devlet kavramının önüne, Türkçede somutlaşamayan bir laiklik kavramı eklenmiştir. Bu yüzden de laiklik, bürokrasinin dini olmuştur.

Milletten önce gelen milliyetçilik: Cumhuriyetin temel niteliklerinden bir başkası milliyetçiliktir. Çok uluslu Osmanlı devletinin yıkıntıları üzerinde bir cumhuriyet kurarken, kul yerine cumhuriyet uyruğunu, Osmanlı yerine Türk kavramını koymak ve din bağının dışında siyasal bir bağ yaratmak için Türklük ve Türk milliyetçiliği doğal olarak öne çıkarılmıştır. Ama devletin güttüğü bir amaç olarak belirlendiği için, milliyetçilik, milletten önce gelmektedir. Bu ilkeyle belirlenen, halk değil, devlettir.

Çeyrek yüzyıl geçmeden: Toplumsal olmayan elitist niteliklerinden ötürü, altı okun bazı ilkeleri, cumhuriyetin kuruluşu üzerinden çeyrek yüzyıl geçmeden, Türk toplumuna dar gelmeye başlamıştır. Toplum 1940’larda birbiriyle çatışan iki etkinin altına girmiştir. Biri demokratikleşme, ikincisi “eski altın günler”e dönüş eğilimiydi. Bu iki eğilimin etkisi altında kalan toplum, elitist devletin güdümünde, 1940’larda statik bir konumda kalmıştır. İleriye ya da geriye dönük dinamik etkilerin, toplumu daha güçlü biçimde egemenliği altına alması, 1940’ların sonuna doğrudur.

14 Mayıs-halkın devlete başkaldırısı: Toplumsal değişim ihtiyacı, ilk kez 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde kendini açığa vurmuştur. Seçim sonuçları, bir bakıma toplumun elitist devlete başkaldırısıdır. Nitekim Demokrat Parti hükümetleri, eski elitist bürokrasiyi dağıtarak ve onun yerine, yine antikomünist olan, ama belli bir ideolojinin taşıyıcısı olmayan, DP rozetli bir bürokrasi koyarak, elitist devletin omurgasını değiştirmiştir.
Altı okçu mekanizma söküldü: DP döneminde elitist altı okçu devlet mekanizması sökülmüştür ve pratik siyaset, altı ok ilkelerinin çoğunluğunu yadsıyan bir yola girmiştir. Ne var ki, aynı pratik siyaset, henüz ideolojik içerikten yoksundur.

27 Mayıs da başarılı olamadı: 27 Mayıs müdahalesinin (…) önemli bir başka neden(i), 27 Mayısçıların “Atatürkçülükten sapma” diye niteledikleri gelişmelerdir. Bu yönüyle 27 Mayıs, bir tür altı ok savunuşudur. 27 Mayıs askerî müdahalesi, laiklik ve cumhuriyetçilik başta olmak üzere, Atatürkçü ilkeleri yeniden tahtına oturtma kararlılığıyla gelmiştir. Ama askerî bir rejim olmasına rağmen, 27 Mayıs yönetiminin siyasal devletçiliği, hiçbir zaman tek parti dönemi boyutlarında değildir.

Sivil yönetimler Atatürkçülüğü savsakladı: 27 Mayıs askerî müdahalesini izleyen sivil yönetimler, Atatürkçü altı ok ilkelerini genelde savsaklarken, ekonomik devletçiliğe uzun süre bağlı kalmışlardır. Laiklik, cumhuriyetçilik, halkçılık, devrimcilik ve milliyetçilik ilkeleri artık devletin niteliklerini belirleyici değildir. Bu ilkeler söylemde yine el üstündedir, ama pratikte Said Nursî damgalı dinci ve antilaik eğilimler, Ticanî tarikatçılığı, padişahçılık siyasetle el eledir.

12 Mart da işe yaramadı: Muhtıra müdahalesi şeklinde beliren 1971 askerî müdahalesinden sonra bir süre iş başında kalan, partiler dışı Nihat Erim hükümeti zamanında ise Atatürkçü siyasal devletçilik, geleneksel biçimiyle bir ölçüde öne çıkmışsa bile, artık devleti tanımlar olmaktan uzaklaşmıştır.

Lâfta Atatürkçü, pratikte değil: Erim hükümetini izleyen parti hükümetleri döneminde de Atatürkçülük konumunda büyük değişiklik olmamıştır. Söylem Atatürkçülüğü sürmektedir, pratik siyasette ise Atatürkçü ilkeler artık devleti tanımlamamaktadır.

12 Eylül-Atatürkçülük unutuldu: 12 Eylül rejimi döneminde söylem Atatürkçülüğü sürmektedir; ama laiklik dâhil, siyasal devletçilik ilkeleri tümden unutulmuştur. 12 Eylül pratiği de henüz bir ideoloji kimliğine bürünmemiş ve devleti tanımlar hale gelmemiştir.

Fincancı’nın bu değerlendirmelerinden yedi yıl sonra Türkiye 28 Şubat sürecine girdi. Gerekçe yine “İrtica devleti ele geçiriyor, Atatürkçülük ve laiklik elden gidiyor” iddiası idi. Ve bu iddia ile yapılan post-modern müdahalenin hangi sonuçları doğurduğunu hep birlikte görüp yaşıyoruz.

Gelinen nokta ise, dayatmacı bir ideolojinin sun’î teneffüsle yaşatılmak istendiği, ama artık uzatmaları oynadığı bir aşamayı ifade ediyor.

Prof. Dr. Şerif Mardin: Kemalizm kuru ve sığ

MARDİN: KEMALİZMİN İçinde ne var, dışında ne var, nelerden meydana geliyor, belli değil. Meselâ laiklik DENİYOR, AMA LAİKLİK ne demek? Bunu nasil uygulayacağiz?

Prof. Dr. Şerif Mardin’in yıllardan beri tekrarladığı bir tesbiti var: Kemalizm kuru ve sığ; toplumun derinliklerine nüfuz edemiyor.
Ve işin enteresan tarafı, Şerif Mardin “Kemalizme karşı değilim” diyen de bir insan. Bu ideolojinin, “Türkiye’yi kurtarmak için ortaya atılmış olan, akıllıca, pratik bir araçlar bütünlüğü” olduğunu düşünüyor. (Ruşen Çakır, Vatan, 20.5.08 )

Ama “Gelişmiş bir söylem olduğuna inanmıyorum. Felsefî derinliği yok” diyor. “İçinde ne var, dışında ne var, nelerden meydana geliyor, belli değil. Meselâ laiklik deniyor. Güzel, ama laiklik ne demek? Bunu nasıl uygulayacağız?” diye devam ediyor ve ardından şu eleştiriyi getiriyor:

“Kemalizm ‘devlet içinde devlet’ kurdurmamakta kararlıdır. Bu o zaman ne biçim bir laikliktir? Kemalizmin belirleyici yönünün laiklik olması yetmez, başka şeyler de söylemeli.” (a.g.g.)
Mardin, Batıda da Kemalizmin “gerekli, fakat sığ olduğu”nun kabul edildiğini belirterek, “Herkes Kemalizmin Türkiye’yi kurtardığı, fakat derinliği olmadığında birleşiyor” görüşünü ortaya atıyor.
Bütün bunlar alt alta konulduğu zaman Mardin’in de net olmadığı, söylediklerinde doldurulması gereken boşluk ve açıklar bulunduğu görülüyor. Meselâ Kemalizmin Türkiye’yi kurtardığını söylerken, neden, kimden ve nasıl kurtardığı sualinin cevabını vermiyor. Derinliği olmayan, sığ ve kuru bir ideolojinin bunu nasıl başardığının da.

Mardin’in beyanlarında öne çıkarılan ve laikçi kanadı bir kez daha küplere bindiren sözlerinden biri de bazı gazetelerin sürmanşetinde “İmam öğretmeni yendi” şeklinde özetlenen ifadesi.
Camisi, imamı, imamın okuduğu kitapları, tekkesi, tarikatı, külliyeleri, esnafıyla Osmanlı toplumsal hayatının gerçek bir birimi olarak nitelediği mahalleye, cumhuriyet döneminde öğretmen, okul, öğrenci ve öğrencinin kitabı üzerine inşa edilen bir yapının rakip olarak çıkarıldığını belirten Mardin, çıkan sonucu “Öğretmen kaybetti, ama çok kaybetmedi” diye ifade ediyor.
Bunu da “Öğretmenin getirdiği yeni inşa ve grup tipinin Anadolu’da bir etkisi oldu, ama 1950 sonrasında öğretmen geri kaldı” şeklinde açıklıyor.

Haddizatında, Mardin’in sözlerinden imamla öğretmeni rakip sayan bir sonuç üretip, ülkede böyle bir ikilem varmış gibi göstermenin de reel bir dayanağı en azından bugün için bulunmuyor.
Tek parti döneminde köy enstitülerinde yetiştirilen öğretmen modeli yaygınlık kazansa ve din eğitimini tamamen ortadan kaldıran uygulama devam etseydi, zaten ortada imam da kalmazdı.
Ama öyle olmadı. Dinsiz olmanın ötesinde, inkârcılığın propagandasını da yapan öğretmen yetiştirme sistemi fazla devam edemedi. Ve din görevlisi yetiştiren eğitim kurumları açıldı. Ayrıca, kimilerince tahrik amaçlı, kasıtlı ve abartılı şekilde “Öğretmenler imamlaştı” şeklinde ifade edilen vâkıa yaşandı. Ancak bu hali ortaya çıkaran saik devlet değil, sivil zemindeki manevî hizmetlerdi.

Sonuç: Kuru ve sığ bir ideoloji olarak ülkenin başına musallat edilen Kemalizme toplum direndi. Bu sessiz direnişi kırmak için yapılan her müdahale Kemalizmi biraz daha yıprattı. “Baltanın sapları” araya girmese, çoktan defteri dürülecekti.

***

Atatürkçülüğün neresindeyiz?

Anayasa Mahkemesi eski Başkanlarından Yekta Güngör Özden, “Bugün Atatürk ilkelerinin ne kadar uzağındayız?” şeklindeki bir soruya şu karşılığı vermişti:
“Bugün Türkiye’de Atatürkçülük yaşanmıyor ki, uzaklık veya yakınlığımızdan söz edebilelim…”
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilk devlet başkanı Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938’de hayata veda etti.

Ama onun adına oluşturulan “Atatürkçülük,” o zamandan beri gündemde tutulmak isteniyor.
Dünyanın neresinde münhasıran kişi adıyla bağlantılı olarak meydana getirilen bir “ideoloji,” devletin resmî görüşü olarak muhafaza ediliyor?

Türkiye’deki Atatürkçülüğün muadili bir “felsefe,” dünyanın hangi ülkesinde mevcut?
Söz gelişi, Amerika’da Washingtonculuk, Fransa’da De Gaullecülük, Almanya’da Bismarkçılık, Arjantin’de San Martincilik, Pakistan’da Cinnahçılık var mı?

Türkiye bu alanda eşsiz ve benzersiz.
Devletin temel belgesi olan anayasanın muhtevası, daha başlangıç bölümünden başlayarak baştan sona Atatürk’ün ismiyle donatılmış.
Ve bu durum, Millî Eğitim Temel Kanunundan Siyasî Partiler Kanununa kadar bütün yasalara, yönetmelik ve tüzüklere de sirayet ettirilmiş.
Bunlarla da iktifa edilmemiş; Atatürk, müstakil olarak çıkarılan bir kanunla korumaya alınmış.

Aynı şekilde, Atatürk devrinde yapılan devrimlerle ilgili “inkılâp kanunları” da anayasa güvencesine alınmış; anayasaya aykırılıklarının iddia dahi edilemeyeceği, hükme bağlanmış.
Cumhurbaşkanı ve milletvekilleri, göreve başlarken “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacakları” yolunda yemin etmeye mecbur bırakılmış.
Mevzuat en küçük bir boşluk bırakmaksızın Atatürkçülük çerçevesinde hazırlandığı; resmî teamüller de bu çizgide oluşturulduğu ve zoraki dahi olsa uygulandığı halde, Özden diyor ki:

“Türkiye’de Atatürkçülük yaşanmıyor.”
Sanıyoruz, Özden bu ifadesiyle, “tören Atatürkçülüğü” şeklinde ifade edilen tepkilere tercüman olmaya çalışmış.
Bu anlamda bakıldığında, haksız da sayılmaz.

Çünkü günümüz Türkiye’si, Atatürk’ün yönetim ve laiklik anlayışı, milliyetçilik görüşü ve devletçilik tatbikatı başta olmak üzere pek çok görüş ve uygulamasını aşmış, büyük ölçüde geride bırakmış durumda.
Meselâ Atatürk döneminde Türkiye bir şahıs ve tek parti diktatoryasının hâkimiyeti altında idi. Bugün demokrasiyle yönetiliyor.

Atatürk dönemi Türkiye’sinin eğitim politikaları dinden tümüyle tecrit edilmişti. Bugün din eğitimi anayasa teminatında. 28 Şubat’ta bir miktar tırpanlanmış olsa da, yüzlerce İHL ve binlerce Kur’ân kursunda yüz binlerce çocuğumuz eğitim görüyor.

Atatürk döneminde bilhassa dinî yayınlara hayat hakkı tanınmıyordu. Bugün dinî neşriyat, sair İslâm ülkelerine de örnek teşkil edecek bir gelişme içinde.
Atatürk döneminde ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) üzerinde dahi tasarruf yapılabilmiş; Allah demek yasaklanmıştı. Bugün on binlerce camiden beş vakitte yükselen “Allahu ekber” sadâları, inananların gönlünü ferahlatıyor.
Atatürk döneminde “üstün ırk” felsefesine dayalı bir milliyetçilik anlayışı hâkimdi. Kafatası ölçümleri yapılıyor, dil ve tarihte eksantrik arayışlara giriliyordu. Bugün bir kısım tortular hâlâ devam ediyor olsa da, bu aşırılıklar büyük ölçüde terk edilmiş durumda.

Hasan Bülent Kahraman’ın, “Kemalizmin dört devresi” için yaptığı, geçilen aşamaları ve gelinen noktayı özetlediği tahlil, bu tabloyu özlü bir şekilde tamamlıyor:

1. 1931-37—tek parti-tek şef.
2. 60’lar—Yön dergisinin militarist Kemalizmi.
3. 80 sonrası—12 Eylül’ü meşrulaştırmak için 30’lara dönüş özlemiyle hazırlanan proje.
4. 95 sonrası—kitleselleştirilen, ama ne olduğu anlaşılmaz, bilinmez hale getirilen Kemalizm (Sabah, 7.8.07).

Sonuç: dayatıldıkça içi daha da boşalan kuru ve sığ bir ideoloji…
Senelerdir Atatürkçülük adına yapılan pek çok zorlama, hatta ihtilâller neticesinde oluşan tablo bu.
***

Anayasada Atatürkçülüğün işi ne?

12 Eylül Anayasasında, öncelikle ve özellikle değişmesi ve düzeltilmesi gereken pek çok madde var.
Söz gelişi, başlangıç kısmında yer alan ve Atatürk milliyetçiliği ile ilke ve inkılâplarını mutlak koruma altına alırken, diğer düşünceleri mahkûm eden ifadeler mutlaka kaldırılmalı.
Aynı istikamette, 4. maddenin “2. maddedeki cumhuriyetin nitelikleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükmüyle birlikte, 2. maddede devletin Atatürk milliyetçiliğine bağlı olduğunu öngören düzenleme değiştirilmeli.

Eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda yapılmasını buyuran 42. madde, demokratik bir muhtevaya kavuşturulmalı.
Milletvekilleri ile cumhurbaşkanını göreve başlarken Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık beyanına zorlayan yemin metinlerinin yer aldığı 81 ve 103. maddeler kesinlikle düzeltilmeli.
134. madde ile “Atatürkçü düşünceyi, ilke ve inkılâpları araştırmak, tanıtmak ve yaymak” için kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, anayasal kurum olmaktan çıkarılmalı, hattâ gerekiyorsa özelleştirilmeli.
“İnkılâp kanunlarının korunması” başlığını taşıyan ve toplum gerçekleriyle çelişen 174. madde kaldırılmalı.
Türkiye eğer demokrasi yolunda ilerleyecekse, bu düzenlemeleri en kısa zamanda mutlaka yapmalı.
***
Anayasanın, başlı başına hukuk fecaati oluşturan bir başlangıç” kısmı var.
Bu ucube metnin 12 yıl yürürlükte kalan giriş pasajında, 12 Eylül darbesi şöyle övülüyordu:
“Ebedî Türk Vatan ve Milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk Devletinin varlığına karşı, Cumhuriyet devrinde benzeri görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına yaklaştığı sırada;
“Türk Milletinin ayrılmaz parçası olan Türk Silâhlı Kuvvetlerinin, milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 harekâtı sonucunda, Türk Milletinin meşru temsilcileri olan Danışma Meclisince hazırlanıp, Millî Güvenlik Konseyince son şekli verilerek Türk Milleti tarafından kabul ve tasvip ve doğrudan doğruya Onun eliyle vaz olunan bu anayasa…”

Bu utanç verici ihtilâl övgüsü, 1995 yazında, DYP-SHP koalisyon hükümetinin inisiyatifiyle yapılan kapsamlı anayasa değişikliği çerçevesinde metinden çıkartılarak bir ayıp temizlendi.
Ancak başlangıç kısmının geride kalan bölümleri de demokrasi ve hukukla bağdaşması kesinlikle imkânsız bir muhteva taşıyordu.
Söz gelişi, şu pasajdaki tekelci ve dayatmacı yaklaşım bunun tipik örneklerinden biriydi:

“Hiçbir düşünce ve mülâhazanın, Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Türk Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği…”

Bu çarpık pasaj da, AB’nin ısrarlı takibiyle, 2001 Ekim’inde değiştirildi. Baştaki “Hiçbir düşünce ve mülâhaza” kelimelerinin yerine “Hiçbir faaliyet” ifadesi konulmak suretiyle.
O zaman iktidarda, Ecevit başkanlığındaki Anasol-M koalisyonu vardı. Bu değişikliği yaptırmamak için bilhassa MHP çok direndi. Teklifin ilk halinde “Hiçbir düşünce ve mülâhaza”nın “Hiçbir eylem” olarak değiştirilmesi öngörülüyordu; amansız meydan muharebelerinin ardından “Hiçbir faaliyet”te mutabık kalındı.

Anayasanın eski hali, Atatürkçülük dışındaki hiçbir düşünceye hayat hakkı tanımıyordu; değişik hali “Atatürkçülük karşıtı faaliyetler”i yasaklıyor.
Ve bu da sorunu çözmüyor. Başlangıç metni böyle makyajdan öteye gitmeyen rötuşlarla muhafaza edildiği sürece de çözülemez. Çünkü “faaliyet” tabirinin bir hukukî tanımı yok. Tıpkı Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği olarak sıralanan kavramların hukukî geçerliliğe sahip tarifleri bulunmadığı gibi…

Bu karışıklık hâlâ ortadan kaldırılabilmiş değil.
Şimdi geldiğimiz noktada yeni bir anayasa değişikliği, daha doğrusu anayasanın tamamen yenilenmesi gündemde. Peki, bu yenilenme çerçevesinde başlangıç için ne düşünülüyor?
Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Zühtü Arslan, “Başlangıçtaki retorik ifadeler hukuk normu niteliği taşımıyor” demişti (Hürriyet, 4.1.08 ). Bu görüşü paylaşan ve seslendiren başka hukukçular da var.
Bu yaklaşım siyasî irade tarafından da benimsenmeli ve 12 Eylül ihtilâlinin ürünü olan bu hukuk fecaati yeni anayasaya kesinlikle taşınmamalı.

DARBE ANAYASASININ HERKESE DAYATTIĞI ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ NE DEMEK?

Kişiye izafe edilen bir milliyetçilik anlayışı olur mu? farz-ı muhal olsa bile, bunu devletin temel belgesine esas kabul etmek, gerçek demokrasi anlayışıyla bağdaşır mı?

Atatürk milliyetçiliği ne demek?

Anayasanın resmî ideolojiden arındırılması bağlamında “Atatürk milliyetçiliği” denilen “slogan”ın da tartışılması lâzım. Nedir Atatürk milliyetçiliği? Kişiye izafe edilen bir milliyetçilik anlayışı olur mu? Farz-ı muhal, olsa bile, bunu devletin temel belgesine esas kabul etmek, gerçek demokrasi anlayışıyla bağdaşır mı?

Bu, Demirel’in de katıldığı ve ilginç görüşler serdettiği bir tartışma. Demirel, 1988 Ağustos’undaki bir görüşmemizde, bir zamanların kafatasçı uygulamalarını ve Güneş-Dil teorisi gibi denemeleri hatırlattığımızda, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı için şu değerlendirmeyi yapmıştı:

“Atatürk’ün şoven milliyetçi olduğu kesin. Milliyetçiliği bir miktar şovendir. O da içinden geldiği muhitin bir gereğidir. O yüzden, Atatürk’ün Türkçülüğü ileridir. Bizim anladığımızdan daha koyu bir Türkçülüktür bu.” (Köprü, Eylül-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 143)

Tartışmanın son dönemdeki katılımcılarından biri olan Hürriyet yazarı Özdemir İnce, başlangıçtan “Atatürk ilke ve inkılâpları, milliyetçiliği ve medeniyetçiliği” ifadelerinin yer aldığı kısmı aktararak, “Ben kendi adıma, başlangıç bölümünün anayasadan çıkarılmasını kabul edebilirim. O bölüm olmasa da olur diyorum” diye yazdı (Hürriyet, 7.4.10).

Ardından, “Gerçekte Atatürk milliyetçiliği yoktur” diyen tarihçi Yılmaz Öztuna, konuya, Atatürk’ü sahiplenen farklı bir açıdan yaklaşarak “Bu kavramda ısrar etmek aynı zamanda Atatürk’ü 1938’de öldürmek teşebbüsüdür” ifadesini kullandı (Türkiye, 10.4.10).

Daha sonra, milliyetçi entelektüel camianın önde gelen isimlerinden Mustafa Çalık da “Atatürk milliyetçiliği safsatadır” derken, referans olarak “Atatürk’ün ahirete göçtüğü gün yürürlükte olan anayasa”yı gösterdi ve “O anayasanın hiçbir yerinde Atatürk ilke ve inkılâpları ibaresi, Atatürkçülük lâfzı, Atatürk milliyetçiliği yoktur” dedi (Zaman, 30.4.2010).

“Kişi kültüne dayalı hukuk olmaz” ifadesiyle, meselenin son derece önemli bir boyutunu daha vurgulayan Çalık, yıllar önce de MHP’yi, 18 Nisan 1999 seçimi sonrasında DSP ile koalisyon ortağı olduğu günlerde “Türk milliyetçiliğini Atatürk milliyetçiliğine dönüştürmeyin, yani Kemalizme teslim olmayın” diyerek ikaz etmişti.

Ama MHP bu ikaza kulak vermedi. Ve bedelini 2002 seçiminde bir kez daha Meclis dışı kalarak ödedi…

Atatürk milliyetçiliği dayatmasına en son itiraz, Hasan Cemal’den geldi. “Bu ülkede herkes Atatürk milliyetçisi olmak zorunda mıdır?” diye soran Cemal, cevabını “Hayır, değil” diye verdi ve şöyle devam etti:

“Eğer bu rejime demokrasi diyorsak, herkesin Atatürk milliyetçiliğini benimsemesi söz konusu olamaz. Ayrıca Atatürk milliyetçiliği nedir ki? Tarifinde anlaşmak mümkün mü? Hiç sanmıyorum. Bu memlekette herkes kendi meşrebine göre bir tarif yapar, yapmıştır Atatürk ve milliyetçilik konusunda.”

12 Eylül Anayasasının 2. maddesinde “Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet” diye yazıldığını ve bunun bir “kırmızı çizgi” olduğunu hatırlatan Cemal “Olacak şey mi?” diye sorduktan sonra tekra bir kez daha tekrarladı:

“Herkes bu memlekette Atatürk milliyetçisi olacaksa, herkes Atatürk milliyetçiliğini benimseyecekse, o zaman buna demokrasi denilir mi?” (Milliyet, 18.10.11)

***

Altı ok nereden çıktı?

Siyasal Bilimler Fakültesinin sıkı Atatürkçü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sina Akşin’in Ahmet Tan’a söyledikleri ise, ilke ve inkılâplar konusuna farklı bir boyut getiriyor:

“Atatürk, altı oku kesin bir biçimde tanımlamış ve doktrinleştirmiş değildir. Zaten, garip bir biçimde altı ok denilip, altı ilke denilmemiş olması da dinamik ve değişken bazı kavramları vurgulamak içindi belki de. CHP’nin 1931’de yapılan ve altı oku benimseyen 3. Kurultayında Atatürk altı oka değinmemiştir.” (Sabah, Nisan 1993)

Peki, o zaman “Atatürk ilkeleri” denilen şeyler neler? Eğer Prof. Sina Akşin’in dediği gibi, “ilkeler”den altı ok kastedilmiyorsa, nedir bu ilkeler? Milletvekilleri anayasa zoruyla okudukları yemin metninde “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacakları”nı ilân ederken, gerçekte olmayan birşeye mi bağlılık “yemin”i etmiş oluyorlar?

Demirel bir görüşmemizde, Kara Kuvvetleri Komutanlığının 1980 sonrasında çıkardığı “Atatürk El Kitabı” isimli bir kitaptan söz ederek, içinden birkaç cümle okumuştu. Bu cümlelerde, Atatürkçülük şöyle tarif ediliyordu:

“Atatürkçülük, yükselen bir düş demektir. Hiçbir siyasî akım veya yabancı bir ideoloji ile bağdaşamaz. İlkeleri cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik ve inkılâpçılıktır.”
Demirel bunu şöyle yorumlamıştı:
“CHP’nin altı oku alınmış; partinin 1931 programına ve 1937’de anayasaya geçmiş; ve bu altı ok Atatürkçülüğün tarifinde kullanılmıştır. Türkiye’de bugünkü siyasî kargaşanın sebepleri arasında bu da vardır. Atatürk, CHP. Peki, onların dışında kalanlar ne olacak?
“Atatürkçülük dendiği zaman mutlaka altı ok akla gelecekse, altı ok da CHP’nin amblemidir. Öyleyse, Atatürkçülükle CHP’lilik eş değerdedir. CHP uzun seneler Atatürk’ü böyle tanımış ve tanıtmıştır.” (Köprü, Kasım-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 147)

Sonuç: Altı ok da, “ilkeler” de boşlukta…

***

İnkılâp kanunları

1982 Anayasası yedi kısımdan oluşuyor. “Çeşitli hükümler” ana başlığını taşıyan beşinci kısmın konu başlığı ise “İnkılâp kanunlarının korunması.”

Bu “kısım” tek bir maddeden oluşuyor. Ve bu 174. maddenin girişinde şu ifadeler yer alıyor:
“Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden … inkılâp kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”

Bu son derece “veciz” ifadenin ardından, inkılâp kanunları tek tek sıralanıyor:
* Tevhid-i Tedrisat;
* Şapka;
* Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması;
* Evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılması;
* Beynelmilel rakamların ve Türk harflerinin kabulü;
* Efendi, bey, paşa gibi unvanların kaldırılması;
* Ve bazı kisvelerin giyilmemesi…
Bu maddeye göre, anayasanın hiçbir hükmü, bu kanunların 6 Kasım 1982 tarihinde yürürlükte olan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamazmış.
Demek ki, birilerinin çıkıp da bu sekiz adet inkılâp kanunu için “Anayasaya aykırıdır” iddiasında bulunmasından korkulmuş ve bu ihtimalin önü böyle bir yasak hükmü ile kesilmiş…
Böylece, Atatürk inkılâpları anayasa teminatı ve koruması altına alınmış.
Ama hayatın dinamizmi, bu inkılâp kanunlarının çoğunu fiilen işlemez hale getirmiş durumda. Şapka Kanunundan efendi, bey, paşa gibi lâkap ve unvanların kullanılmasını yasaklayan kanuna varıncaya kadar…
Artık bu inkılâp kanunlarının da anayasadan çıkarılıp tarih müzesine kaldırılması gerekiyor.

***

AKDT Yüksek Kurumu özelleştirilsin

AKDT Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun kısaltılmış ismi.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1982 anayasasıyla getirilen müesseselerden biri. Daha önceki anayasalarda böyle bir kurum yoktu. Bu kurumun statüsü ve hedefleri, anayasanın 134. maddesinde şöyle ifade ediliyor:

“Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak ve yayınlar yapmak amacıyla, Atatürk’ün manevî himayelerinde, Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezinden oluşan, kamu tüzel kişiliğine sahip Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulur.”

Bu kurumun 1992’de aldığı kararlara göz atacak olursak:
Millî dayanışma ve bütünleşmede Atatürkçü düşünce ile Atatürk ilke ve inkılâpları “birleştirici bir güç” olarak değerlendiriliyor ve bu “değerler”e karşı girişilecek her türlü “yabancı ve bölücü akımlar”ın “ilmî yoldan çürütülmesi” esas alınıyor. Bunun için de, bütün devlet kuruluşlarıyla ülke çapında koordineli çalışma ve yayınlar yapılması; kongreler, paneller, konferanslar düzenlenmesi ve faaliyetlerin geniş kitleye tanıtılmasında TRT’nin gerekli ilgiyi göstermesi karar altına alınıyor.
Türk tarihinde çeşitli unsurlarca “istismar” edilen konu ve belgelerin gerçek yönleriyle bu hususları cevaplayacak biçimde incelenmesi isteniyor.

Vatandaşların, Atatürkçü düşünce ve Atatürk ilkeleri etrafında toplanmasını güçlendirme doğrultusunda hareket edileceğine özen gösterileceği yolundaki çalışma programı oybirliğiyle kabul ediliyor.

12 Eylül öncesinde müstakil birer kurum olarak mevcut olan Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumunu da bünyesine alan AKDT Yüksek Kurumunun bu kararları, aslında önemli bir yenilik ihtiva etmiyor. “Atatürkçü düşünceyi bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak,” kendisine anayasa hükmü ile görev olarak verilmiş zaten.

İşte burada, 1982 Anayasasının neden “demokratik” bir anayasa olarak kabul edilmediğinin müşahhas delillerinden biri daha karşımıza çıkıyor. Eğer bir devletin temel hukuk belgesinde tek bir düşünceyi esas alan, onun yayılmasını öngören bir kurum teşkil edilmişse ve bütçeden ona pay ayrılıyorsa, o devlete “demokratik devlet” demek mümkün mü? Vatandaşların bu duruma rızası olup olmadığının behemehal sorulması ve kurum hakkındaki kararı da halkın vermesi gerekmez mi?

Daha da garibi, bu kurumun, “Atatürkçü düşünce” olarak adlandırılan fikri paylaşmayan bütün görüşleri “yabancı ve bölücü akım” olarak değerlendirebilmiş olması. Millete ait bütçeden pay alarak ayakta duran bir devlet kurumunun böyle bir ilhamda bulunmaya ne hakkı var?

Öte yandan, Atatürk’ü ve ne olduğu belirsiz “Atatürkçü düşünce”yi ilmî ölçüler içinde eleştiren görüşler niçin “bölücü” akım olarak değerlendiriliyor? Böyle bir yaklaşım, zaten kuruluşundan beri “Atatürkçü düşünce”nin cenderesinde tutulan devlet mekanizmasını yıllardır kilitleyen başlıca sebeplerden biri değil mi?

Nerede demokrasi, nerede çoğulcu anlayış ve nerede düşünce hürriyetine saygı?

***

“Atatürk ödülü” ve demokrasi

12 Eylül’cüler ve sivil ortakları, Atatürkçülüğü dış dünyadakilerin de “kafasına çakma” niyetiyle olsa gerek, “milletler arası” bir armağan ihdas ettiler. “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” adı verilen bu armağan, 1986’dan itibaren, belirlenen isimlere verilmeye başlandı.

Ödül ilk olarak, NATO eski genel sekreteri Joseph Luns’a verildi. Askerî bir ittifakın önde gelen bir sorumlusuna “barış” ödülü vermek, işin esprisine pek de uygun düşüyordu…
Ödül, 1990’da 12 Eylül’ün lideri Orgeneral Kenan Evren’e lâyık görüldü.
Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu. Atatürk’ün ismini taşıyan bir ödül için, Kenan Evren’den daha uygun bir isim bulunabilir miydi?
1988 ve 1991 yıllarında ise, koskoca dünyada, ödüle lâyık kimse bulunamadı. Tabiî, Atatürk’e lâyık bir isim bulmak kolay iş değildi. Her sene Kenan Evren’e vermek de olmazdı. Bu yüzden, bu seneleri “boş” bırakmak en uygunuydu.

Atatürk Uluslararası Barış Ödülü Seçici Kurulu, 1992’de sürpriz bir ismi seçti. Ödülü, Güney Afrikalı zenci lider Nelson Mandela’ya vermeyi kararlaştırdı. Güney Afrika’daki ırkçı istibdada karşı verilen hürriyet mücadelesinin sembolü olarak görülüyordu Mandela ve ona verilecek ödülün Türkiye’ye milletler arası camiada büyük prestij getireceği hesaplanıyordu.

Ne var ki, bu karar verilirken temeldeki çok önemli bazı noktalar gözardı edilmişti. Bu ihmalin bedeli de çok ağır oldu: Mandela ödülü almayı reddederek, Atatürkçüleri şaşkına çevirdi.
Neydi bunlar?
Bir defa, Nelson Mandela’nın verdiği mücadele, ırkçılığa karşı idi. Ve Mandela, her ne kadar başlangıçta Marksist bir çizgide yürüdüyse de, sonradan demokratik mücadele metodları benimsemiş bir liderdi. Ve ülkesindeki Müslümanlarla da çok iyi ilişkiler içindeydi.
Oysa ödüle adı verilen Atatürk’ün ırkçılık ve demokrasi karşısındaki tavrı çok farklıydı. Demirel’in ifadesiyle, “şovenlik” derecesine varan bir milliyetçilik anlayışına sahip olan Atatürk’ün gerek fikirlerinde, gerekse icraatında demokrasiye yer yoktu. Zafer sonrasında dinle ilgili icraatının Müslüman halk tarafından nasıl karşılandığı da mâlûm.

***

“İnkılâp tarihi ve Atatürkçülük”

Eskiden bu dersin adı “Cumhuriyet tarihi” idi. 12 Eylül’den sonra bu şekle çevrildi.
Acaba lise ve üniversite tahsili süresince her sene bu dersleri gören gençler içinden, inkılâplara ve Atatürkçülüğe gerçekten bağlı kaç kişi çıkar; doğrusu araştırmaya değer bir konu…
Yahut bağlılığı bir kenara bırakalım; bu derslerle öğrencilere inkılâp tarihinin ve Atatürkçülüğün dahi doğru dürüst öğretilebildiği söylenebilir mi?
Dahası, bu dersi gören öğrencilerden ilkeleri eksiksiz saymaları istense, acaba kaçı sayabilir?
Ve okutulan derslerde yıllarca 1950 sonrasının gelişmelerine yer verilmedi. Öğrencilere tek parti döneminin icraatı anlatıldı ve belletildi.

Gerçi dersin adı inkılâp tarihi ve Atatürkçülük olunca, başka türlüsünün olması da beklenemezdi.
Ama eğer maksat, gençlere bütün bir cumhuriyet tarihini öğretmek ise, 1950 sonrası da var.
Çok partili demokrasiye geçildikten sonra yaşadığımız 61 yıllık bu dönem de, cumhuriyet tarihinin bir parçası ve devamı değil mi?
Nitekim Millî Eğitim Bakanlığı, son dönemde bu ders programını, 1950 sonrasını da kapsayacak şekilde genişletti.
Ama yapılan değişikliklerde bilhassa 27 Mayıs ve 12 Eylül’le ilgili açıklamaların, seçilmiş siyasetçileri kötüleyip darbeleri haklı gösteren bir yaklaşımla kaleme alınması, yoğun tepkiyle karşılandı.
Ve bu tepkiler üzerine, söz konusu bölümler, suya sabuna dokunmayan rötuşlarla bir kez daha değiştirildi.
Ama dersin gerçek anlamda demokratik bir anlayışla yazılması gereği hâlâ yerine getirilmeyi bekleyen bir zorunluluk olarak gündemdeki yerini koruyor.

Heykel çılgınlığına artık son verilmeli

Heykel “sanat”ına ömrünü verenlerı bile, “Zevksiz Atatürk heykelleri yüzünden bu sanat katlediliyor” diye isyan ettiren heykel sevdasını soğukkanlılıkla düşünme vakti gelmedi mi?

“Anıt çılgınlığı”

Herhangi bir Anadolu şehrinde yürüyorsunuz. Şehrin meydanına geldiğinizde ilk gözünüze çarpan şey, bir Atatürk heykeli. Okul bahçelerinin yanından geçiyorsunuz; yine bir büstle karşılaşıyorsunuz. Bir okula veya resmî daireye giriyorsunuz; duvarlar boy boy Atatürk resimleriyle “süslenmiş.” Ders kitaplarını karıştırıyorsunuz; sayfalar Atatürk resminden geçilmiyor. Millî bayramlarda veya anma günlerinde televizyon ekranlarına bakıyorsunuz; bol bol Atatürk portresi. Gazeteleri elinize alıyorsunuz; özel olarak çizdirilmiş rengârenk, boy boy Atatürk resimleri. Cebinizdeki kâğıt veya madenî paralara bakıyorsunuz; yine çeşit çeşit Atatürk pozları. Atatürk’ü pek seven kimi iş adamlarının özel işyerlerine gidiyorsunuz; yine duvarlar Atatürk resimleriyle donatılmış…
Acaba bu hadisenin bir benzerine dünyanın bir başka ülkesinde rastlamak mümkün mü?
Sanmıyoruz.
Peki günlük hayatımızın her safhasını bu kadar bol Atatürk heykeli ve resmiyle doldurmak, bize ne kazandırıyor?
Heykel “sanat”ına ömrünü vermiş insanları bile, “Zevksiz Atatürk heykelleri yüzünden bu sanat öldürülüyor” şeklinde isyana sevk eden heykel sevdasını şöyle soğukkanlı bir şekilde düşünmenin zamanı gelmedi mi?
Milliyet yazarı Melih Aşık’ın yıllar önce yazdığı gibi, Çin’den Türkiye’ye gelen bir Uygur hanıma, “Atatürk’ün resmi var paralarımızın üstünde; dansözlerin külotlarının üstüne yapıştırmak nasıl bir iş?” diye sorduran Atatürk resmi tutkusunu akılcı bir değerlendirmeye tâbi tutmak için hayli geç kalmadık mı?

***

Öte yandan, Bediüzzaman Said Nursî ile M. Kemal arasındaki son görüşmenin konusunu heykel bahsinin oluşturduğunu biliyor muydunuz?

Said Nursî trenle Van’a gitmek üzere istasyonda iken M. Kemal’in şu sualine muhatap olur:
“Heykel meselesindeki fikrin nedir? Ben Sarayburnu’na bir heykelimin dikilmesini istiyorum. Ne dersin? Bir fetvasını bulabilir misin?”
Bediüzzaman’ın cevabı ise şöyle gelir:
“Paşa! Biz sana heykel dikmen için mi yardım ettik? Millet bunun için mi harb etti? … Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanın heykelleri camiler, medreseler, hastaneler, yetimhaneler gibi mabedler ve hayır müesseseleridir.” (Hür Adam Fırtınası, s. 7)
Sonrası mâlûm. Gelinen noktayı ise, “Atatürk Heykelleri” kitabının yazarı Aylin Tekiner’in, konuya dair mülâkatındaki cevaplardan aktaralım:
“Kamusal alanı kuşatan anıtların iyimser bir tahminle yüzde yetmişi çoğaltma anıtlardan oluşuyor ve bu pasta neredeyse üç kişi tarafından paylaşılıyor. (…) Aynı kalıptan yüzlerce üreten anıtçılara sorduğunuzda Atatürkçü oldukları ve ülkenin daha fazla Atatürk anıtına ihtiyacı olduğu savına dayanarak kendi çoğaltma anıt üretimlerine bir meşruiyet kazandırmaya çalışırlar.
“Atatürk imgesinin her daim yeniden üretiminden nemalanan siyaset arenası ile bu anıtçılar birbirinden beslenmeye devam ediyorlar.
“Anıt piyasasını oluşturan ana hatlardan biri TSK, diğeri belediye, valilik ve kaymakamlıkları yönlendiren Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü.
“12 Eylül Atatürkçülüğüyle katmerlenen Atatürk kültünün anıtlar üzerinden nasıl bir toplumsal tahakküme ve estetik kirliliğe dönüştüğünün tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Atatürk anıtlarının her yerde olma fikrinin nüvesi 12 Eylül zihniyetidir. Anıtlar 80’lerde yoğun bir biçimde devlet kurumlarının tamamlayıcı nesnelerine dönüştüler. Bir de benzinlik, sosyal tesis, holding girişleri ve STK binaları gibi absürd yeni anıt alanları yaratıldı. (…) Bu anıt çılgınlığına ve ayıplara son verilmesi gerekiyor.

“Kitapta yoğun yer verdiğim anıtlardan biri Ankara Güven Anıtı (1934-35), diğeri de Afyon Utku Anıtıdır (1937). Her iki anıt da Nazi estetiğinin etkisi altında olan örneklerdir. İkisinde de Atatürk faşizan tavırlar içinde betimlenmiştir.

“Kalitesiz malzemeden üretilmiş, tek tip ya da çoğaltma anıt üretmeye devam eden Atatürkçüler olduğu sürece yüce Türk milletinin sırtı yere gelmez!” (Radikal-Kitap, 15.7.10, s. 14-15)

Konunun uzmanı genç heykeltraşın, yeri geldikçe aktarabileceğimiz başka ilginç eleştirileri de var. Ama şimdilik bu kadarı yeter.
Tabiî, meselenin başka cihetleri de var.
Bunlardan biri, DP devrinde CHP’nin tezgâhıyla piyasaya sürülen ve lider kadroları bizzat İsmet İnönü’nün talimatıyla CHP’ye üye kaydedilen Ticanîler eliyle M. Kemal heykellerine yönelik olarak başlatılan provokatif saldırılar ve sonrasında, bunların Atatürk’ü Koruma Kanunu gibi demokratik dünyada eşi benzeri bulunmayan bir ucubenin gerekçesi yapılması.
Gündeme geldiğinde merhum Tahsin Tola gibi DP milletvekillerinin şiddetle karşı çıktığı, Menderes’in de taraftar olmadığı, ama CHP’nin şirret tavrı sonucu oluşturulan ortamda direnme ve engelleme imkânı bulamadığı bu kanun ne yazık ki 2011 Türkiye’sinde hâlâ yürürlükte.
Bakalım, Türkiye tek bir kişiyi kanunla koruma garabetinden ve heykel sanatının profesyonel uzmanlarını dahi isyan ettirecek boyuttaki yine tek kişiye endeksli heykel, büst, poster, afiş, rozet… çılgınlığından ne zaman kurtulabilecek?

Güneydoğu ve Atatürk heykelleri

Lâtif Salihoğlu 1993 Ekim’inde Yeni Asya’da yayınlanan “Ateş hattında Güneydoğu” başlıklı yazı serisinin ilk bölümünde, Güneydoğu şehir ve kazalarında her yere asılan “Türk, övün, çalış, güven” ve “Ne mutlu Türküm diyene” levhalarından ve dağı taşı süsleyen Atatürk büst ve heykellerinden söz etmişti.

Aynı günlerde Milliyet’te, o dönemde Cumhuriyet’ten bu gazeye geçmiş olan Ali Sirmen’in de Güneydoğu’ya dair bir yazı serisi başladı. “Güneydoğu notları” adını taşıyan serinin ilk bölümünde, enteresan bir tevafuk eseri, Sirmen de bu levhalardan ve heykellerden bahsetti.
Sirmen, levha ve heykellerle ilgili olarak şu tesbitini dile getiriyordu:
“Bütün bu ögeler bir araya gelince, Türkiye Cumhuriyetinin tabanını oluşturan sübjektivist çağdaş ulusçuluk, bölge halkı tarafından, sanki ırkçı bir milliyetçilikmiş gibi algılanıyor, üstelik bu kavram ile Atatürk imajı bütünleştiriliyor. Bu davranışın devlete ne sağladığını, barışçıl ilişkilere, uyuma ne katkıda bulunduğunu kestirmek güç.”

Sirmen, o zamanki Diyarbakır Belediye Başkanı Turgut Atalay’la yaptığı bir heykel sohbetini de aktarmış. Başkan, yapımı süren Dalokay Meydanına “çok güzel bir Atatürk heykeli” yapacaklarını söyleyince, Sirmen sormuş:
“Sayın Başkan, bölgede ve kentte zaten yeterince Atatürk büstü ve heykeli yok mu?”
Başkanın cevabı:
“Ama bu öyle değil. Bu, ayakta bir Atatürk değil, halkla birlikte oturmuş, onu kucaklayan bir Atatürk…”
Sirmen, yine duvarlardaki “Türkiye Türklerindir” ibaresinin “en garip, mantıksız ve akıl almaz” bir ifade olduğundan bahisle, “Bu ibare yerine duvarlara ‘Bu vatan hepimizin’ yazılsa daha iyi olmaz mıydı?” diyordu.

Daha önce de Hürriyet’in eski Başyazarı ve şimdiki CHP Milletvekili Oktay Ekşi, bir Güneydoğu seyahati sonrasında benzer tesbitlerini dile getirmiş; “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Türk, övün, çalış, güven” gibi sloganların bölge halkı arasında meydana getirdiği olumsuz tesirlere dikkat çekmişti. Ayrıca, bölgede hizmet veren kamu görevlilerinin de bu levhalardan şikâyetçi olduklarını yazmıştı.
Ekşi de, Sirmen de sıkı Atatürkçüdür. Atatürk’e ve icraatına toz kondurmazlar. Ama Güneydoğu’da Atatürk ve Atatürkçülük adına yapılanlara onlar bile muhalefet ediyorlar. Atatürk’ün Türklüğü ve Türkçülüğü öne çıkaran sözlerinin özellikle bu bölgemizde böylesine anormal bir şekilde dağa taşa nakşedilmesine itiraz ediyor, heykel enflasyonuna karşı çıkıyorlar.
Devletin bu yanlıştan vazgeçmesinin zamanı hâlâ gelmedi mi?

‘Andımız’ ikiyüzlülüğü

18 Mart 2007’de İstanbul’da yapılan “sevgi” konulu Bediüzzaman’ı Anma Panelindeki konuşmamızda, senelerdir ilkokullarda söyletilegelen Andımız metnini eleştirmiş ve iptal edilmesi gerektiğini belirtmiştik.

10 Nisan 2010 günü çıkan yazımızda da, bu ucube, antidemokratik ve hukuk dışı metnin iptali talebiyle Danıştay’a açılan dâvâdan söz etmiş; mahkemenin bu tür konulardaki tavrı ortada iken, meselenin oraya intikal ettirilmesinin ne ölçüde isabetli olduğuna dair kaydımızı düştükten sonra, gözden kaçmaması gereken bir hususu şöyle vurgulamıştık:

“Andımızla ilgili tartışma gündeme geldiğinde Millî Eğitim Bakanı ‘Tartışılabilir, değiştirilebilir’ gibi ifadeler kullanmışken, metnin iptali için Danıştay’da açılan dâvâda Bakanlık adına verilen mütalâa ve savunma tümüyle aksi yönde.

“Andımızın ‘ırkçı’ bir metin olmadığının belirtildiği Bakanlık savunmasında, Türk ve Türklük vurgularının yalnızca bir ırka özgü ırkçı söylemler olmadığı şeklinde, klâsik devlet yorumunu tekrarlayan ifadeler varmış. (Habertürk, 10.2.10)

“İçeriğiyle ilgili ciddî sorunlar bir tarafa, böyle bir metnin öğrencilere her sabah toplu halde söylettirilmesinin eğitim psikolojisi ve pedagoji açısından Bakanlıkça nasıl savunulabildiğine de aklımız ermiyor. Ve ortaya çıkan tablo, ‘Siyasî sorumlu ile, emrindeki bürokrasi ayrı telden çalıyor’ vâkıasına yeni bir örnek daha oluşturuyor.”

Bir yıl sonra Danıştay’dan mâlûm karar çıktı:
Andımız’ın iptali yönündeki talep reddedildi.
Red kararının dayandırıldığı gerekçelerden biri, “Millî eğitim sisteminin temel amacı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı fertler yetiştirmek” olarak ifade edildi. Ve böyle bir gerekçenin anayasal ve yasal dayanakları da mebzul miktarda mevcut.

En başta, anayasanın, “Hiçbir faaliyet. Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında korunma görmez” diyen başlangıç kısmı ile, eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağını buyuran 42. maddesi.
Ve buna bağlı olarak Millî Eğitim Temel Kanununun aynı paralelde düzenlenen maddeleri.
Bunlar yerinde duruyorken, Andımız’ın hele Danıştay tarafından iptali hiç mümkün mü?
Onun için, öncelikle yapılması gereken, millet çoğunluğunun desteğini arkasında bulunduran güçlü bir Meclis iradesi ile, anayasa ve yasaları resmî ideoloji tabularından arındırmak olmalı.

“Değiştirilemez” maddeler tartışması bilhassa bu bakımdan önemli. Çünkü o tabular, bu maddelerin içine sokuşturulmuş. Ve “Böyle şey olmaz, bunları değiştirelim” tartışması açıldığında, “Vay, cumhuriyet ve demokrasi düşmanları yine harekete geçti, laiklik elden gidiyor, İstiklâl Marşımız ve Türkçemiz bile tehlikede” diye ortalığı ayağa kaldıranların bin bir türlü cerbezeyle örtbas etmeye çalıştıkları püf noktası işte burada.

Bu düğümün çözülebilmesi için, demokrasi adına çok net ve samimî bir duruşa ihtiyaç var.
Bir taraftan “Andımız değişebilir ve tartışılabilir” deyip, diğer taraftan Danıştay’daki iptal dâvâsında tam tersini savunan; dahası, “değişmez” maddelere sahip çıkmayı sürdüren, hattâ bunları “toplumun ortak paydası” olarak niteleyen ikiyüzlü bir tavırla demokrasinin önü açılabilir mi?
Bu arada, Andımız’la ilgili problemin, yalnızca “Kürtlük” eksenli tepkilere hedef olan “Türklük” vurguları içermesiyle sınırlı olmadığı da görülmeli. Her sabah çocuklarımıza tekrarlattırılan o ucube metin, hem üzerine bina edildiği temel zihniyet, hem kurgulanış, hem de pedagoji ve eğitim psikolojisi açısından son derece sıkıntılı.
Bu sebeple, tepkilerin “Kürt siyaseti” yapanların tekelinde bırakılıp marjinalize edilmesine fırsat verilmemeli; hukuka, demokrasiye, özgürlüklere, bilime ve eğitime önem veren herkes gereken duyarlılığı göstererek, çocuklarımızın artık bu ilkellikten kurtarılması için tavrını koymalı.

ORTAK PAYDA KEMALİZM DEĞİL, DEMOKRASİ

12 Eylül Atatürkçülüğü ile 28 Şubat Atatürkçülüğü arasında bile derin uçurumlar var. Dahası, 28 Şubat Atatürkçülüğünün de bin bir çeşit renk ve tonu mevcut. Kargaşa o boyutta ki, görünüşte birbiriyle kıyasıya çekişme halinde olan taraflar dahi Atatürkçülük meselesinde mangalda kül bırakmıyor.

Meselâ 28 Şubat’ta “irtica”ya karşı omuz omuza mücadele verenlerin çoğu sonra yollarını ayırdı.

KEMALİZMLE TOPLUMUN DOKUSU UYUŞMUYOR

Kemalizmle toplum arasında esaslı bir doku uyuşmazlığı var. Fransız ihtilâlini örnek ve model alarak yapılanlar milletimizin fıtratına uymuyor. Ve Kemalist dayatmalara karşı çıkan insanlar ülkemizin AB’ye dahil olmasını istiyorlar. Demek ki, Türkiye’nin ortak paydası Kemalizm olamaz. Artık tek bir ortak payda var; o da demokrasi…

ORTAK PAYDA KEMALİZM DEĞİL, DEMOKRASİ

2004’te büyük gürültü koparan ve ulusalcı cephenin hışmını çeken “Azınlıklar” raporunun yazarı Prof. Dr. Baskın Oran, 1920’lerde “solcu ve ilerici” olduğunu söylediği Kemalizmin, 2000’li yıllarda “tutucu” hale geldiğini ifade etmişti. Oran’a göre, o zaman tabiî olan, sırıtmayan şeyler şimdi sırıtıyordu.

Bu yaklaşım raporda da kendisini gösteriyordu:
AB reformları Kemalizmin 1920’lerde yaptığı devrimin devamı olarak nitelenirken, bunlara karşı çıkanlar, vaktiyle Kemalist devrime karşı çıkan “1920-30’ların gericileri”ne benzetiliyordu.
Açıkça görüldüğü gibi, burada Kemalizmi eleştiren değil, sahiplenen bir tavır söz konusuydu.
Ama nedense en çok da, kendisini Kemalist olarak gören başka kesimleri küplere bindirdi.
Raporu yazanlar ve savunanlar Atatürk dönemine hakaret etmekle, ihanetle suçlandı.
Bu ilginç kavga, Atatürk ve Atatürkçülük etrafında bilhassa son dönemlerde iyice belirginleşen ayrışmanın yeni bir tezahürü ve yansımasıydı.
Bu ayrışmada taraf olanların her biri “öz ve hakikî Atatürkçü” olarak kendisini görürken, diğerlerini Atatürk yolundan sapmakla suçluyor.
Buna karşılık Atatürkçülük alanındaki çeşitlilik artarak devam ediyor.
Nitekim 12 Eylül döneminde zirveye çıkan uygulamaların “tören ve gardrop Atatürkçülüğü” olarak adlandırılan yeni ikiyüzlülük ve riyakârlık örnekleri ihdas etmekten başka bir işe yaramadığı, kendilerini hakikî Atatürkçü olarak görenler tarafından da ifade edildi.
Cumhuriyet gazetesi camiasının önde gelen bazı isimlerince gösterilen tepkiler, bunun çok tipik ve ilginç örnekleri.
Meselâ Nadir Nadi’ye “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdıran sebep, Atatürk’ün arkasına gizlenerek sergilenen riyakârlıklardı.
Uğur Mumcu da, uğradığı suikasttan kısa süre önce çıkan bir yazısında Siyasî Partiler Kanununun, partileri Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olmaya mecbur tutan hükmünü eleştirerek, “Çoğulcu demokrasi resmî ideolojilerle bağdaşmaz” demiş ve şunları yazmıştı:
“Siyasî Partiler Yasası, ‘Atatürk milliyetçiliği’ni temel alıyor.
“Çoğulcu demokraside hiçbir partinin yasa yolu ve zoruyla bir siyasal görüşü ve ideolojiyi savunması istenemez.
“Bu tür zorlama, yapay görüşlerin sergilenmesine ya da yasal olması gereken ideolojilerin yeraltına inmesine yol açar.
“Türkiye’de yıllarca böyle çarpık ve yapay bir demokrasi anlayışı egemen oldu. Yumruğu kuvvetli olanın görüşü Atatürkçülük adına benimsetilmeye çalışıldı. 12 Eylül döneminde de Atatürk’ün yurdun dört bir bucağına heykelleri dikilirken, düşünce ve ilkeler eylemlerle, kararlarla ve uygulamalarla teker teker yok edildi.
“Kimse, devlet eliyle belirlenen kalıplaşmış, dondurulmuş ve çarpıtılmış, sözde Atatürkçü düşünceyi benimsemek zorunda değildir.
“Yasakçı anlayış, çarpık ve yapay bir demokrasiyi doğurdu. Ne ekildiyse o biçildi. Bu anayasa ve bu siyasî partiler yasası ve bu sendikalar yasası ile demokrasi kurulamaz. Kurulursa da böyle olur…” (Cumhuriyet, 5.7.1992).

Yıllar sonra, aynı gazetenin yazarlarından Ali Sirmen de, milletvekillerine ve cumhurbaşkanına metazori okutturulan yemin metinlerini eleştirdi ve “Kaldırın bu yeminleri” çağrısında bulundu (Cumhuriyet, 28.8.07).

Yemin konusunu vaktiyle Demirel’e de sormuştuk:
“Meclisin açılışında milletvekillerinin okuduğu yemin metninde yer alan ‘Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma’ ibaresi, demokratik prensipler açısından nasıl değerlendirilebilir?”
Ve ondan şu cevabı almıştık:
“O yemin metninin hangi şartlar içinde meydana getirildiği, kimsenin meçhulü değildir. Bunlar hep müdahale sonrasındaki askerî idarelerin yaptığı şeylerdir. Onların ufuneti geçip de, zihinler rahat olup tartışma ortamı açılıncaya kadar bir emrivaki şeklinde bunlar gider.” (Köprü, Şubat-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 243)

Aradan bu kadar sene geçmesine rağmen Türkiye hâlâ bu garabeti ortadan kaldırabilmiş değil.
Sadece milletvekili yemini mi? Hayır, anayasa, göreve yeni başlayan cumhurbaşkanının nasıl yemin etmesi gerektiğini de kelime kelime dikte ediyor ve onu da “ilke ve inkılâplara bağlılık” sözü vermeye mecbul kılıyor.

Yemin metninde geçen “Atatürk ilke ve inkılâplarına ve laik cumhuriyet ilkesine bağlı kalma” ibaresi, 1961 anayasasında bile yoktu.

Peki, bir kişiyi, eline bir yemin metni tutuşturarak, hem demokrasiye hem de Atatürkçülüğe bağlılık yeminine zorlarsanız, o yeminden bir hayır gelir mi?

Bu bakımdan, yemini okuyacak kişinin, eğer demokrasiye bağlılık sözü verecekse “ilke ve inkılâplar” kelimelerinin geçtiği yerde; buna karşılık, ilke ve inkılâplar için yemin edecekse, “demokrasi’ kelimesinde bir ayağını yerden kesmesi lâzım ki, sonradan kendisine yöneltilebilecek “Yeminini bozdu” suçlamalarına karşı cevap verebilsin!

İnsanları “ikiyüzlü” davranmaya zorlayan bir anayasaya sahip olmak, ne kadar utanç verici…

***

Hangi Atatürkçülük?

12 Eylül Atatürkçülüğü ile 28 Şubat Atatürkçülüğü arasında da derin uçurumlar var. Dahası, 28 Şubat Atatürkçülüğünün de bin bir çeşit renk ve tonu mevcut.

Kargaşa o boyutta ki, görünüşte birbiriyle kıyasıya çekişme halinde olan taraflar bile Atatürkçülük meselesinde mangalda kül bırakmıyor.

Gelinen noktada neredeyse Atatürkçü sayısınca farklı Atatürkçülük anlayışı ortaya çıkmış durumda. Ve bunların hemen hepsi de birbiriyle ihtilâf halinde, hattâ kavgalı.

En yakın örneklerini, 28 Şubat’ta irticaya karşı omuz omuza mücadele veren isimlerin bilâhare yollarını ayırmalarında görmek mümkün.

Meselâ, o dönemin hızlı Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, askerî kanadın 28 Şubat’taki en sivri isimlerinden Çevik Bir için sonradan “O ne Atatürkçü, ne de vatansever” ifadesini kullandı.
Savaş, sıkı Atatürkçülerden Yekta Güngör Özden’le de bir araya gelemeyeceğini söyledi.

Mâlûm, Özden emekliye ayrıldıktan sonra başına geçtiği Atatürkçü Düşünce Derneğinde tutunamayıp dışlandığı gibi, akabinde giriştiği siyasî parti teşebbüsünde de hüsrana uğramıştı.
Bunun bir sebebi belki de kendisini Atatürkçü sayanlar arasındaki mizaç uyuşmazlığı. Dayatma alışkanlığını birbirlerine karşı da kullanmaya kalktıkları için bu sonuç doğuyor olabilir.
Ancak görünen o ki, bunun daha ötesine uzanan çok derin uyuşmazlıklar da söz konusu.
Bu arada, AKP’nin ve hükümetin önde gelen isimleri Atatürk’ü ağızlarından düşürmez, hattâ devrimlerin millet desteğiyle yapıldığını iddia edip “Hedefimiz ilke ve inkılâpları toplumun ortak paydası haline getirmek” derken, bu partiyi takiyye yapmakla suçlayan karşıtları da pozisyonlarını Atatürk referansına dayandırarak açıklıyorlar.

Arada, Şerif Mardin gibi, AKP iktidarını Kemalizmin en büyük başarısı olarak görenler ve İsrailli diplomat Alon Liel gibi Erdoğanizmi Kemalizmin güncellenmiş versiyonu sayanlar var.
Ama genel görüntü, her ikisi de Atatürk’e yaslanan iki cephenin kıyasıya mücadeleye tutuştuğu bir manzara oluşturuyor. Sanki vaktiyle “Atatürk yaşasaydı partimizde olurdu” diyen RP ile, Atatürkçülük adına ona bayrak açan 28 Şubatçıların kavgası yine tekrarlanıyor.

Öte yandan, kendi anlayışına göre Atatürkçülük tarifi yapanların da haddi hesabı yok.
Meselâ kimileri Atatürk’ün temel felsefesini millî bağımsızlık ve egemenlik olarak tanımlayıp, bu noktadan AKP iktidarını tavizcilikle suçlarken, kimileri “Atatürk dönemi dış politikasına en yakın parti AK Parti’dir’” diyor (E. Albay Atilla Sandıkçı, Yeni Şafak, 5.2.07).

En kestirme ve isabetli yorum ise “Derli toplu bir düşünce sistematiği olarak Atatürkçülük diye birşey yok. Kim güçlüyse onun yorumu Atatürkçülük oluyor” (Yeni Şafak, 12.3.07) diyen Fikret Başkaya’nınki.

Bütün bu uyuşmazlıkların temelinde ise AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu eski üyesi Gunter Verheugen’in dile getirdiği “Atatürk’ün devrimi çok sertti. Türkleri bunları yapmaları için zorladı. Herkes bunu kabul etmedi” tesbiti yatıyor.

O zaman o şartlar ve baskılar altında bunları kabul etmeyenlerin şimdi kabul etmesi hiç düşünülemez. Çünkü arada esaslı bir doku uyuşmazlığı var. Fransız ihtilâlini örnek ve model alarak yapılanlar milletimizin fıtratına uymuyor.

Bunun sebebi tutuculuk falan değil. Öyle olsaydı aynı insanlar Türkiye’nin AB üyeliğine de karşı çıkarlardı. Ama tam tersine, Kemalist dayatmalara karşı çıkan insanlar ülkemizin AB’ye dahil olmasını istiyorlar.

Demek ki, Türkiye’nin ortak paydası Kemalizm olamaz.

Artık tek ortak payda var; o da demokrasi…

Devrimler mi, demokrasi mi?

Prof. Dr. Mümtaz Soysal, 1995 Mart’ında verdiği bir konferansta Cumhuriyetin ilk 15 yılını “devrimci dönem” olarak vasıflandırırken, son 15 yılın ise “şaşkınlık dönemi” olduğunu söylemişti.
Ve 1950’lerden sonra devrimlerden yavaş yavaş “ödün”ler verildiğini ifade ile şöyle demişti:
“Yarım kalmış bir devrim, tamamlanmadan demokrasinin kurbanı oldu.”
Bu ifade, Türkiye’de Atatürkçülerin müzmin çelişkisini yansıtıyor:
Devrimler mi, demokrasi mi?
Kemalistlerin demokrat olmayı niye bir türlü başaramadığının izahı, işte bu derin çelişkide saklı.
Ama bu çelişki sadece onların değil, tümüyle Türkiye Cumhuriyeti devletinin problemi.
Demirel 1966’da şöyle demişti:
“Gerçekleştirilmiş olan bütün inkılâplarımız devlet baskısı ve kanun gücü ile başarılmaya çalışılmıştır. Hiçbirinde halkın desteği aranmamıştır. Demokratik metod olan ikna ve aydınlatma yoluna hiçbir zaman gidilmemiştir.”
Rejimin yetmiş bir yıldır dondurduğu problemlerin bugün daha da büyüyerek bünyeyi sarsacak boyutlara erişmesi, işte bu gerçeğin bir neticesi.
Türkiye, devrimler ve demokrasi çelişkisini mutlaka ve en kısa zamanda çözmek mecburiyetinde.
***
Bürokratik iktidarın siyasete karşı sergilediği derin güvensizliğin en önemli sebeplerinden biri, oylarıyla siyaseti şekillendiren halkla ilgili olarak duyduğu derin kaygılar.
Yani, asıl güvenmediği, halk. Kendisini elit sayan kadrolar, çeşitli sebep ve gerekçelerle halka güvenmiyor, halkın tercihlerini benimseyemiyor.
“Dağdaki cahil çobanın oyu ile profesörün oyu eşit olur mu?” sözünde ifadesini bulan yaklaşım, bu sebeplerin en belirgin olanını açığa vuruyor.
Bu anlayışa göre, cahil, bilinçsiz ve yoksul halkın oy kullanırken yaptığı tercih de yanlış olur.
Ve seçtiği yanlış kişiler, yanlış işler yaparlar.
Dahası, aynı halk, hiçbir zaman elitleri ve onların destek verdiği siyasî kadroları tercih etmez.
27 Mayıs Anayasasının, seçilmiş kişi ve kadrolardan oluşan Meclis ve hükümet üzerinde tesis ettiği bürokratik denetim ve vesayet buna dayanıyor. Maksat, “yanlış”ları frenleyip düzeltmek.
Neye göre yanlış? Elitlerin ideolojisine göre.
İhtilâl ve müdahalelerin hep “Atatürk ilke ve inkılâpları elden gidiyor” iddiasıyla yapılması, bu ideolojinin kaynağı olan adresi ortaya koyuyor.
Yargıtay’ın bir önceki Başkanının “Adalet devletin temelidir” prensibini dahi Atatürk ilkelerine dayandırıp, “Bu ilkeleri koruyup kollamak yargının en önemli görevidir” demesi, bu olguyu yargıya bakan boyutuyla yine gözler önüne seriyor.

Devleti ve ideolojisini koruyup kollamayı, hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan adaleti tecellî ettirme görevinin önüne geçiren bir anlayış, bu beyanlarda bir defa daha kendisini gösteriyor.
Özellikle 28 Şubat döneminde yargı cenahından yoğunlaşarak sâdır olan ideolojik tavır ve kararlar da, hukuk devleti ve adalet adına son derece düşündürücü ve endişe verici tezahürler olarak bu durumun somut örneklerini veriyor.

Aslında bu konu, demokrasimizin en derin ve temel ikilemlerinin başında geliyor. Demokrasi gelişip halkın görüş ve tercihleri ağırlık kazandıkça, ilke ve inkılâplar dayatması zaafa düşüyor.
Zorlanıp iyice sıkıştıkları noktada da, demokrasiyi rafa kaldıran ihtilâller devreye sokuluyor.
Aslında “Demokrasi mi, ilke ve inkılâplar mı?” ikilemini aşmanın yolunu, Said Nursî 1946’da devrin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta “İnkılâp kusurlarını, o inkılâpları yapan birkaç adama yükleyip bu ağırlıktan kurtulun, o kusurların yol açtığı tahribatı tamire çalışın, din ve milletle barışın” mealindeki tavsiyesi ile ortaya koymuştu.

Bu tavsiyeyi siyaset diline aktaran isim ise, DP hükümetinin Başbakanı Adnan Menderes oldu.
İnkılâpların halka mal olanlar ve olmayanlar şeklinde tasnif edilip, mal olanlarla devam edilmesi, olmayanlarda ısrar edilmemesi ve onlardan vazgeçilmesi gerektiğini söyledi Menderes.
Hazin âkıbetinin asıl sebebi belki de buydu. Fanatik Kemalistlerin tabularına dokunduğu için onların nazarında bağışlanması imkânsız bir “cürüm” işlemiş ve cezasını önce iktidardan devrilip, sonra darağacına çekilerek ödemek durumunda bırakılmıştı.
Oysa söylediği şey gayet demokratik, mâkul ve gerçekçiydi; halen de uygulanmayı bekliyor.
Türkiye’nin ihtiyacı, ilk olarak Bediüzzaman’ın gündeme getirdiği ve ardından Menderes’in seslendirdiği formülü hayata geçirmek:

En önemli inkılâp olan cumhuriyete sahip çıkmak, laikliği din hürriyetinin teminatı haline getirip dine yönelik bütün baskı ve engelleri kaldırmak, bid’aları tasfiye ve şeairi ihya etmek.

Tükenen Kemalizmin ömrünü kimler uzattı?

1990’li yılların ilk yarısında, türkiye barolar birliği, tüsiad, hatta chp adına hazırlanan anayasa taslaklarında atatürk ilke ve ınkilapları, atatürk milliyetçiliği gibi ifadelere yer verilmemişti…

O süreç niye kesildi?

Taha Akyol, Türkiye Barolar Birliğinin 2001 yılında hazırladığı anayasa taslağında “Atatürk ilke ve inkılâpları, Atatürk milliyetçiliği” ifadelerinin hiç kullanılmadığına dikkat çekmişti.
Taslakta, laiklikten yana ve Atatürkçü kimlikleriyle bilinen Yekta Güngör Özden, Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu ve Prof. Dr. Ülkü Azrak gibi isimlerin de imzasının bulunması, bu durumu daha da ilginç kılıyordu (Milliyet, 19.9.07).

Demek ki, 2007’de AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağına—gerçek öyle olmadığı halde —“Atatürkçülüğe atıflar budanıyor” diye yüklenilmesinin ardında başka maksatlar yatıyordu.
İşin önemli bir boyutu bu. Diğer bir boyutu ise, kendilerini laiklik yanlısı ve Atatürkçü olarak gören kesimlerin dahi, gerçekte 12 Eylül’ün “Atatürkçülüğü adeta herşeyin besmelesi yapan” yaklaşımını paylaşmadığı ve reddettiği.
Zira akıl, sağduyu, bilim bunu gerektiriyor.
Ve Türkiye’de hayatın normal akışı zorlamalarla mecrasından ve çığırından çıkarılmasa, herşey yerli yerine oturacak. Öyle ki, Atatürkçüler dahil herkes, demokrasi ortak paydasında ve sağduyu çizgisinde bir araya gelebilecek.
Nitekim 90’lı yılların başlarında sol cenahta bu yönde sağlıklı bir gelişme süreci başlamıştı.
CHP’nin altı oku tartışılıyor; bunların içinde demokrasinin yer almayışı sorgulanıyor; CHP sol, sivil ve demokrat bir tavır almaya teşvik ediliyordu.
Sonradan CHP’ye dönüşecek olan SHP’nin 1991 seçiminden sonra DYP ile koalisyon ortağı olduğu dönemde gündeme gelen anayasa değişiklikleri içinde “Atatürk ilke ve inkılâpları” ifadelerinin metinden çıkarılması teklifinin yer alması— gerçekleşmese dahi—bu sürecin bir neticesiydi.
Keza CHP’nin 1994’te açıkladığı parti programında yer alan görüşler de çok enteresandı:
* Genelkurmay Başkanı Millî Savunma Bakanına bağlanmalı. * Ordu iç güvenlik alanından dış güvenliğe yönlendirilmeli. * Yasakları tanımlayan anayasa anlayışından, özgürlükleri tanımlayan anlayışa geçilmeli. * Farklılaşma özgürlüğü, temel bir hak olarak sakınılmalı ve korunmalı. * Meclisin etkinliği arttırılmalı; seçilmişler sadece görünürde değil, gerçekte de ülke yönetiminin temel unsuru olmalı. * Köklü bir üniversite reformu yapılmalı, YÖK kaldırılmalı, üniversitelere bilimsel ve yönetsel özerklik tanınmalı. * Laikliğin uzun vadedeki gereği olarak, inanç dünyası sivil topluma devredilmeli. (Aktaran: Eser Karakaş, Star, 12.7.07)

Keza YÖK eski Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç ve şimdiki CHP Milletvekili Prof. Dr. Süheyl Batum gibi profesörlerle TÜSİAD da aynı yönde çarpıcı örnekler ortaya koymuşlar.

Teziç’le Batum’un 1992’de TÜSİAD için hazırladığı anayasa taslağından çarpıcı görüşler:
* Liberal demokratik rejimlerde devletin resmî ideolojisi olmaz. Kemalizm anayasada yer almamalı. * Atatürk milliyetçiliği ifadesi kalkmalı. * Genelkurmay Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalı. * Cumhurbaşkanı ve milletvekili yeminlerinde Atatürk ilke ve inkılâplarına yer verilmemeli. * Devletin şeklinin cumhuriyet olması dışında anayasada değiştirilemez hüküm olmamalı. * Anayasanın otoriter ve kutsal devlet anlayışını yansıtan başlangıç bölümü demokrasiyle bağdaşmaz… (Zaman, 22.9.07)
Taslakta, Barolar Birliğinin çalışmasında da adı geçen Prof. Necmi Yüzbaşıoğlu’nun imzası da var.
Bu arada, fazla uzağa gitmeden, yine TÜSİAD’ın yayınladığı bir başka rapora baktığımızda da demokratikleşme için önemli açılımlarla karşılaşıyoruz.

2006-Aralık tarihini taşıyan ve ertesi yılın ilk ayında kamuoyuna açıklanan “Türk Demokrasisinde 130 Yıl” başlıklı çalışmada, on yıl önce Prof. Dr. Bülent Tanör’e hazırlatılmış olan “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporunun, geçen dönem AKP’den milletvekili olan ve ilke ve inkılâpların anayasadan çıkarılması gerektiği görüşünü bu sıfatla bir kez daha dile getirdiği için hışımları üzerine çekip partisi tarafından da sahiplenilmeyen ve 12 Haziran’da aday gösterilmeyen Prof. Dr. Zafer Üskül tarafından güncellenmiş halinde ilginç öneriler yer alıyor.

İlk olarak merhum Tanör’ün dile getirdiği ve Üskül’ün de paylaştığı bu önerilerden birinde, anayasanın başlangıç bölümündeki “hiçbir düşünce ve mülâhazanın Türk millî menfaatleri, Türk varlığı, (…) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında korunma göremeyeceği”ni bildiren 5. paragrafın tamamen kaldırılması isteniyor. Ve Üskül, bu paragrafta daha sonra yapılan “iyileştirme”nin yetersizliğini vurgulayarak Tanör’ün önerisini tekrarlıyor.

Raporda, MGK’nın anayasal kurum olmaktan çıkarılması, Genelkurmay’ın Millî Savunma Bakanlığına bağlanması, Siyasî Partiler Kanununda partilere Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalma zorunluluğu getiren ifadelerin kaldırılması gibi dikkat çekici başka teklifler de var.

Olayın bir başka enteresan tarafı, TÜSİAD gibi bir kuruluşun bu raporu on sene arayla iki defa yayınlaması ve tepkileri de göğüslemesi.

Peki, bunu yapan TÜSİAD, sonradan ne oldu da laikçilik ve Atatürkçülük yönünde keskin bir manevra yaparak, AKP’nin anayasa taslağı hazırlıklarına tepki verenlerin başını çekti?
TÜSİAD yöneticileri neden laikliği ve Atatürk ilkelerini çok öne çıkaran bir çizgiye yöneldiler?
Ve acaba ne oldu da, Barolar Birliği ve CHP daha önceki demokrat ve özgürlükçü yaklaşımlarını terk ederek eski katı, devletçi ve dayatmacı çizgiye geri döndüler?

Bu soruların cevabı ne? Tutarsızlık mı, ilkesizlik mi? Genlere işlemiş devletçi ve dayatmacı damarın yeniden ağır basması mı? Derin mahfillerin derin tazyikleri mi? Yoksa din adına siyaset iddiasının laik cenahta yol açtığı tedirginliğin herşeyi alt üst etmesi mi ve “siyasal İslâm”ın olağanüstü yükselişinin, demokratik süreç içinde sağlıklı bir raya oturmak üzere olan “olumluya gidiş” seyrini tersine çevirip sabote etmesi mi?

Gelinen noktada muhtemelen bu sebeplerin her biri ayrı ayrı etkili oldu. Ama özellikle CHP geleneğindekilerin bilinçaltındaki “din devleti ve irtica” korkularının demokratik açılımlara galebe etmesinde “din adına siyaset”e duyulan tepkinin oynadığı kritik rol bilhassa çok önemli.

İşin bu yönünün de iyi tahlil edilmesi lâzım.

***

Türkiye 1980’li yılları 12 Eylül’e kurban verdi. Darbe rejimini sivil görüntüyle devam ettiren parti, 1983 seçiminde cuntanın icazetiyle önü açılıp sekiz yıl boyunca iktidar olan ANAP’tı.

ANAP’ın kurucusu ve lideri Özal, ihtilâlin başı Evren’den sonra Çankaya’ya çıkınca, başbakanken yapamadığı demokratik açılımlara yöneldi. Bu çerçevede, TCK’nın senelerce çok can yakmış olan 141, 142 ve 163. maddelerinin kalkmasına önayak oldu. Ardından sivil bir anayasa projesini gündeme getirmeye hazırlandı, ama nasip olmadı, zira ömrü vefa etmedi.

1990’lı yılların başları, Türkiye’nin 12 Eylül rejiminden kurtulma ve özgürleşme hasretini kuvvetle hissettiği, resmî tabuları yoğun bir şekilde tartıştığı ve demokrasinin önünü açma sancıları çektiği son derece ilginç bir dönemdi.

1991 seçiminden sonra kurulan DYP-SHP koalisyonu, bu beklentileri karşılama noktasında uygun ve elverişli bir hükümet formülüydü.

Kırk sene birbiriyle mücadele etmiş, ama 12 Eylül darbesinden aynı şekilde beraberce zarar görmüş iki köklü siyasî akımı temsil eden bu partiler, demokrasi ve özgürlükleri öne çıkaran bir programla yola çıktılar. Ama Özal’ın vefatı üzerine Demirel’in Çankaya’ya çıkması, ardından SHP kanadının peş peşe lider değişikliklerine sahne olması, programın kararlı bir şekilde uygulanmasını engelledi.

Bir taraftan toplumdaki özgürlük talebi, diğer taraftan iktidarın bu talebi karşılayamaması ve bunun da etkisiyle politika arenasında oluşan boşluk, en fazla çoktandır sistemli bir çalışma yürütmekte olan millî görüş hareketine yaradı.

Ve bu hareket önce 1994 yerel seçimiyle belediyelerde ve ardından 1995 genel seçimiyle parlamentoda iktidar olma şansını yakaladı. Ama bu durum, demokrasiye nihayet alışmaya başlayan ve bunu çok önemli açılımlarla da ortaya koyma noktasına gelmiş kesimlerde “laiklik hassasiyeti”nin depreşmesine yol açtı.

Din adına siyaset iddiasının iktidar olması, demokratik gelişmelerin nisbeten teskin etmiş ve küllendirmiş gibi göründüğü “irtica ve din devleti” korkularını yeniden harekete geçirdi.

Gerçi bu korkuların hiçbir şekilde aslı ve esası yok. Ama toplumu tanımayan ve ülke gerçeklerinden kopuk kesimlerin, kökü çok eskilere ve derinlere dayanan bu vehim ve korkuları, Türkiye’de oluşan demokratik iklime zarar verdi.

90’lı yılların başında serbest tartışma ortamının filizlenmeye ve demokrasinin kök salmaya başladığı bir Türkiye’den, 1997 ve sonrasında 28 Şubat Türkiye’sine sürüklenmemizin altında yatan çok önemli sebeplerden biri bu durum.

Sonuçta din adına siyasetin bu derece güçlenmesi, demokratik gelişme sürecine çok büyük zararlar verdi. Laiklik endişesi taşıyan elit kesimlerin nazarında demokrasinin geri plana itilmesine sebep oldu. Cumhuriyet elitlerinin açılım arayışlarını sabote ederken, demokrat çizgi ve gelenekten gelenlerin dahi kimyasını bozdu. Ve netice olarak, dayatmacı statükonun ömrünü biraz daha uzattı…

Din adına siyaset iddiası öyle bir belâ ki, senelerce o iddianın takipçisi olduktan sonra bunun yanlış olduğunu fark edip çizgi değiştirdiklerini söyleyenlerin de hâlâ peşini bırakmıyor.
Gelişmeler bu gerçeği ibretli bir şekilde bir defa daha teyid ederek gözler önüne seriyor.
Sosyolog Abdurrahman Arslan’ın tesbiti de konuyu tamamlıyor:
“1995’te dindarlar belediyelere geldiklerinde sistem tıkanmıştı. Kemalistler iktidarı elden çıkarmak tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları için görmek istemiyorlar. Eğer dindarlar gelmeseydi sistem tıkanmıştı. Bu sistem gidemezdi. Şu anda da dindarların bu sisteme en büyük faydaları kilitlenmiş bir sisteme açılım getirmeleridir.”
(Emeti Saruhan, Yeni Şafak, 19.6.11)

Kemalizmin YENİ PAYANDALARI

Ergenekon belgelerinden biri de “Lobi” adını taşıyordu. Bu adı taşıyan plandaki değerlendirmelere göre, toplum gerçek anlamda özümseyemediği Kemalizmden uzaklaşmıştı.
Dahası, uzaklaşmanın da ötesinde, bu ideolojiyi yargılamaya yönelmiş; toplumdaki geri kalmışlık, mutsuzluk ve umutsuzluğun kaynağı olarak bu ideolojiyi sorumlu tutar hale gelmişti.
Bu bağlamdaki bir başka tesbit gençliğin Kemalizmden yüz çevirdiği idi ve Ergenekoncular gençleri resmî ideoloji doğrultusunda yeniden örgütlemeyi hedeflemişlerdi (Taraf, 16.7.08 ).

Savcılığın hazırladığı Ergenekon iddianamesinde yer alan şu suçlama bu tesbitlerle birlikte düşünüldüğünde iş daha da ilginç hale geliyor:
“Örgüt üyeleri Kemalizmi benimsediklerini söylüyorlar, ancak eylemleri ve amaçları, anayasada tanımlanan Atatürk milliyetçiliği ile ters düşüyor. Kemalizmi dinsizlik olarak algılıyorlar.”
Demek ki, bu olayda suçlanıp yargılananlar da Kemalist, onları hesaba çekenler de Atatürk milliyetçiliği ve Kemalizm adına hareket ediyor.

İşin gözden kaçırılmaması ve özellikle dikkat edilmesi gereken en kritik püf noktası burada.
Ergenekon operasyonu kapsamında hesabı sorulmak üzere gündeme gelen bilumum kirli ve karanlık işler, içeri tıkılan ve çoğu deşifre olmuş, miadı dolmuş, son kullanım tarihi geçmiş kişilerin üzerine yıkılarak dosya kapatılırsa ne olur? Kemalist sistem temize çıkmış olur mu?

Bu iş bu kadar kolay mı? Sistem çok önemli ve kilit konumlarda kendi görev verdiği insanlara her türlü haltı işletecek, darbe girişimleri dahil bütün marifetlerine göz yumacak, ama sonra âni bir manevrayla, yakın zamana kadar kullandığı maşaları harcayıp işin içinden sıyrılacak!
İddianameden anlaşılan o ki, Ergenekon operasyonunun asıl amacı, Kemalist sistemi safralarından temizleyip “arındırmak” ve M. Kemal’i dindar gösterip Atatürk milliyetçiliğinden de vazgeçmeyen bir anlayışla tahkim ederek yola öyle devam etmek.

Tarihî gerçeklerin tahrifine ve çağdışı dayatmalara dayalı sistemlerle nereye varılabilir ki?

***

Ergenekon operasyonlarında somutlaşıp siyaset ve medya gibi başka alanlara da yansıyan tasfiye süreci, eski usûl ve yöntemlerle sürdürülen Kemalizm bekçiliğinin artık devrini tamamlayıp miadını doldurduğunu son derece açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Türkiye’nin ve dünyanın geldiği nokta, klâsik darbe ve dayatma yöntemlerine geçit vermiyor.
Bu değişimi görememekte veya uyum sağlayamamakta direnenler bir bir tasfiye ediliyor.
Gelinen aşamada, Kemalizmi ayakta tutup yaşatmayı amaçlayan müdahalelerin daha örtülü ve usturuplu bir şekilde yapıldığı gözleniyor.

27 Mayıs ve 12 Eylül’le 28 Şubat arasındaki en belirgin fark da burada kendisini gösteriyor.
Öncekilerde ordu darbe yaparak hükümeti devirir, Meclisi dağıtır ve idareye el koyarken, 28 Şubat, sürece yayılan bir müdahaleyi başlattı.
Ama artık Türkiye onu da taşıyamıyor.
Bilhassa AB faktörü başta olmak üzere dış dinamikler ve bunların da etkisiyle içeride giderek güçlenen demokrasi bilinci, kimilerince bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat’ı da iyice yıprattı.
Şimdi Kemalist cephe de, gönülsüz bir şekilde ve kerhen dahi olsa, mecburen demokrasiye uyum sağlama gerekliliğinin kaçınılmazlığını görüp kabul etme ve hazmetme noktasına geldi.
“Demokratik Atatürkçülük”ten dem vurulmaya başlanmasının altında yatan temel etken bu.
TSK’da eski zihniyette ısrarını sürdürenlerin “Ergenekon sopası”yla terbiye edilip etkisizleştirilmesi bu değişimin bir tezahürü olduğu gibi…

CHP’de kendisini partideki Kemalist çizginin temsilcisi olarak niteleyen Önder Sav’ın, en azından şu aşamada tasfiyesi ve parti söylemlerinde laiklik yerine sosyal hukuk devleti vurgusuna ağırlık veren Kılıçdaroğlu’nun öne çıkması da bu sürecin o cenahtaki yansımalarından biri.
Keza Emin Çölaşan, Bekir Coşkun ve Oktay Ekşi gibi “keskin Kemalist” kalemlerin, “merkez medya”daki etkin konumlarını kaybetmeleri de.
Madalyonun bir yüzünde bunlar var.
Diğer yüzünde ise, geleneksel, hararetli ve asıl savunucuları giderek güç kaybeden Kemalizmin, onunla hiçbir şekilde bağdaşmaması ve uzlaşmaması gereken başkalarınca sahiplenilmesi gibi çok garip bir durumla karşılaşıyoruz.

Bu “neo-Atatürkçüler”in başında AKP geliyor. Başbakan “Hedefimiz Atatürk ilke ve inkılâplarını toplumun ortak paydası haline getirmek” derken, bakanları ve parti sözcüleri her fırsatta “En hakikî Atatürkçü biziz” mesajı vermek için adeta yarışa girmiş durumda. “Atatürk yaşasaydı AKP’li olurdu” diyen partililer de cabası…

AKP iktidarında getirilip iki dönem görev yapan Diyanet İşleri eski Başkanı, camilerde M. Kemal’in anlatılması gerektiğini her fırsatta tekrarladı.

Ve millî günlerin kutlandığı haftalardaki Cuma hutbelerinde, hattâ mübarek gecelerde okunan mevlidlerde metazori M. Kemal’e duâ ettirildi.

Bazı safdiller, başörtüsü yasağının kalkması taleplerinde, daha millî mücadele devam ediyorken hedeflerinden birini “tesettürü kaldırmak” olarak kaydettiren M. Kemal’i, sırf annesiyle—bir dönem—eşinin örtülü olmasından hareketle, referans ve dayanak göstermekten bir türlü vazgeçmediler.
Bütün bunlar, vaktiyle zor kullanarak hakim kılınmaya çabalanan, ama artık tümüyle çağdışı kalan bir ideolojinin, en önemli hedef ve engel olarak görüp tahribe çalıştığı din eksenindeki oluşumlarla ayakta tutulmak ve ömrünün uzatılmak istenmesi gibi bir tuhaflığı netice verdi.
Metin Münir’in “Modernleşme planında dine yer vermeyen Atatürk’ün tutkalı tutmadı” (Milliyet, 23.10.10) tesbitiyle birlikte düşünüldüğünde, bu tuhaflık daha da katmerli bir hale geliyor.

Sivil Kemalizm AKP ile devam ettiriliyor

Erdoğan: Atatürk ilkelerini, ayrıştırıcı değil, birleştirici, milletin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini yapmalıyız.

Sivil Kemalizm

AKP’nin düzenli olarak kamuoyu anketleri yaptırdığı kuruluşlardan biri olan Pollmark’ın patronlarından Yrd. Doç. Dr. Ertan Aydın, demokratik açılım projesini değerlendirdiği çalışmasında şöyle bir görüş ortaya atmış:
“Atatürk’le başlayan demokrasi projesinin tamamlayıcısı olma misyonunu bugün Erdoğan hareketi üstlenmiş gözüküyor.” (Sabah, 21.1.11)

“Atatürk’ün nihaî hedefi demokrasiydi” iddiası yeni değil. Öteden beri bunu savunup, M. Kemal devrindeki antidemokratik uygulamaları “Şartlar öyle gerektiriyordu” diye tevile çalışanlar var.
Hattâ bu iddianın sahipleri, AB sürecinde atılan demokratikleşme adımlarını da “Atatürk’ün rüyası gerçekleşiyor” şeklinde takdim ediyorlar.

Buna karşılık, yine Atatürkçülük adına AB’yi reddedip, Türkiye’yi birlik üyesi yapmaya yönelik çalışmaları ihanet olarak niteleyenler de var.

Haddizatında, demokrasiye de, AB sürecine de Atatürkçülük adına karşı çıkanlar doğru yapıyor. Çünkü “öz Kemalizm” bunu gerektiriyor.

M. Kemal hayatta iken girişilen Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırka denemelerinin akim kalması örnekleri bile, Atatürkçülüğün demokrasiye ancak kendi belirlediği sınırlar içinde kalması kayıt ve şartıyla rıza gösterip, aksi halde izin vermeyeceğinin yaşanmış örnekleri.

Hattâ daha sonra aynı çizgi İnönü ile devam ederken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dış baskıyla çok partili sisteme geçme zorunluluğu ortaya çıktığında kerhen müsaade edilen DP’nin bile başlangıçta bir “muvazaa partisi” olarak tasarlandığı, ancak bilâhare Menderes’le milletin partisine dönüştüğü de bir vâkıa.

Keza, M. Kemal döneminde tepeden inme ve jakoben yöntemlerle gerçekleştirilen devrimlerin hangisini demokrasiyle bağdaştırabiliriz ki?

Kimileri, “Efendim, gerçek bir demokrasinin altyapısı o devrimlerle oluşturuldu” diye kıvranıp duruyorlar, ama mızrak çuvala sığmıyor.

Çünkü hem devrimler yapılıp uygulanırken izlenen yöntemler, hem de 1950’den sonraki çok partili demokrasinin hep “Devrimler elden gidiyor” gerekçesiyle yapılan ihtilâllerle kesintiye uğratılması, bu iddiayı temelden tekzip ediyor.

Kemalistlerin her fırsatta tekrarladıkları “Karşı devrim 1950’de ve özellikle de ezanın yeniden Arapçaya çevrilmesiyle başladı” söylemleri de.

Şimdi gelinen noktada, artık eski usûl ve klâsik darbe yöntemleriyle netice almanın imkânsız olduğu anlaşıldığından, aynı devrimleri demokrasi görüntüsü altında ve sivil kılıkla sürdürme taktiği devreye sokuluyor. AKP de bu yeni taktiğin icracısı olmaya soyunuyor.
Oysa fikirleri ve icraatları belli olan M. Kemal’in üzerine bina edilecek bir “demokrasi projesi”nin, temelsiz veya çürük temele dayalı bir inşaattan hiçbir farkı yok.
Şimdiye kadar asker dipçiği ve tanklarıyla ve hukukun en temel prensiplerini çiğnemekte beis görmeyen ideolojik yargı kararlarıyla muhafazasına çalışılan Kemalizmi bundan sonra “sivil ve demokratik” zırhların koruması altında yaşatma çabasının, bitkisel hayata girmiş bir bedeni solunum cihazına bağlayarak “ayakta tutma” gayretlerinden bir farkı bulunmadığı gibi…
Dolayısıyla, eğer demokrasiden söz edeceksek, bunu bir kişiyle, hele de henüz hayatta iken “Diktatör olarak anılacağım” kaygısını dillendirmiş olan M. Kemal’le irtibatlandırmak yanlış.
Keza, çerçevesi mâlûm ilke ve devrimlerle çizilip sınırlandırılmış bir demokrasi olmaz. Buna karşılık, gerçek bir demokraside, o ilke ve inkılâpları eleştirenlere de, savunanlara da yer var. Yeter ki, “Bursa nutku”ndan aldıkları “gaz”la sokaklara dökülüp anarşi çıkarmasınlar…

***

AKP ve Atatürkçülük

Atatürk’ün kurduğu partinin bir önceki Genel Başkanının, “Laiklik halkın oyuyla mı getirildi? Millete sorulsaydı inkılâplar gerçekleşebilir miydi?” diye sorduğu günlerde, AKP lideri siyasî rakibinin tezini çürüterek Atatürkçülüğü ibra ettirmeye çalışıyordu.

Şu cümleler, Erdoğan’ın 23 Nisan 2008’de Mecliste yaptığı konuşmadan:
“Söz ve icraatları ortaya koymaktadır ki, Atatürk, devrimleri millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün olmadığına inanmış; yeni düzeni millete dayatmayı değil, benimsetmeyi amaçlamıştır… Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu, onları hayata geçiren TBMM’dir, bir bütün olarak Türk milletidir.” (aa, 23.4.08 )

Peki, kim haklıydı; Baykal mı, Erdoğan mı? Devrimlerin hangisi halka benimsetilerek yapıldı?
Millî Mücadeleyi yöneten ve Kurtuluş Savaşını zaferle neticelendiren Birinci Meclisin zaferden sonra dağıtılıp M. Kemal’e muhalif olmakla suçlanan çoğunluğun tasfiye edilmesi ve bilâhare mutlak iktidarın cumhuriyet adı altında bir tek parti-tek şef diktasına teslim edilmesi mi?
Bir taraftan “Hakimiyet bilâkaydü şart milletindir” denirken, diğer taraftan bu sözle bağdaşması imkânsız dayatmalara girişilmesi mi?

Takrir-i Sükûn Kanunu ve istiklâl mahkemeleriyle herkesin sindirilip, en ufak bir muhalefet hareketine hayat hakkı ve şansı verilmemesi mi?

Milleti bir gecede cahil durumuna düşüren, Kur’ân başta olmak üzere İslâm harfleriyle yazılmış bütün eserleri “yakılacak yasaklı kitaplar” takibatının hedefi yapan, çocuğuna Kur’ân öğretmeyi dahi yasaklayıcı baskı ve takiplerin temel dayanağı olarak uygulanan harf inkılâbı mı?
Medreselerin kapatılıp okullardaki din derslerinin tamamen kaldırılması ve çocukların dinlerinden habersiz yetiştirilmeye başlanması mı?

Camilerin ot deposu olarak kullanılması mı; yıllarca tek bir dinî eser neşrine izin verilmemesi mi; Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere dinî hizmet için ortaya çıkma “cür’et”inde bulunanların amansız takip ve tazyiklere maruz bırakılması mı?

Şapka devrimine muhalefet suçlamasıyla, aralarında din âlimlerinin ve kadınların da bulunduğu birçok insanın darağacına çekilmesi mi? Erdoğan’ın köyünün de bulunduğu bölgede koca bir sahil kasabasının Hamidiye zırhlısı tarafından top ateşine tutulması mı?

Ezanın yüzlerce yıldır okunagelen aslî ve orijinal halinden uzaklaştırılıp Türkçeleştirilerek minarelerden okutulması ve beş asırdır cami olarak hizmet veren fetih sembolü Ayasofya’nın mabed olmaktan çıkarılıp müze yapılması mı?

Kanun zoruyla olmasa da, cumhuriyet baloları, danslı eğlenceler, karma eğitim, 19 Mayıs merasimleri ve güdümlü medyanın propagandalarıyla tesettürün kaldırılmaya çalışılması mı?

Gerçek şu ki, M. Kemal, gençlik döneminde kaydettiği ve Can Dündar’ın “Mustafa” belgeselinde de aktarılan sözlerinden birindeki “Elime imkân geçse Fransa’daki gibi bir coup, yani darbeyle toplumsal hayatı değiştiririm” yaklaşımını, o imkânı bulup iktidarı eline geçirdiği an derhal uygulamaya aksettirmiş ve bütün devrimlerini “darbe” yöntemiyle gerçekleştirmiş. Çankaya sofralarından birinde kararını verdiği “cumhuriyet”i bile bu yolla ilân etmiş.

(Cumhuriyetin 88 sene sonra dahi “cumhursuzluk” sorununu aşamayışında, daha yolun başında izlenen bu tepeden inmeci yöntemin, akabinde cumhuriyet adı altında bir tek parti diktası kurulmasının ve sürecin sonraki aşamalarında da cumhuriyetle demokrasi ve millî irade kavramlarının bir türlü imtizac ettirilemeyişinin çok büyük payı olduğu gözardı edilebilir mi?)

Yine o dönemde kimi devrimler, Meclis kürsüsünden yapılan “İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir” tehditlerinin eşliğinde gerçekleştirilmiş.

Bunların canlı şahitleri, sayıları giderek azalsa dahi, içimizde hâlâ var. Ama sormaya kalksanız, çoğu korku dolu gözlerle etrafına bakınarak, konuşmaktan çekinir. Çünkü çocukluk veya ilk gençlik döneminde yakalandığı o dehşetli devirde hüküm süren korku atmosferi öylesine içine işlemiştir ki, aradan bu kadar sene geçmiş olmasına rağmen hâlâ o psikolojiden çıkamamıştır.

Hatırlayanlar olacaktır; Erdoğan’ın siyasetteki hocası rahmetli Erbakan’ın da iki lâfından biri “Atatürk yaşasaydı partimize girerdi” sözüydü. Ve Millî Görüş lideri tek parti dönemine yönelik eleştirilerini, İnönü’nün başta olduğu 38 sonrası ile 40’lı yıllara hasrederken, 20’lerin sonları ile 38’e kadarki döneme dokunmamaya özen gösterirdi.

Sonra Erdoğan bu tavrı daha ileri noktalara götürdü ve Atatürk’ün bütün inkılâplarını milletin onayıyla gerçekleştirdiğini iddia etti.

Oysa bu, tarihî gerçeklerle de, bir ara telâffuz eder gibi olduğu, ama hayli zamandır ağzından duymadığımız “DP misyonunun takipçisi artık biziz” söylemiyle de tamamen çelişen bir iddia.
Çünkü Menderes inkılâpları “halka mal olanlar” ve “olmayanlar” olarak ayırmış ve toplum tarafından benimsenmeyenlerin tekrar gözden geçirilmesini istemişti. Üzerine bu kadar büyük hışım çekmesinin ve maruz bırakıldığı zulmün en önemli sebeplerinden biri bu yaklaşımıydı.

***

Erdoğan’ın, “Obama gibi geldi, Bush’a benzedi” diye eleştirildiği zaman buna verdiği cevapta, “Ben ne Obama’yım, ne Bush’um. Ben Tayyip Erdoğan’ım” deyip, “İllâ birilerine benzetecekseniz, Atatürk’ten başlayın, Kanunî’lere, Yavuz’lara, Fatih’lere, Osman Gazi’lere kadar gidin” diye devam eden çıkışı, hem başından beri saklamayıp “Lider olunmaz, lider doğulur” diye açığa vurduğu “ego”sunun daha da güçlenerek devam ettiğini, hem de Atatürk’ü Osmanlı padişahlarıyla eş tutan tuhaf anlayıştan vazgeçmediğini yeniden gözler önüne sermişti.

M. Kemal’in Kanunî, Yavuz, Fatih ve Osman Gazi’yle nasıl bir ortak noktası ve benzerliği vardı ki, Erdoğan bu isimleri birlikte zikredebildi?

Bir defa dünya görüşleri tamamen farklı. Adı geçen padişahlar i’lâ-yı kelimetullahı misyon edinmişken, Atatürk’ün gerek İslâma, gerek Osmanlıya bakışı onlarınkinin tam tersi değil mi?
Bu çıkışı, bir taraftan millî görüşü Hz. Àdem’le başlatıp, bütün peygamberleri ve İslâm tarihinde Osmanlı padişahlarının da dahil olduğu cihangir sultanları millî görüşçü olarak nitelerken Atatürk’ü de onlara dahil eden rahmetli Erbakan’ın yaklaşımını Erdoğan’ın da içselleştirdiğini gösteren bir örnek.
Demek ki, şimdiye kadar her fırsatta tekrarladığı “Değiştim, millî görüş gömleğini çıkardım” söylemlerine rağmen, temelde bir değişme yok.

Öte yandan Erdoğan, kendisi için zaman zaman yapılan Atatürk benzetmelerinden de rahatsız olmak şöyle dursun, ziyadesiyle memnun olduğunu, hattâ “gurur” duyduğunu söylemişti.
İktidarının ilk günlerinde İsrailli diplomat Alon Liel’in dile getirdiği “Erdoğanizm Kemalizmin güncellenmiş versiyonudur” iddiası için yorumu sorulduğunda böyle bir cevap vermişti.
Aynı şekilde, bir dış gezisinde “Türkiye’de Atatürk’ten sonra lider gelmedi, ikinci lider sizsiniz” diye bağıran kişiye, “Modernleşmede en büyük liderimiz Atatürk’tür. Onu aşmanın değil, örnek almanın gayreti içindeyiz” demişti.

Erdoğan’ın bu Atatürk tutkusu, şahsıyla sınırlı değil. Cumhurbaşkanı Gül de, bir 10 Kasım mesajında, “Atatürk’ün öncülüğünde hayata geçirilen inkılâp ve reformlar, demokratik, modern, hür ve müreffeh Türkiye’nin temellerini attı” iddiasında bulunmuştu.

Partinin ağır toplarından, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da, “Bizim Atatürk’le hiçbir zaman sorunumuz olmadı” şeklinde beyanları mevcut. Daha ötesinde, şu sözler de yine Arınç’a ait:
“Atatürk milliyetçiliğine bağlıyım. Atatürk yaptığı devrimlerle bu ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması hedefini gösteren kişidir. Mirasına sahip çıkacağız…” (Akşam, 4.12.02)

En son beyanlarında “modern bir cumhuriyet kurmayı başaran başarılı bir devrimci lider” olarak nitelediği M. Kemal için “O hem geleceği gören, hem mücadeleci, hem de devrimci özellikleri ile milleti ve devleti için tarihin akışını değiştirmiştir. Hem değişim ve dönüşümü öncelikle kendi düşüncelerinde yaşatmış, hem de bunu toplumunda gerçekleştirebilmiştir” ifadelerini kullanan da yine Arınç (19.10.11 tarihli gazeteler).

AKP’li Bakanlardan Egemen Bağış ve önceki kabinelerde görev yapan Faruk Özak gibi isimlerin, “En büyük Atatürkçü bizim parti” beyanını dillerinden düşürmeyip her fırsatta tekrar ettikleri de bir vakıa.
Bakan Ertuğrul Günay’ın, Atatürk referanslarıyla başlatılıp arkası getirilemeyen ve tamamen tıkandığı görüntüsü veren demokratik açılımı dahi “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak nitelediği de.

Şu sözler ise AKP Grup Başkanvekillerinden Salih Kapusuz’a ait:
“Sağ kesimin İnönü’ye tepkisi, Atatürk sonrası uygulamalardan kaynaklanıyor. Toplumun gerçek anlamda Atatürk’le sorunu yok. Bizim kesimde Kurtuluş Savaşındaki komutanlığı ve liderliği nedeniyle Atatürk çok müsbet değerlendirilir…” (Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet, 3.5.10)

Partinin Genel Başkan Yardımcılarından Bülent Gedikli’nin, “Altı ok CHP’de anlamını kaybetti” şeklindeki beyanı da bu bağlamda ilginç (Yeni Asya, 6.2.11).

Atatürk’ün şapka inkılâbını Çankırı’da başlattığını ifade ederek, “Belgeler, Atatürk’ün şapka inkılâbını fiilen Çankırı’da başlattığını gösteriyor’’ diyen; “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şapka inkılâbını ilân etmek için Çankırı-Ilgaz-Kastamonu-İnebolu güzergâhını belirlemesinin tesadüf olmadığını” belirten ve “Çankırı halkı her zaman Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve onun ilkelerinin yılmaz savunucusu ve destekçisi olmuştur’’ diye devam eden AKP’li Çankırı Belediye Başkanı İrfan Dinç’in sözleri de (aa, 23.8.11) bir başka örnek.

Keza, çalışmalarını anlatırken, “Üç müze daha yapıyoruz. Biri Atatürk müzesi. Türkiye’de örneği yok. Konuşan, hareket eden bir Atatürk olacak. Çocuklar salonda oturacak, perde açılacak ve Atatürk 10. Yıl Marşını söyleyecek. 10. Yıl Nutkunu okuyacak, yürüyecek. ‘Türkiye’de yaşayan en iyi Atatürk heykeltraşı Yılmaz Büyükerşen’dir’ dediler. Hocayı ikna ettim, beraber Amerika’ya gittik. Hoca iki gün atölyede çalıştı ve düzeltti. Ocak ayında o müzeyi açacağız” diyen AKP’li Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey’in sözleri de (Faruk Bildirici, Hürriyet-Pazar, 22.10.11).

Aynı şekilde, İstanbul’daki AKP’li belediyelerden birinin senelerce sağa sola bedava Nutuk dağıtması da.

Ve bütün bu örneklerin ötesinde, kurumsal bir sahiplenme söz konusu. Nitekim AKP’nin 2007 seçimi öncesi açıkladığı programında Atatürk ilke ve inkılâpları “toplumun ortak paydası” olarak nitelendi.
22 Temmuz seçiminden kısa süre önce yapılan parti kongresinde de Erdoğan “Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet değerlerimizi her türlü gündelik siyasî tartışmanın üzerinde tutarak, ayrıştırıcı değil, birleştirici, milletimizin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini haline getirmeliyiz” ifadelerini kullandı.

AKP’nin seçim kampanyası çerçevesinde hazırlanan medya reklamlarında da aynı ifadelere yer verilmiş ve bunlar defaatle yayınlandı.

Görünen o ki, AKP’lilerin Atatürk tutkusu zoraki değil, içselleştirilmiş bir bağlılık…
Ve AKP, Kemalistlik tekelini ellerinde tutan elitlere bir türlü kabul ettiremese de, Atatürkçülük yarışını bırakmamakta kararlı.

Foreign Affairs dergisinde çıkan bir yorum, AKP’nin bu noktadaki konumunu iyice netleştiriyor. Bu yoruma göre:
“Kemalizmin Batıya bakan yüzünü yaşatan AKP, sivil Kemalizmin savunucusu haline gelerek, Kemalizmin gereklerini yerine getiriyor…”

Prof. Dr. Şerif Mardin “AKP iktidarı Kemalizmin başarısıdır” derken boşuna konuşmuyor…

YA AB, YA KEMALİZM

Avrupa Birliğine girme çabasını sürdüren Türkiye, Kemalizm engelini aşmadan bu hedefine ulaşamaz.

Ya AB, ya Kemalizm

Taha Parla, 1991’deki bir TV programında şöyle demişti:
“Hiçbir Avrupa ülkesinin anayasasında kişi isimleriyle anılan izm’ler yoktur. Sadece iki dünya savaşı arasındaki ülkelerin anayasalarında görmek mümkün. Onlar da faşist ülkelerdir.”
Yine o sıralarda ANAP’lı Bülent Akarcalı, Avrupa Topluluğu Karma Komisyonu Başkanı ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi sıfatıyla, bir Belçika heyetiyle görüşmüştü. Tartışmadan bazı cümleler:
Belçikalı: “Siz faşistsiniz.”
Akarcalı: “Babandır.”
Belçikalı: “Siz Kemalist TC’yi savunuyorsunuz.”
Akarcalı: “Savunuyorum.”
Belçikalı: “Öyleyse söylediğimiz doğru.”
Akarcalı çevresindeki Türklere dönerek: “Tabancası olan yok mu? Bu adamı vuracağım!”
Allah’tan, Akarcalı sinirlerine hakim olmuş ve Mecliste sansasyonel bir cinayet işlenmemiş!
Akarcalı’nın sergilediği öfkeli tavır, Türkiye’nin gerçeğini değiştirmedi. Ve suçlamak için bahane arayan Avrupalılar ülkemizin yumuşak karnına, Kemalizme vurmaya devam ettiler.
Daha sonra Türkiye’yi ziyaret eden Federal Alman Parlamento üyesi ve SPD Meclis Grubu kültür politikaları sözcüsü Freimut Duve de düzenlediği basın toplantısında enteresan şeyler söyledi.

Bu sosyal demokrat politikacıya göre:
Türkiye’de din ve Güneydoğu konusundaki sorunlar, Kemalizmin “karşıtlar dengesi”ni reddeden rejim felsefesinden kaynaklanıyor.
Oysa modernitenin dengeye ihtiyacı var.
Buna karşılık, Kemalizm din ötesi ve etnik ötesi, yani dini ve etnik unsurları ön plana çıkarmayan bir rejim kurmak istedi.
Ama gerçek farklı: Her etnik grup istediği türküyü söylesin, çocuklar masalları kendi dilinde dinlesin ister. Kemalizm, moderniteye geçecek dengeyi sağlayamadı. (Doğan Hızlan, Hürriyet, 28.2.95)
Sivas’ta aydınları yakanların Müslüman olduğuna inanmayan ve bu görüşünü Osmanlının Batıya örnek olan hoşgörüsüne dayandıran Alman politikacının değerlendirmeleri enteresan.
Avrupa Birliğine girme çabasını sürdüren Türkiye, Kemalizm engelini aşmadan bu hedefine ulaşamaz.
***
1994 yılı başlarında Türkiye’ye gelerek incelemelerde bulunan Avrupa Parlamentosu temsilcisi Marc Galle’nin ilginç tesbitleri vardı.
Türkiye’de seçimle gelen iktidarların, devletin tümünü elinde tutamadığını ve devlet çarkında anayasa tarafından korunan bir “gizli diktatörlük” bulunduğunu belirten Galle, seçimle gelmemiş güçlerin siyasî otoriteyi zayıflattığını bildirmişti.

Gaile, raporunda, bu güçlerin kendilerine şu sıfatı yakıştırdıklarına da dikkat çekmişti:

“Kemalizmin son nöbetçileri.”

Yalçın Doğan da AP üyesi bir Alman parlamenterin ilginç sözlerini nakletti.
“Türk ordusunun Avrupa’ya bakışı ve Gümrük Birliği çerçevesinde Türkiye’de ordunun yeri” konusundaki sorularına cevap arayan bu Hıristiyan Demokrat parlamenter, Genelkurmay’da generallerimize “Ordunun siyasetle uğraşması artık gerilerde kalmış olmalı” diyecek olmuş.
Bir generalden aldığı cevap ise onu şaşırtmış:

“Ordu, Atatürk devrimlerine bağlıdır. Atatürk ilkelerinden hiçbir biçimde ödün vermez! Biz, bu ilkelerin bekçisiyiz! Onlara dokunmaya kalkanın da karşısına çıkarız!” (Milliyet, 16.12.95)

***

2003’te Avrupa Parlamentosuna sunulan Türkiye raporunda Kemalizm “Türkiye’nin AB üyeliğine en büyük engel” olarak nitelenip eleştirilirken şöyle deniliyordu:

“Türk devletinin temel felsefesini oluşturan ve devletçilik, ordunun güçlü rolü, dine karşı çok katı bir tavır gibi yaklaşımlara öncelik veren Kemalizm, Türkiye’nin AB’ye katılımına köstek oluşturuyor. Milliyetçi ve laik yaklaşımlar AB ile uyumsuz. Devlet reformunun başarılması için irtica ve bölücülük korkularının aşılması gerekiyor. Türkiye’nin Kemalizmi değil, demokratik Avrupa ilkelerini temel almış bir anayasaya ihtiyacı var.”

Raporu kaleme alan Hollandalı parlamenter Arie Oostlander bu çerçevede Türkiye’nin çoğulcu demokrasiye doğru gelişmesini frenleyen ordunun ve bürokrasinin AB’ye uydurulması ve sivil otoritenin güçlendirilmesi gereğini de vurguladı.

Gerçekten, Türkiye’yi “dünyadaki son sosyalist devlet” yakıştırmasına muhatap kılan, özelleştirme ve serbest piyasayı geliştirme girişimlerine takoz koyan devletçi yapı ve zihniyet Kemalizmin eseri değil mi?

Ordunun evrensel demokrasi kriterleriyle bağdaşmayan ağırlıklı rolü, “ilke ve inkılâpları koruma ve kollama” gerekçesine dayandırılmıyor mu?

“Dine karşı çok katı tavır” alındığı yalan mı? Dindarların hâlâ irtica ithamlarıyla tedirgin edilmesi, dinî cemaatlerin “yasadışı yeraltı örgütleri” olarak görülmesi, din eğitimine vurulan darbeler, başörtüsü yasağıyla birçok temel hakkın gasp edilmesi hep Kemalist zihniyetin marifetleri değil mi?

Demokratik bir devlet reformunun başarılabilmesi için, bölünme ve irtica korkularının aşılması gerektiği yanlış mı?

Hangi cenahtan ve hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Hollandalı parlamenterin Kemalizmle ilgili tesbitleri gerçekleri yansıtıyordu.

Bu tesbitler, AB cenahında daha önce eski Alman Dışişleri Bakanı Kinkel ve Daniel Cohn-Bendit gibi isimlerce de dile getirilen “Ya AB, ya Kemalizm” görüşünün farklı bir ağızdan tekrarıydı.
Eğer 2010’lar Türkiye’sinde bu engelleri aşma noktasında bir miktar mesafe alabildiysek, bunu herşeye rağmen devam eden AB sürecine borçluyuz.
Ama yapmamız gereken daha çok iş var.
***

Karanlık ittifak

Fransız yazar Alexander Del Valle “Türkiye Avrupa’da İslâmcı Bir Truva Atı mı?” isimli kitabında, “Türkiye’yi Avrupa dışında tutmak için Türk Kemalistlerle ittifak etmeliyiz” diyordu.

Ancak Türk Kemalistlerin uğradığı güç kaybı bir başka Fransız düşünürünü, Musevî asıllı Bernard-Henri Levy’yi kaygılandırmış olmalı ki, şöyle demiş:

“İki İslâm arasındaki savaş Türkiye’de de yaşanıyor ve hiç kimse bugün güç dengesinin en az kısa vadede Kemalist İslâmın lehinde olmaya devam edeceğini kesin olarak söyleyemez.” (Cumhuriyet, 17.5.04)

Gazetenin haberinden, “iki İslâm”la neyin kast edildiği net olarak anlaşılmıyor. Geneldeki kullanımlara göre “ılımlı İslâm” ve “radikal İslâm” ayrımının ifade edilmek istendiğini düşünsek, “Kemalist İslâm” neyin nesi?

Anlaşılan o ki, burada Fransız filozofun özel olarak yaptığı farklı bir ayrım söz konusu.
Levy bu ayrımın bir tarafına Kemalizm eliyle “reforme edilmiş” İslâmı, diğer tarafına da bu reform dayatmasına teslim olmamış orijinal İslâmı yerleştirerek, kendisine göre “olumlu” nitelikleri Kemalist versiyona, olumsuzlukları ise “diğer İslâm”a yüklüyor.

Ama savunduğu “Kemalist İslâm”ın mağlûp olacağından ciddî şekilde kaygı duyuyor.
Haddizatında bu endişe yersiz değil. Hattâ sözü edilen mağlûbiyet çok daha önceden gerçekleşti bile. Demokrasiyi hedef alan bütün müdahaleler bu durumu tersine çevirme ve bu mağlûbiyeti telâfi etme girişimleriydi.

Bütün darbelerin ortak gerekçesinin “Devrimler ve ilkeler elden gidiyor” iddiası olması, boşuna ve tesadüfî bir olay olmasa gerek.

Gerçek şu ki, halkın nisbeten öne çıktığı demokrasiye geçildikten sonra, devrim adına yapılan aşırılıklar yavaş yavaş törpülendi: Din eğitiminin önü açıldı, dini yaşamanın önündeki engeller kısmen de olsa kalktı, ezan özgürleşti, dindarlara yapılan baskılar azaldı.
28 Şubat, bu gidişatı durdurmayı ve Kemalizm açısından kısmen de olsa “durumu muhafaza”yı hedef alan bir operasyondu.
Bütün bunlar açıkça şunu gösteriyor:
Demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyip gelişmesi engellenmese ve halkın tercihlerine saygı gösterilse, devrimler adına yapılan tahribatın tamiri çok daha kolay ve hızlı olacak.
Ama devrimbazların buna niyeti yok.
Bunun örneklerinden biri, Levy’nin kaygısını “Kemalizm neden kaybetsin?” mukabil sualiyle teskine çalışan bir Türk yazarın tavrı.
Kemalizmin asla mağlûp olmayacağına inanan yazar, dayanaklarını şöyle özetliyor:
* Asker ve siviliyle laik nesiller “yaratıldı.”
* Laik içeriğe dayalı rejimin muhafazası için bir dizi anayasal kurum oluşturuldu.
* Kendisine anayasa ve diğer yasalarla bu alanda misyon tevdi edilmiş bir TSK var. (Mehmet Ali Kışlalı, Radikal, 18.5.2004)

Görüldüğü gibi, “Kemalizmin güvenceleri” olarak sıralanan bu unsurlarda “laik nesiller” en zayıf halkayı teşkil ederken, asıl bel bağlananlar yine anayasal kurumlar ve TSK.
Hasan Ali Yücel boşuna söylememiş:
“Devrim demokrasiyle bağdaşmaz.” (Nakleden: Ege Cansen, Hürriyet, 19.5.04)

Sona doğru

27 MAYIS’TAN 12 Eylül’e, klâsik darbelerin ortak gerekçelerinden biri, ülkenin kardeş kavgasına sürüklendiği, toplumun kamplara bölündüğü ve bu bölünmenin devlet kurumlarına dahi yansıdığı iddiası idi.

“Solcu-sağcı; devrimci-ülkücü; laik-dinci” gibi yaftalar, iddianın dayanağı olarak gösteriliyordu.
Özellikle 12 Eylül öncesindeki tablo, ihtilâlcilerin temel karakteri olan “mübalâğacı ve aşırı abartılı” söylemlerle, şöyle tasvir edilmekteydi:
Sağ-sol kavgaları öğrencileri, öğretmenleri, işçileri ve hattâ polisleri kamplara ayırdı; bu kutuplaşma, her birini temsil için kurulup birbiriyle amansız mücadeleye girişen dernek, sendika v.b. oluşumların çatısı altında iyice kızıştı:
Devrimci gençlik-ülkücü gençlik…
Devrimci sendika-milliyetçi sendika…
Devrimci öğretmen-milliyetçi öğretmen…
Devrimci polis-milliyetçi polis…
Devrimciliğin de, milliyetçiliğin de altı okun iki ayrı umdesi olup, Kemalizm ortak paydasında buluşan “ruh ikizleri” olmaları bir tarafa; bilâhare ortaya çıkan kuvvetli ipuçları, sabah sağcılara sıkılan kurşunlarla akşam solcuları hedef alan kurşunların aynı silâhtan çıktığını ortaya koydu.
İşin bir başka ilginç boyutu, ihtilâllerin gerek devrimcilik, gerekse milliyetçilik adına sahneye çıkan cereyanları Atatürkçülükten sapma olarak gören zihniyet tarafından gerçekleştirilmesiydi.
Ergenekon sürecinde ortaya çıkan bilgi, belge ve bulgular ise, kızılelma koalisyonu ve yeniden kuva-yı milliye adı altında oluşturulan beraberliklerin, demokratik hukuk devletini hedef alan illegal faaliyetlere zemin hazırladığını gösterdi.
Bir tarafta, kendisini merkeze koyan Atatürkçülük… Diğer tarafta, yine Atatürkçülük adına devrimcilik veya milliyetçilik yapıp da, resmî Kemalizm tarafından kâh reddedilip dışlanan, kâh şartlar gerektirdiğinde sahiplenilip kullanılan cereyanlar… Ve bu karmaşık, girift, değişken ilişkiler ağının, demokrasiyi tahripteki ortaklığı…

Türkiye yıllarca bu kısır döngü içinde yaşadı.
Son dönemde ise, devrimci-ülkücü kamplaşması varken de mevcut olan, ama o zamanların konjonktüründe gölgede ve tâlî bir unsur olarak kalan “dinci” cereyanın öne çıktığı gözleniyor.
Bir tarafıyla milliyetçi damardan da beslenen, ama esas itibarıyla dini bir iktidar ideolojisine dönüştürerek siyaset mücadelesinde arz-ı endam eden bu akımın parti veya kadrolaşma ya da ticaret yahut STK’lar gibi, yöntemde ayrışsa da hedefte birleşen farklı versiyonları mevcut.
Ama onun da devrimci ve milliyetçi akımlarla ortak yanı, ister takiyye yapsın, ister samimî olsun, Atatürkçülüğe yaslanma ihtiyacı duyması.
Görünüşte birbirleriyle amansız bir mücadele halindeki cereyanların Atatürkçülük ortak paydasında buluşup onu referans göstermeleri, bir taraftan kendi samimiyetlerini sorgulatırken, diğer taraftan Kemalizmi de yıpratıp aşındırıyor.
Şimdilerde bu süreç hızlanarak devam ediyor.
Bilhassa 28 Şubat sürecinde “laik-antilaik kutuplaşması” olarak öne çıkarılıp, “irticanın adım adım devleti ele geçirmesi” ve buna karşı laik güçlerin direnişi şeklinde takdim edilen senaryo da, netice itibarıyla bu sürecin farklı bir aşaması.
Aynı şekilde, Türk-Kürt veya Alevî-Sünnî çatışması çıkarmayı amaçlayan komplo ve tertipler de, yine aynı yapının ürettiği provokasyonlar.
Tabiî dışarıdaki fitne merkezlerinin katkısıyla.
Kendi ürettiği bölünmeleri, yine kendi devam ve bekası için dayanak olarak kullanan zihniyet, artık uyanan, tezgâh ve tuzakları fark etmeye başlayan bir toplumla karşı karşıya gelmenin, giderek büyüyen kâbus ve telâşını yaşamakta.

Gelişmeler, bugünlere gelişini hem istibdat temeli üzerine kurduğu derin yapıya, hem de halkı aldatma taktiklerine borçlu olan bu zihniyetin, sür’atle sona doğru yaklaştığını haber veriyor.
Son payandalar da çekilse, çöküşü yakın.

Sonrasındaki sürecin doğru zemine oturtulup iyi yönetilmesi ise ayrı bir teyakkuzu gerektiriyor.

– SON –

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. “Müflis Proje: Kemalizm” çalışmamızda, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun devlet kurumu olmaktan çıkarılıp özelleştirilmesi gerektiğini yazmıştık.
    Bu bir çözüm olur mu veya daha farklı bir formül düşünülebilir mi, enine boyuna tartışılmalı.
    Bizim kanaatimiz o ki, böyle bir kurumun devlet mekanizması içerisindeki varlığı ve milletin vergileriyle oluşan bütçeden pay alarak faaliyetlerini sürdürmesi, demokrasiyle asla bağdaşmaz.
    Özelleştirilirse, talip olan alır ve kendisini Atatürkçü sayanların desteğiyle çalışmalarını yapar.
    Böylece devlet, kişi adıyla tanımlanan ve içeriği belirsiz bir ideolojinin taşıyıcılığından kurtulur.
    Gerçi bunun için sadece bu kurumun anayasal bir devlet kurumu olmaktan çıkarılması yetmez.
    Başlangıç kısmından itibaren anayasanın kritik maddelerine serpiştirilen bilumum Atatürk referanslarının da kaldırılması gerekir ki, gerçek anlamda demokratik bir devletten söz edilebilsin.
    Ama bakıyoruz, kimsenin böyle bir niyeti yok.
    Hele iktidar partisinin hiç yok. AKP hükümeti tam tersine, Atatürk’e sahip çıkma yarışında birinciliği kimseye kaptırmak istemiyor ve M. Kemal’i dünyaya tanıtmak için yeni projeler geliştiriyor.
    Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna Gül’ün yaptığı son tayinler de, bu konudaki AKP tavrının yeni ve tipik örneklerini teşkil ediyor.
    Dindar ve muhafazakâr kitlede popülaritesi olan akademisyenleri bu kurumun yönetim ve danışma kurulu üyeliklerine getirmek suretiyle yapılmak istenen şeyin, M. Kemal’i dindarlara bu yolla benimsetme çabasından başka bir izahı var mı?
    Atananlar arasında en çok konuşulan isim olarak Mümtaz’er Türköne’nin, Atatürkçü cenahtan gelen eleştiri ve tepkilere verdiği cevapları tek bir cümlede özetlemek yanlış olmasa gerek:
    “Atatürk iyi, Atatürkçüler kötü.”
    Peki, gerçek de öyle mi? M. Kemal hakikaten, Türköne’nin iddia ettiği gibi, Türkiye’nin bayrak ve vatan gibi bir ortak değeri olabilir mi? Millet ekseriyetinin inanç ve değerleriyle çelişen fikriyat ve icraatı orta yerde iken bu mümkün mü?
    Hâşâ İslâmın Türkleri uyuşturduğunu, “Araboğlunun yavelerinin ne mal olduğunu millet bilsin” kastıyla Türkçeye tercüme ettirdiği Kur’ân’ın insanları beyni sulanmış hafızlara döndürdüğünü, hayatın sonunun sıfır olduğunu… iddia eden bir düşünce yapısıyla “ortak değer” olunabilir mi?
    Cumhuriyeti bile, Birinci Meclisteki muhalifleri tasfiye ettikten sonra, kimseye haber vermeden ilân edip tam bir istibdad-ı mutlak şeklinde uygulayan ve altı ilkesi içinde demokrasiye yer vermeyen bir anlayış nasıl “ortak değer” olacak?
    Anlaşılan o ki, M. Kemal’i laikçi ve darbeci cenahın tekelinden kurtarıp demokrasi perdesi altında dindarlara mal etme projesi hâlâ yürürlükte ve AKP de bunu kendisine misyon edinmiş.
    Aslında bu projenin mimarı 12 Eylül’dü. “Dindar Atatürk” imajı o zaman oluşturulmaya çalışıldı. Anayasa ile zorunlu hale getirilen din derslerinin müfredatı da buna göre biçimlendirildi. Camilerin kürsü ve minberlerinden M. Kemal’e dua ettirme uygulaması da o dönemde başlatıldı.
    Buna karşılık, M. Kemal’in dinle ilgili gerçek düşünceleri, dine yönelik icraatları, ezanı Türkçeleştirmesi ve Ayasofya’yı mabed olmaktan çıkarması gibi uygulamaları örtbas edilip sansürlendi.
    Din derslerindeki Atatürk propagandası ve camilerdeki dua uygulaması AKP döneminde de devam etti. Böylece, 12 Eylül darbecilerinin başlattığı proje, vitrininde dindarların yer aldığı sivil bir iktidar tarafından sürdürüldü. Ve görünen o ki, bu yöndeki yeni atraksiyonlarla devam ediyor.
    Yani, hep söylediğimiz gibi, çoktan tükenmiş bir ideolojinin ve ona bina edilen bir sistemin ömrü, bazı “dindarlar” eliyle uzatılmak isteniyor.
    Gül’ün son atamaları, bunun yeni örnekleri.
    Atatürk ve Atatürkçülük konusundaki çelişki ve zikzaklarıyla bilinen Türköne bir yana, şimdiye kadar adı böyle tartışmalara hiç karışmamış olan İskender Pala’nın ve hele Alparslan Açıkgenç’in bu görevleri kabul etmeleri ise son derece hazin…

8 Geri Dönüşüm

  1. Sol, demokrasi ve Kemalizm | EuroNur | SaidNursi.de
  2. Atatürkçülük – Kemalizm – Cumhuriyet – Serdargunes' Blog
  3. Heykele sinek kondu! | EuroNur · SaidNursi.de
  4. Davos Fatihi!... | EuroNur · SaidNursi.de
  5. Mustafa Kemal'in Napolyon Hayranlığı | EuroNur.tv
  6. Kemalizm ve Siyasal İslam'ın Risale-i Nur'a Olan Mesafesi | EuroNur.tv
  7. Kemalizm ve Atatürkçülük | EuroNur · SaidNursi.de
  8. Atatürk’ü Koruma Kanunu kaldırılmalı | Sorularla Said Nursi

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*