Muhabbet fedaisi olmak

Zor bir görevdi bu 600 sene Dünyaya adaletle hükmetmiş, bin yıl İslâmiyete hizmet etmiş bir milletin göğsünden sökülüp alınmak istenmişti.

1928 yılında Dil devrimi adı altında bir gece de halk cahil bırakılmıştı. Bir zamanlar İngiliz müstemleke nazırının yapmak istediği, ama yapamadığı ve açıkça beyan ettiği “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça onlara hâkim olamayız, ya bu Kitabı onların elinden almalıyız, ya da onları bu Kitaptan soğutmalıyız” düşüncesi, şimdi devlet eliyle tahakkuk ettirilmek isteniyordu. Yapılanların tek amacı vardı, “halkı dininden soğutma”. 1931 Yılının Aralık ayında Dolmabahçe Sarayında toplantılar yapılarak, Ezanın ve Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi çalışmalarına başlandı. 30 Ocak 1932’de ise Fatihte ilk Türkçe ezan okutuldu. Ve öyle bir zaman geldi ki Arapça Kur’ân-ı Kerîm okumak yasaklandı.

Evet geçmişle bağlantılar tamamen koparılmak istenmişti. Solan bir çiçek misali, Anadolu mahzundu. Vakit duâ vaktiydi. Karanlıktan aydınlığa çıkış için Nur-u Muhammedî’nin nuru gerekiyordu. Din elden gidiyordu. Biri buna dur demeliydi.

İngiliz Müstemleke Nazırı’nın beyanına karşı, “ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu dünyaya ispat edeceğim” diyen Kur’ân Dellâlı, bu gidişe “dur” demek için harekete geçmişti. Peygamber Efendimizin (asm) son varisi ve İslâm’ın son Müceddidi olan Bediüzzaman Hazretleri, bu gaye ile Risale-i Nurları yazmaya başladı.

Bediüzzaman emaneti kübrayı asıl alarak kendisine sünûhatı kalbiye tarzında “Vehbi“ olarak verilen ilimle telif mazhariyetine ulaştığı Risale-i Nur eserlerini  kâh Erek Dağında, kâh Barla Denizi kıyılarında, kâh Çam Dağlarında telif ediyordu. Yazdığı eserler elden ele dolaşıyor Anadolu’nun en ücra köylerine kadar ulaştırılıyordu. Risalelerin ulaştığı her yerde küçük Medrese-i Nuriyeler açılıyor ve her Nur Talebesi evini bir Nur dersanesine çeviriyordu.

Bu arada dini ortadan kaldırmak isteyenler de boş durmuyor, imanı yeniden insanların kalbine yerleştirmek isteyen Bediüzzaman’ı ortadan kaldırmak istiyorlardı.

Üstad Bediüzzaman’ı Eskişehir, Denizli, Kastamonu, Afyon, Emirdağ, Isparta ve İstanbul gibi değişik yerlere, yani sürgünden sürgüne yollayıp yıldırmaya çalışıyorlardı. Kendisine en ağır zulümleri reva görüyorlar ve defalarca zehirleme teşebbüsünde bulunuyorlardı.

Bediüzzaman ise, bunlara beş paralık ehemmiyet vermiyordu. “biz muhabbet fedaileriyiz husûmete vaktimiz yoktur” diyerek, zalimlere karşı husûmet beslemiyor, kendisine zulmedenlere bile bedduâ etmiyordu. Zira O, kalplere iman çekirdeği bırakıyor, gönüllere muhabbet tohumları saçıyordu. Bir gün gelecek, tohum ve çekirdeklerden fidanlar yetişeceğini sonra da Tuba-yı Cennet gibi bir ağaç meydana gelecek diye sabır içinde hizmetine devam ediyordu. Şimdi o ağaç dünyayı sardı, imanlı kalpleri gölgesi altına aldı. Nurlu meyvelerini vermeye başladı. Bu meyveler gittikçe artacak, bütün dünyada kardeşliği barışı muhabbeti hâkim kılıp zorbalığı  haksızlığı ortadan kaldıracaktır. Üstad Bediüzzaman’ın her sözü bir ders veriyordu. “Evet bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-i İlâhî’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i İlâhiye’ye karışmamaktır” diyordu. “Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya sabırla, şükürle mükellefiz” diyerek hizmet düsturlarını gösteriyordu.

Evet Üstad Bediüzzaman, arkasında büyük bir eser bırakmıştı. Artık sıra bizlere geldi. Talebeleri olmaya çalışan bizlere…

Rabbim bizleri bu iman hizmetinde istihdam eylesin diyor, Üstadımızı ve saffı evvel ağabeylerimizi rahmetle anıyoruz. 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*