Muhyiddın-i Arabî (1165-1240)

İslam düşünce ve tasavvuf tarihinde önemli bir yeri olan Muhyiddin-i Arabi, 1165 yılında Endülüs’ün güneydoğusunda bulunan Tüdmir’in başşehri Mürsiye’de sevilen ve hürmet edilen bir ailenin evladı olarak dünyaya gözlerini açtı. Babası Ali Bin Muhammed, Abbasi Halifesinin kumandanlarındandı. Aynı zamanda ünlü filozof İbn Rüşd’ün yakın arkadaşlarındandı. Annesi Nur’un da Ensar soyundan gelen bir kadın olduğu rivayet edilmektedir. İbn Arabi (İbnü’l-Arabi) olarak tanınmakta olup künyesi Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabi et-Tai el-Hatimi şeklindedir.

Tasavvuftaki otoritesine istinaden “Şeyhü’l-Ekber”, dini ilimlerdeki vukufiyeti ve mücceddidliğinden dolayı da “Muhyiddin” lakaplarıyla anılmaktadır.

Mütedeyyin bir ailenin mensubu olan İbn Arabi, sekiz yaşına gelinceye kadar Mürsiye’de kaldı. Daha sonra ailesi ile birlikte Endülüs’ün başşehri olan İşbiliye’ye göç etti. Endülüs idaresi o sıralarda ilim ve irfana çok önem verdiğinden, başşehir önemli bir kültür merkezi haline gelmişti. Böylece buraya gelmiş bulunan alim ve filozoflardan istifade etme imkanını buldu. Buluğ çağına gelinceye kadar bu ortamdan istifade ettikten sonra yavaş yavaş inziva hayatı yaşamaya başladı. İbn Arabi, inzivaya çekilmeyi manevi bir işarete bağlar.

İbn Arabi ilk Kur’an derslerini tarikat mensubu olan Ebu Abdullah el-Hayyat adlı kişiden aldı. Manevi alemde Peygamber Efendimizin (asm) kendisine, “Bana sımsıkı tutun, kurtulursun” buyruğu üzerine hadis ilmine ağırlık vermeye başladı. Bir çok hadis aliminden ders aldı. Uzun bir süre zahiri ilimlerle uğraştıktan sonra manevi ilimlere ağırlık vermeye başladı. Yirmi altı yaşlarında bulunduğu sırada Sebte, Fas ve Tilimsan ve oradan da Tunus’a giderek buralardaki tasavvuf erbabı kişilerle görüştü. İki yıl geçtikten sonra tekrar İşbiliye’ye döndü. Diğer yandan bir kaç kez gittiği Fas’ta yaklaşık dört yıl kaldı.

1200 tarihinde Mekke’ye giderek ilk defa hac farizasını yerine getirdikten sonra geri döndü. Bilahare tekrar hac farizası için Mekke’ye uzun bir yolculuktan sonra ulaştı ve yol güzergahındaki bazı kabirleri ziyaret etti. Mekke’ye vardıktan sonra uzun bir süre burada kaldı. Fütuhatü’l-Mekkiyye adlı eserini ilk defa burada kaleme almaya başladı. Buradan ayrıldıktan sonra Bağdat ve Musul’a gitti. Musul’da yaklaşık bir yıl kaldıktan sonra Urfa, Diyarbakır, Sivas ve Malatya’yı da ziyaret etti. Bir ara Konya ve diğer bazı yerlere de gittikten sonra Malatya’ya döndü.

İbn Arabi, Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’a gönderdiği mektupta, Haçlılara karşı tavizkar tutumdan vazgeçip onlarla savaşmasını tavsiye etti. Haçlıları, kafirlerin en şiddetlileri olarak tavsif etti (1240). Bunların işgali altına giren beldelerde yaşayan Müslümanların göç etmelerini tavsiye etti. Dımaşk’a gidip yerleştikten sonra Benizekilerin malikanesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kasiyun Dağı eteklerindeki kabristanda defnedildi. Zamanla buralar harap olup, türbe kaybolmuşsa da Yavuz Sultan Selim tarafından tespit ettirilerek onarıldı ve yanına bir cami ile bir tekke yaptırıldı. Daha sonraki yıllarda da tamir ve onarım gören türbe halen ziyarete açık bulunmaktadır.

Muhyiddin-i Arabi, eserlerini herhangi bir müellif gibi düşünüp yazmadığını ve eserlerinin Allah’ın bir ihsanı ve ilhamı olduğunu belirtir. Verdiği bilgilerin, bazı eserlerden derlenip aktarılan türden olmadığını, başkasına ait olan sözleri tekrarlamadığını, sadece Cenab-ı Hakk’ın kendisine keşif yoluyla ihsan ettiği bilgileri ihtiva ettiğini kaydeder. Marifetullahı ilimler dairesinin merkezine alarak hareket eder. Yazdığı şiirlerin, medhiye ve hasbihallerin hangi isim altında olursa olsun (ırmak, yer, kadın ismi vs.), hepsinin arkasında İlahi maarif olduğunu dile getirir.

Düşünce ve fikirleri belli bir doktrine bağlamak ve bazı akımlarla irtibat kurmak hemen hemen imkansızdır. Onu tam olarak anlamak isteyenlere, filozofların kitaplarında kayıtlı bulunan hükümlerle kendisine yaklaşmamalarını tavsiye eder. Çünkü, bir çok açıdan kendinden önceki düşünürlerle aynı görüşte olmadığı gözden kaçmamaktadır.

Muhyiddin, araştırmacı-muhakkik sufilerle felsefecileri karşılaştırırken; sufilerin nebevi yolunu takip ettiklerini, felsefecilerin ise kendi nazarlarına dayandıklarını belirtir. Bu sebepten dolayı bu iki sınıf arasında fikir ayrılıklarının olmasının normal olduğunu belirtir. Kendilerini akıllı zannedenlerin dini hafife aldıklarını, Allah’a ibadet eden kulları küçümsediklerini, kalplerini dünya sevgisi, makam-mevki hırsı bürüdüğünü ve dolayısıyla hakikatten saptıklarını ifade ettikten sonra, Allah’ın da bu insanları zelil ederek idarecilerin kapısına ve cahillerin idaresine muhtaç duruma düşürdüğünü sözlerine ekler.

Yeryüzünün halifesi olarak insanın görevlendirilmesini, bütün mertebeler içinde Hakk’ın tecellisinin en fazla insanda kemale ulaşmasına bağlar. İnsan küçük bir alem olup bütün alemin özü, hülasası olarak görülür. Dolayısıyla arzın halifesi insandan başkası olamaz. Kainatın yaratılışı insanla son bulmuştur. Vücut mertebeleri insanla tamamlanmış olup, Allah’ın yaratmış bulunduğu bütün varlıklar dairenin çevresindeki noktalar gibidir. Vücut dairesinin merkezinde insan yer almaktadır.

Muhyiddin, İlahî isimleri alemin varoluşunun sebebi olarak açıklar. Hayatı veren Allah’tır. Hareket ettiren de O’dur. Bütün eşyanın başlangıcı olan Vücud-u Hakiki’de hayat bulunmasaydı, eşyadaki hareketin olması için bir sebep olmazdı. Hareket eden yerde bir hareket ettiricinin olması gerekir. Allah, ademden vücuda getirmek suretiyle eşyayı yaratır. İnsanı idrak edemediği bir vücuttan idrak edebileceği bir vücuda çıkarır.

Muhyiddin, Vahdet-i Vücut düşüncesinden hareketle, Allah’ın varlığının yanında mevcutların sözünün bile edilemeyeceğini belirtmiştir. Bütün dikkatini Cenab-ı Hakk’ın vücudunda toplayarak, O’ndan gayrısını adeta görmez. Nazar-ı dikkatini, mevcutlardaki ilahi tecellilerde yoğunlaştırır. Bu düşüncenin temelinde, Cenab-ı Hakk’ın sanatlarındaki isim ve sıfatlarının tecellilerine yönelme fikri vardır. Kainattaki güzellikte Cemalullahı, yeraltı ve yerüstünde bulunan en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlılara rızıklarının gönderilmesinde Rezzak, Rahman, Rahim isimlerinin tecellilerinin görülmesi gibi…

Risale-i Nur, Vahdet-i Vücut konusunda çok önemli ikazlarda bulunur. Günümüz insanlarına bu meselenin telkin edilmesinin ciddi sakıncalarına işaret eder. İlmi konuların ehil olmayan ellerde zarara yol açması, bazı benzetmelerin hakikat zannedilmesi tehlikesine dikkat çekilir. Bu meseleden kaynaklanabilecek üç önemli tehlike sıralanır.

Birincisi; bu görüşü savunan alimlerin, düşünürlerin gayesi Cenab-ı Hakk hesabına adeta kainatı inkar etmek iken, ilimden yoksun ve gafillerin özellikle de maddeci fikirlerle mübtela olanların fikirlerine girdikçe, bu sefer kainat ve maddiyat hesabına Uluhiyeti inkar şeklinde karşımıza çıkar.

İkincisi; söz konusu fikir Allah’ın varlığının dışındaki tüm mevcudatı inkar edip müstakil her bir şeyin vücudunu görmemek iken, tabiat fikirleriyle zihinleri bulanarak gurur ve kibire kapılan, nefsi kabararak kendini adeta küçük bir firavun gibi gören, nefsini mabud olarak gören insanlara telkin edilmesi, nefislerinin daha da kabarmasına sebep olabilir.

Üçüncüsü; Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatına uygun düşmeyecek tasavvurlara yol açarak batıl telkinlere medar olur. Vahdetü’l-Vücuttan bahseden; fikren yerden göğe doğru çıkarak ve kainatı arkasında bırakacak şekilde nazarını doğrudan arş-ı alaya yöneltir. İman kuvvetiyle her şeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve birliğinde bilir. Aksi takdirde kainatın arkasında durup gökten yere doğru nazar edip, sebepleri görme ve bu sebepler içinde boğulup tabiat bataklığına düşme tehlikesi vardır. Dolayısıyla, bu tehlikelere maruz kalmamak için olgun bir iman sahibi olup yerden göğe kadar yükselen her şeyde, mevcudatta Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına ayinedarlık özelliğini görmek gerekir. Bunun dışındaki tasavvur ve benzetmeler hakikate aykırı ve batıl olur. (Lem’alar, s. 271, 272)

Muhyiddin-i Arabi’nin büyük şahsiyeti konusunda en ufak bir tereddüt yoktur. Ancak, eserleri ve umumun istifadesi konusunda çok temkinli olmak gerekir. Bediüzzaman Hazretleri, “Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahabelere yetişemiyorlar?” deyip, sahabelere neden yetişilemediğinin hikmetini açıklarken verdiği isim rast gele değildir. (Sözler, s. 452) “Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten müberrâdır…” (Lem’alar, s. 272, 273) Bu ifadeler alim ve veliliği konusunda net bilgiler verdiği gibi eserlerinin okunmasına ayrı bir açıklama getirmektedir. Netice itibariyle de “Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.” (Lem’alar, s. 273) denilerek, yanlış anlama ve anlaşılmalara karşı ikaz vazifesi ifa edilmektedir.

Muhyiddin-i Arabi ve diğer bazı zatların arzın yedi tabakası, Kaf Dağı, Meşmeşiye vs. dünyada göremediğimiz ve onların manen gördüklerini söylemleriyle ilgili olarak da şu ifadeler yer almaktadır: “Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.” (Mektubat, s. 82) Bu ifadelerin devamında verilen temsillerle önemli izahlar yapılmıştır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*