Mükemmel ferdden, mükemmel devlete

Her Müslümanın, İslâm’ın temel kaide, prensip ve şartlarını, Kur’ân ve Sünnet’in tarif ettiği şekliyle kabul etmesi ve uygulamaya çalışması imânın ve Müslümanlığın birinci şartıdır.

Şu halde, önce imân-inanç-fikir ortaya çıkar; sonra ferd, âile ve toplum hayatına akseder ve en nihayet sistemleşir. Bunun için de asla maddî güç ve baskı, hattâ “sözlü şiddete” dahi başvurulamaz.

Sadece, güzellik ve hikmetle, bürhan ve delile tâbi olarak, imân hakikatleri, ahlâkî değerler, fazîlet 1 bilhassa tevhîd, yâni Allah’ın varlığı, birliği, azameti, sonsuz isim ve sıfatları akıl, fikir ve kalblerde tesbit edilir. Zîrâ, cemaat-i insaniye (insan toplulukları), çalışmalarının meyvelerini değiş-tokuş etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır. Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir mercî, bir sahip lâzımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir. Peygamber olan zatın da, zahiren ve bâtınen halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî ve manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Halık’la olan derece-i münasebet ve alâkasını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir. Sonra, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Saniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmânî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrarla teceddüd eden ibadetle olur.2
Bundan ötürüdür ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), “Mekke devrinde, mesâisini tamamıyla imân esaslarına hasretmişti. İslâm şartları, içtimâî ve siyasî meseleler Medine devrindedir ve tedricî, yâni merhale merhale te’sis edilmişlerdir. Hattâ, Mekke devrinde, İslâm düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele de yasaktı. Müslümanların tek silâhı vardı, o da sabırdı.” 3
Ferdler âileyi, âileler cemiyeti, cemiyetler de devleti teşkil eder. Mamafih, akıl ve kalbler, Kur’ân hakikatleriyle bezenip imân güzellikleriyle süslenmeden, onlardan gerçek fazîlet, mükemmel bir cemiyet ve devlet beklenemez. Kur’ân ve Sünnet’in istediği tarzda Allah’a kul olan, atomdan galaksilere kadar bütün yaratılmış “kulların” kulluğundan kurtulur. Evet, gerçek hürriyet, ancak imân ile, yâni yalnız Allah’a kul olmak ve ondan yardım istemekle4 elde edilebilir. Zîra, imân bağı ile kâinatın Sultanına hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve imânı bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukùkuna tecavüz etmeyi dahi, imân şefkati bırakmaz.5 Kuvvetli bir imâna sahip olan bir toplumun ferdleri, hak ve hukuka azamî derecede riâyet eder. Öyle bir toplumun meydana getireceği sistemde, teşkilât ve devlet de ona göre mükemmel olur. İşte, Asr-ı Saadet ve Müslümanların İslâm’a sarıldıkları zaman, her sahada, zirvelerde sergiledikleri performans…

Dipnotlar:

1- Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, Alm. 1993, s. 80. 2- İşâratü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, s. 141. 3- Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Neşr., İst. 1995, s. 479. 4- Kur’ân, Fâtiha, 5.  5- Münâzarât, s. 58-59.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*