Münâzarât üzerine bir yorum

Münâzarât, karşılıklı şekilde delile ve ispata dayalı ilmî konuları tartışarak öğrenmek anlamındadır. Fen ilimlerinin kalıcı olması için deneysel eğitim, sosyal konuların kalıcı olması için münâzaralı eğitim yapılmalıdır.
Bu eserin isminin Münâzarât olmasının önemli bir mânası vardır. Kelimenin kökü nazar, yani bakmak kökünden gelir. Münâzarât ise, karşılıklı şekilde delile ve ispata dayalı ilmî konuları tartışarak öğrenmek anlamındadır. Doğunun eğitiminin temeli medreseye dayanır ve medreselerde ilmî meseleler karşılıklı şekilde tartışılarak öğrenilir. Münâzarasız yapılan ilmî çalışmalarda konular unutulurken, münâzara ile öğrenilen konular daha kalıcıdır. Fen ilimlerinin kalıcı olması için deneysel eğitim, sosyal konuların kalıcı olması için münâzaralı eğitim yapılmalıdır. “Ben okuyayım sen dinle” mantığında, insan hissesiz kalır.

Bazılarının aklına, Bediüzzaman hiç açıklama yapmıyordu, bu nereden çıktı şeklinde bir düşünce gelebilir. Eğer Bediüzzaman açıklama yapsaydı kıyamete kadar, zamanın ihtiyacına göre oluşacak bütün ihtimalleri nazara alıp açıklama yapması gerekirdi, çünkü zamanın ihtiyacına göre yeni yorumlara ihtiyaç duyulur. Bu durumda yeni yorumların önü kapanmış, “Bediüzzaman buraya bunu ekledi sen neci oluyorsun da daha fazlasını ekliyorsun” denir, ilmî gelişmelerin önü kapanırdı. Bediüzzaman diyeceğini dedi, gerisi okuyuculara kaldı. Zaman ve toplumun ihtiyaçlarına göre, sorulu cevaplı, yerine göre ise münâzaralı ve açıklamalı dersler yapılmalı.

Bu eserin başında iki inkılâp, biri 1908 Meşrûtiyet’in ilânı, ikincisi II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesidir. “Bu iki olay beni karışık iki eseri yazmaya  mecbur etti” der. Bunlardan biri Kur’ân’ın, dolayısıyla Risale-i Nur’un tam anlaşılması için yazılan ve âlimlerin reçetesi olan Muhakemat, ikincisi ise Arap, Türk ve Kürt halklarının reçetesi ve İslâm birliğinin temel mantığı niteliğinde olan Münâzarât kitaplarıdır. Genelde İslâm’ı, bu zamanda ise Risale-i Nur’u tam anlamak için bir usûl (metod) kitabı olan Muhakemat bilinmelidir. İslâm birliğini oluşturan ve halk tabakasından olan Arap, Türk ve Kürtlerin karakterleri iyi analiz edilmelidir. Çoğunlukla Doğu toplumları hisleri ile, Batı toplumları ise akılları ile hareket ederler. Aslında doğru olan, akıl esas olup, hislerin akılların kontrolünde olmasıdır. Allah’ın en önce yarattığı şeylerden biri akıldır. Bunun için peygamberler, hisleri ile hareket eden Doğu toplumlarına geldi, buna karşılık aklı esas alan filozoflar ise Batı toplumlarından çıkmıştır. Aklı ihmal ederek, hisleri ile hareket edenler, somut düşünen, ilmi az veya çocuk hükmündedir. Meselâ, küçük bir çocuğa “beş beş daha, eşittir on” dersen çocuk zor anlar. Çünkü bu dediklerin şey soyut bir kavramdır. Amma bu çocuğa “beş ceviz, beş ceviz daha on ceviz eder” derseniz ve bunları gösterirseniz, mesele somut hâle gelmiş olur, çocuk bunu anlar. Doğu toplumlarında bugün devamlı kargaşa ve çatışmalar vardır. Bu insanlar, hukuk, insan hakları ve hürriyetler gibi kavramları doğru algılayamazlar. Onlar ancak somut, bina, köprü ve yol gibi gözleriyle gördüğü somut şeylerden anlarlar.

Asr-ı Saadet döneminde, yaklaşık 1400 yıl önce pek açık şekilde dindar demokrasinin açıklanmasına rağmen, bugün Doğu toplumlarında bu seviyeye gelmek bir yana, yanaşılamamıştır bile.

Bediüzzaman, Münâzarât’ta halk kitlesinin tam anlaması için çadır gibi somut nesnelerle, çok önemli ve ağır konuları somutlaştırıp basit bir şekle indirgiyor. “İkinci Abdülhamid gibiler bir daha gelmeyecek mi?” gibi bir soruya, “Bu çadır yansa külleri havaya savrulsa, bu küllerden bir daha çadır olur mu?” diyerek onların akıllarınca somut nesnelerden örnekler veriyor.

İslâmiyet’ten önceki dönemde evlâtlıklar, gerçek evlât çocuk gibi görülüyordu.

Allah, İslâm’a uygun olmayan âdetleri Peygamberimize (asm) bizzat uygulatarak yıkmıştır.

Bediüzzaman hürriyeti anlatırken aynı mantıkla hareket ederek, Doğunun en sevilen ilim adamları olan şeyhler üzerinden cevap vererek, şeyhlerin saltanatını yıkmıştır.

Bediüzzaman gördüğü rüyadan sonra “Kur’ân’ın etrafındaki surlar yıkılacak, Kur’ân kendi kendini savunacak, onun mu’cizeliği çelik bir zırh olacak” diyor.

Kur’ân, Allah’ın ilim ve iradesini ihtiva eden Kelâm sıfatından geldiği için, Allah’ın kelâmının insanlar veya devletler tarafından korunmasına ihtiyacı yoktur, onun mu’cizeliği onu muhafaza eder, âciz devletler ve kullara ihtiyacı duymaz. “Kur’ân’ın i’cazı tahrifine bir settir.” (Mesnevî)

İşte, mollalar ve hocaların ellerindeki güç ve kuvvet bitecek, zaman bunu gösteriyor. Bundan sonra insanlar okuyarak kendi dinlerini öğrenecekler, çeşitli siyasî görüşlere ve menfaat odaklarına dalkavukluk eden bazı hoca ve şeyhlere İslâm’ın hiç ihtiyacı yoktur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*