Müsbet hareket

Müsbet ve menfî hareket nedir? Müsbet hareketin sonuçları nedir, menfî hareketin sonuçları nedir? Bu gibi soruların cevabı yanında sosyal hayatta uymamız gereken genel kuralları da belirlemiş oluruz. Müsbet olumlu, faydalı ve sonuç alıcı davranışı ifade ederken, menfî, olumsuz ve istenemeyen, kötü sonuçları olan davranışları ifade etmektedir. Bu durumda istenen müsbet hareket, istenmeyen ise menfî harekettir.

Müsbet hareketten dostluk, kardeşlik, anlaşma ve yardımlaşma çıkarken, menfî hareketten düşmanlık, anlaşmazlık, kavga ve çatışma meydana gelmektedir. Faydalı olan ve istenen dostluk, yardımlaşmadır. Müsbet hareketten faydalı sonuçlar, terakkî ve tekâmül ile insanlığın saadetine hizmet çıkarken, menfî hareketten zararlı sonuçlar çıkar. Bu da tedenniyi ve insanlığın felâketini netice verir.

Müsbet ve menfi hareket düşünce ve fikirden çok faaliyeti ifade eden bir terimdir. İçinde hareket ve faaliyet vardır. Menfî bir düşünce müsbet hareketle insanları etkileyerek zararlı fikirlerin yayılmasına sebep olduğu gibi, müsbet ve faydalı fikir ve düşünceler de menfi hareketlerle kabul edilemez ve reddedilmeye sebep olur. Fikir ve düşüncenin reddedilmesi fikir ve düşüncenin yanlışından değil, bu düşünceyi ifade etmek isteyenin menfi hareketinden kaynaklanır.

Müsbet hareket asayişi, kamu düzenini muhafaza etmek iken menfî hareket asayişi ihlâl eden ve kamu düzenini bozan, toplumu tedirgin ve rahatsız eden davranış ve hareketlerdir. Toplumda asayişi ve huzuru sağlayan, emniyet ve güveni netice veren davranış ve faaliyetler müsbet, asayişi ihlâl eden ve huzuru kaçıran, emniyet ve güveni sarsan davranış ve faaliyetler menfî hareket sayılır. Asayiş ve emniyeti sağlayan iman hizmeti, bozan ise dalâlet ve küfürdür. Bu sebeple iman hizmeti müsbet hareket, zıddı ve karşıtı olan bütün fikirler ve düşünceleri yayma faaliyetleri de menfi hareket sayılır.

Müsbet hareket insan fıtratına uygun olan, kalbin rahat ettiği, vicdanın mutlu olduğu ve insanlar tarafından sevilen ve övülen davranışlardır. Menfi hareket ise fıtratın reddettiği, kalbi rahatsız eden, vicdanı azap içinde bırakan, insanların istemediği, nefret ettiği ve kınadığı faaliyet ve hareketlerdir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri talebelerine daima müsbet hareket etmelerini, menfî hareket etmemelerini ve müsbet iman hizmetini yapmalarını tavsiye etmiştir. Nur Talebeleri müsbet hareket etme konusunda örnek olacak ve toplumda asayiş ve huzurun sağlanmasına emniyet güçlerinden daha çok katkı sağlayacaklardır. Bununla beraber Bediüzzaman “Ehl-i dalâlet, Kur’ân-ı Hakîm’den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârâne iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-u cah, tamah ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnâdatla çürütmek istiyorlar. Biz kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz…”2 buyurarak münafıkların ve fasıkların menfi tutumlarına, hile ve desiselerini bozmaya yönelik müdafaa vaziyetini dahi menfi hareket olarak tanımlar.

Bediüzzaman, iftira ve isnatlara mukabil yine yıkıcı ve kırıcı olmadan mahkemede kendisini ve yaptıklarını müdafaa etmek ve hakkı müdafaa için her nevî sıkıntı ve işkenceye, itham ve tecavüzlere sabırla mukabele etmektir. “Müsbet hareketi” tarif ettiği tavsiyelerinde müsbet hareketin şartlarını ve kurallarını da tesbit ve tavsiye etmiştir. Bunlar da “Rızay-ı İlâhiye uygun hareket etmek, İman hizmetini yapmak, vazife-i İlâhiyeye karışmamak, asayişi korumak, sabır ve şükür içinde olmaktır.”3

Müsbet hareket ve hizmet prensipleri

İnsan medenî ve sosyal bir varlıktır. Bediüzzaman “İnsanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur.” (Hutbe-i Şamiye, 5. Kelime) demektedir. İnsanın bütün dünyaya dağılan ihtiyaçları ve arzuları onu bütün varlıklarla alâkalı hale getirmiştir. Bu alaka ayrıca hak ve hukuk ilişkini de beraberinde getirmiştir. Bu da başkalarının yardımına olan ihtiyacı ve bu da müsbet mânâda gruplaşmaları ve hizipleşmeleri doğurmuştur.

Sosyal hayat yardımlaşmayı kolaylaştıran grup ve mesleklerden meydana gelir. Gruplar, hizipler ve kurumlar yardımlaşma ve ihtiyaca cevap verme amacına yöneldikçe faydalı ve müsbet grup ve hiziplerdir. Başkalarına rahatsızlık veriyor, baskı ve tehdit oluşturuyorsa bu durumda zararlı ve menfî grup ve hizip olmuş demektir. Bireylerden gruplara kadar herkesi yardıma, hayra ve iyiye sevk eden din ve imandır. Bediüzzaman Hazretleri “İman, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zâlimlere tezellül etmemeyi iktiza eder. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Allah’ı tanımayan, her şeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder” (Hutbe-i Şamiye, 6. Kelime) demektedir.

Sosyal hayatta yardımlaşmayı kolaylaştıran gruplaşmalar, meslek ve meşrepler fıtrî olup insan ihtiyacından kaynaklanmakta ve her meslek ve grup insanların bir ihtiyacına cevap vermektedir. Bu sebeple meslekler ortaya çıkmıştır. İnsan fıtratı ayrı ayrı olduğu için de farklı meşrepler meydana gelmiştir. Aynı mekânı paylaşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar bir araya gelir ve gruplar oluştururlar. Bu sebeple grupları ortadan kaldırmak mümkün değildir. Lâkin grupları müsbet ve faydalı hizmetlere yönlendirmek mümkündür. Bütün insanları (bütün meslek ve meşrepleri) bir araya toplamak mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Ancak “asgarî müştereklerde” bir araya getirmek ve ortak paydalarda birleştirmek mümkündür.

Müsbet İhtilâf (Gruplaşma)

Müsbet gruplaşma; hayırda yarışma, eğitim ve öğretime katkı sağlama, yardımlaşma, emr-i maruf ve nehy-i ani’l-münker, irşat görevi yapma ve insanlığa ve topluma hizmet etme amacı ile kurulmuş olan hayır cemiyetleri ve hizmet gruplarıdır. Bir sistemli kurum içinde veya gönüllü teşekküller olarak bir araya gelen gönüllülerden meydana gelmiş gruplardır.

Hayır cemiyetlerinin ve müsbet hizmet gruplarının amacı ve hedefi Allah’ın farzlarının uygulanmasına ve Peygamberimizin (asm) sünnetinin yaşanmasına ve hayata geçmesine hizmet etmeleridir. Amaçları farzların yapılması, sünnetin ihyası, “İ’lây-ı kelimetullah’ yani Allah’ın adının yücelmesi ve bu hizmetlerle Allah’ın rızasını kazanmaktır. Aralarında metot farkı dışında fark yoktur. Her biri kendi meslek ve meşrebinin revacına sa’y eder, başkasının tenkisi ve tebdiline çalışmazlar, başkalarına husûmet beslemezler. Muhabbet üzerine hareket ederler.

Allah rızası için çalışan gruplar bu yaptıkları hizmetlerinin karşılığı olarak insanlardan bir ücret beklemezler. “Benim mükâfatımı ancak Allah verir”4 diyerek Allah’tan başkasından ücret beklemezler. Yüce Allah Yasin Sûresinde insanlara “Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun”5 buyurmuştur. Dünyevî ücret ve mükâfat peşinde koşmak din hizmetlerinden samimî olmamanın alametidir. Zaten ücret ve mükâfatın girdiği yerden “ihlâs” kaçar.
Müsbet grupların tenkitleri yapıcıdır; yıkıcı ve kırıcı değildir. Bütün inananları kendisine kardeş bilir, diğer insanları da kendisi gibi insan bilerek insanlığın gereği gibi davranışlar sergiler. Başkalarının kusurları ile meşgul olmazlar, kardeşlerini gıyabında müdafaa eder. Ortada bir suç varsa suçu işleyene has kılar ve genellemezler. Faziletleri ve güzellikleri takdir ederler. İhlâs, tevazu ve isar gibi yüce hasletleri ile tanınırlar. Başkalarının başarıları ile iftihar ederler.

İnsanların birbirleri ile olan münasebetlerinde çeşitli grup mensuplarının düştüğü en büyük hata birbirlerine tevcih ettikleri yersiz tenkitler ve aralarındaki soğukluğu artıran husus da birbirlerini dalâlet ve küfürle itham etmeleridir ki bu hususlar menfî grupçuluğa girmekte ve bu da cehaletten kaynaklanmaktadır. Bu sebeple müsbet ve faydalı gruplaşmaların ölçülerini ve kriterlerini belirlemek gerekir.

Müslümanları “Kâfir ve Münafık” gibi sözlerle itham etmemek

Müslüman olduğunu dili ile ikrar eden kimse dinin herhangi hükmünü açıkça ret ve inkâr etmediği sürece farzları yapmasa ve haramlardan kaçmasa da, büyük günahları irtikâp ediyor olsa da hiç kimsenin onu tekfir etme hakkı yoktur. İtikadî meselelerde mütehassıs olan Kelam uleması “Bir kimse kalbiyle inanmamış olsa da dili ile inandığını ikrar ettikten sonra kendisine Müslüman muamelesi yapılacağını” açıkça söylemişlerdir.6

Peygamberimiz (asm) Müslümana “Kâfir!” demenin ne derece dehşetli bir hata olduğunu “Kim kardeşine ‘kâfir’ derse ikisinden biri kâfir olur. Eğer itham edilen kâfir değilse bu söz itham edene döner”7 buyurdular. Bundan dolayı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat tekfir konusunda çok ihtiyatlıdır. Çünkü Hz. Ali (ra) kendisine “Sen Allah’ın hükmü ile hükmetmedin ve kâfir oldun!” diyen Haricilerin tekfir edilip edilmeyeceklerini soranlara “Onlar bize isyan eden kardeşlerimizdir” şeklinde cevap vermiş, “kâfir oldular” dememiştir. Bu sebeple Ehl-i Sünnet uleması “ehl-i kıble tekfir edilmez” kuralını koymuşlardır.

Peygamberimiz (asm) kendisinden sonra büyük fitnelerin ortaya çıkacağını ve ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, ancak bir fırkanın kurtulacağını haber vermiştir. Kurtulacak olan fırkanın ise “Sünnetime uyanlar, benim ve sahabelerimin yolunu takip edenler, Allah’ın dini üzerinde mücadeleye girmeyenler ve herhangi bir günah sebebi ile tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir”8 buyurmuşlardır.

Hz. Ali (ra) “Tekfirden sakının!” derken Hüccetu’l-İslâm İmam-ı Gazali (ra) “Bir Müslümanı küfürle itham etmek, onun kanının helâl olduğunu iddia etmek demektir. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmekten ise kâfire hayat hakkı vermek daha evlâdır”9 demiştir. Yine Celâleddin-i Suyutî (ra) “Tekfir ancak cahillerin ‘cahil cesur olur’ kuralı ile kullandığı bir silâhtır. Ancak cahiller bunu kullanır” demiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu “Meselâ: Demiş ‘bu şey küfürdür’. Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan ‘o zât kâfirdir’ denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline… Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!”10 ifadeleri ile açıklığa kavuşturmuştur. Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mânidir.

Sevgi ve nefret Allah için olmalıdır

Allah insan kalbini dünya dolusu muhabbet ve nefreti içine alacak kadar geniş bir mahiyette yaratmıştır. Muhabbet ve nefret Allah için olmalı ki hakkı verilmiş ve yerinde kullanılmış olsun. Aksi takdirde Allah için olmayan muhabbetler ve Allah için olmayan nefret ve düşmanlıklar insanın şahsî hayatını kararttığı ve mutsuz ettiği gibi, hayat-ı içtimaiyeyi ve toplumu da zehirlemekte toplumun huzurunu kaçıran büyük bir felâket kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Allah için olmayan sevgi ve nefretler insanı “gizli şirk” olarak nitelenen riya ve esbabı merci tanımaya ve sebeplere tesir vermeye götürür. Bu ise gizli şirktir. Allah’tan başkasının rızasını düşünerek ve menfaat beklentisi ile başkası için ibadet etmek riyadır ve gizli şirktir. Ama bunu yapan müşrik değildir, sadece ibadetin kabul edilmesine perde yapmış olur. Yoksa ibadeti yapmamış ve şirke düşmüş sayılmaz.

Müslüman din kardeşini onda bulunan “İman ve İslâmiyet” gibi güzel sıfatları sebebiyle sevmesi ve iman kardeşliğini esas alarak diğer kusurları ve hatalarını, sevmediği sıfatlarını Uhut dağı gibi olan iman ve İslâmiyet yanında çakıl taşı gibi değersiz görerek muhabbet ve sevgisini ifade etmelidir. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”11 Mü’minler iman bağı ile birbirlerine bağlıdırlar. Diğer kusurlar imanın yanında değersiz ve önemsiz olmalıdır. Allah için sevgi imandan dolayı sevmeyi gerektirir. İmandan sonra akrabalık, komşuluk, hemşehrilik, fayda ve menfaat gibi hususlar sevgiyi artıran hususlardır. Kişi elbette “El-insanü abîdu’l-ihsan” yani “Kişi ihsan ve menfaatin kölesidir” kuralına göre menfaat gördüklerine karşı sevgi besleyecek ve bunu da hediyeleşme ile arttıracaktır. Ancak imanlı birinden nefret etmesi asla kabul edilemez. Burada söz konusu olan ise, kin ve düşmanlığın olmamasıdır.

Bediüzzaman “Hutbe-i Şamiye” isimli eserinde İslâm dünyasında bir hastalık halini alan “nefs için sevgi ve düşmanlık” duygusunun “Allah için sevgi ve muhabbetin önüne geçtiğini” belirterek bu hastalıktan kurtulmamız gerektiğini ifade etmektedir. Bediüzzaman şöyle der: “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husûmete en lâyık sıfat husûmettir. Yani, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr-ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.

Husûmet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz olmamak şartıyla—adavetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Hâlbuki, bu husûmet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.

Madem muhabbet adavete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşaat ve karışmamak, zahiren dost olmak sûretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kal’alardır. Adavetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyle ise, bir Müslümana hakikî adavet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.
Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.”12

DİPNOTLAR:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 870.
2- Mektubat, 2004, s. 711.
3- Emirdağ Lâhikası, s. 870.
4- Yunus, 10:72; Hud, 11:29; Sebe’, 34:47.
5- Yasin, 36:21
6- Taftazani, Şerhu’l-Akaid-i Nesefiyye, 155
7- Müslim, İman, 111.
8- Hadisçiler ile Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, Prof. Talat Koçyiğit, Ankara–1969, sh. 225.
9- İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri, 15:330.
10- Sünûhat, 1996, s. 30.
11- Mektubat, 2004, Uhuvvet Risalesi, s. 444.
12- Hutbe-i Şamiye, 4. Kelime.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*