Müsbet hareket bütünleşmelerle yol almayı kabul eder

Öğretmeni yenen “talebe!” -19-

Bediüzzaman muhataplarını “dost, kardeş ve talebe” olarak üçe ayırıyor idi. Şu halde dostluğun gereği ittifak, kardeşliğin gereği ittihad ve talebeliğin gereği tevhid-i efkâr olsa gerektir. Birleşiminde ise tevhid-i kulûb hasıl olur ki, her birindeki kalkınmaların sonucu medeniyet, insanîyet, evrensel ilerleyiş böylelikle tamamlanır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın Müsbet hareket yaklaşımı “Aristo”kratik eleştiri yöntemi (çünkü Aristo düşüncesi başta hocası Platon’un eleştirisine dayanır) dışında bütünleşmelerle yol almayı kabul eder. Ki Bediüzzaman’ın imanı “bir hüsn-ü münezzeh ve hüsn-ü mücerred” olarak tanımlaması bu yaklaşımın kaynağıdır. İman çünkü ispattan gayri çok başka yüksek alanlarda ilerleyecektir. Akıl bu anlamda (kalbin komutasında) hayalden çok daha geniş bir alanda hareket edebilecektir. Dolayısıyla üretilecek “tekillik”ler yükselerek soyut ve arı bir “hakikat” üzerine konabilecektir. Bediüzzaman kimdir sorusunun bu anlamda bir cevabı şudur: Bediüzzaman büyük bir “beyin”dir.

İbrahim Kahveci, Türkiye adına büyük bir tehlikeden haber veriyor: Önemli kazanç sağlamış yüksek gelirli bir beyin göçü ile karşı karşıyayız.

Buna göre; “Demokrasi-insan hakları-ekonomik kalkınma ve gelişme dediğimiz şey asla ve asla inşaat ile imar rantı ile sağlanamıyor. Bu kavramlar orta sınıf ve eğitimle alâkalı şeyler.

Türkiye, beyin göçü ile orta-üst okumuş kesimi hızla kaybediyor. Bu çok büyük bir tehlike ve uzun süreli geri kalmışlık süreci yaşanabilir. Hızla yozlaşabiliriz.”

Halbuki baştaki gerekliliklere göre akışın tersi yönde olması; dışarıdaki yeteneklerin geri dönmesi içte birikmesi gerekiyordu. Birleşmeler ancak bu şekilde zemin bulabilir. Bu türden göçler durumunda ise içteki cehalet ve zaruret ve ihtilâfı yenecek, san’at marifet ve ittifakı kuracak “çekirdek” çürüyecektir. Bu durumda medeniyet üretecek sonuçların dışarıdan gelmesini umut etmek kalıyor. (Avrupa’nın Osmanlı’yı doğurması bu şekilde beklenebilir). O halde Bediüzzaman’ın “tahsile gitmişler!” dediği İslâm’ın evlâtları nasıl şehadetnamelerini alıp geri döneceklerdir?

Bir toplumun özü “kazanç sağlamış yüksek gelirli beyin”lerdir. Meselâ; Bediüzzaman’ın öngörüsü; Medresetü’z-Zehra’sında yetişecek “talebe” buradaki şartları başta sağlamış olacaktır.

Medeniyet kurucu insan denilen asgarî düzeyi bu tanım ifade edebilir:

“İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye’nin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevîsi o kat’î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez.” (Tarihçe-i Hayat)

Elbette bu “talebe”nin ilk örneği bizzat Üstad Bediüzzaman’dır. Başta “kimseye muhtaç olmamak” olan düsturu hayatı boyunca uygulamıştı. Hediye dahi kabul etmemek, şahsî bir maddeten terakki göstergesiydi.

Diğer taraftan; Üstâd’ın fenleri öğrenmesi… Lise düzeyinde modern okullardaki hocaları mağlûb edecek bir malûmat başta yeterliydi. Bu da yeni fenlerde en azından bugünkü lisans düzeyinde bir birikime sahip olmayı gerektiriyor. Teorik süreci üretebilecek kadar.. bu da fikir üreten için yeterli şart bir şeydir. Elbette zeminde çok yüksek bir mantık ve matematik disiplini gerek şarttır. Yani Abdülhamid’in modern okullarını “kırıp” Bediüzzaman’ın Horhor Medresesi’ne gelen o zamanın talebeleri veya Kastamonu’da okuldan ceza almak pahasına Üstad’ın ziyaretine gelen lise talebeleri; elbette bildiğimiz “hoca”ya gitmiyorlardı… Fen ve din ilkeleri birlikte, yüksek bir Matematik ve mantık algısı bu işin temeliydi. Bunlarla “talebe”nin mücehhez olması gerekli bir ilk basamaktır. Bir de “Arapça vacib, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” olan lisan gerekliliği ile mezc etmek gerekecektir. İşte o zaman “zihinleri işgalden, akılları gevezelikten” kurtarmak mümkün olabilecektir.

Bu noktada çözümün Batı ile Doğu (ya da Avrupa ile Asya) değerleri arasında bir mezc (füzyon) gerçekleştirilmesi zorunluluğunu ifade ettiğini kabul etmek gerekiyor. Bediüzzaman’ın yıllar önce Asya için söylediği böyle bir mezc’in parçası:

Biri: “Evet Osmanlıların hürriyeti; koca Asya tali’inin keşşafıdır, İslâmiyetin bahtının miftahıdır, ittihad-ı İslâm surunun temelidir.” (Münâzarât)

Biri de: “Asya’nın bahtının miftâhı meşveret ve şu’râdır”; şeklindedir.

Şükrü Hanioğlu’nun şu tavsiyesi de dikkate değerdir: “Buna karşılık“ insan hakları,” “özgürlükler” ve “çoğulculuk”u küresel güçlerin araçsallaştırdığı “yabancı söylemler”e indirgemek, “özgün değerlerimiz”in bu alanlarda daha anlamlı alternatifler sunduğunu varsaymak bizi uzun süreli çabalarımıza rağmen başaramadığımız “liberal demokrasi eşiğini geçme” hedefinden uzaklaştıracaktır. Bu çerçevede yaklaşıldığında “millî” ve “yerli” kavramlarının böylesi yorumlara tabi tutulmasının “Asya değerleri” benzeri bir işlev göreceğini belirtmek yanlış olmaz. Dolayısıyla bu kavramların muğlâklığı giderilirken onların “üniversel değerler”e seçenek oluşturmadıklarının vurgulanması anlamlıdır. Bu yapılırken “üniversel” olanlara ancak “millî ve yerlî” değerlerin törpülenmesiyle ulaşılabileceği tezinin de anlamsız olduğu dile getirilmeli, bunlar arasında “çatışma” değil “uyum” ve “bağdaştırma” temelli bir ilişki geliştirilmelidir.”

İşte talebenin himmetini pervaz ettirecek sürecin parçalarının önce üretilip sonra birleştirilmesini “yüksek beyinler”in, fedakâr ruhların meziyetlerine emanet edilmiş bir başlangıç noktasını tarih bize gösteriyor.

Caner Kutlu

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*