Musîbetlere karşı sadaka kalkanı

İnsan çok aciz, çok zayıf, ve çok fakir bir varlık.

Bir ayağını Ay’a basmış, öteki ile okyanusların derinliklerinde dolaşıyor olsa da, bir eli ile Jüpiter gezegeninin halkasına tutunmuş, öbür elini Mars’a uzatmış olsa da, vücudundaki bir mikrobu çıkarıp atmaya eli yetişemez. Kuşlar gibi havada uçmaya, balıklar gibi denizlerde dolaşmaya, köstebekler gibi dağları delmeye gücü yeter de, kalbindeki gam ve kasaveti kaldırmaya gücü yetmez. Azgın suların önüne bentler ve barajlar yaparak topraklarını istilâ etmesini önlese de, üzerine sel gibi gelen felâket ve musîbetlere karşı bir bent yapacak teknik donanıma sahip değildir. İlim ve tekniğin dürbünü ile yüz sene sonra hangi gezegenin hangi burca gireceğini görür de, yarın başına ne geleceğini bilemez.

Bu kadar aczine karşılık, pek çok düşmanları, pek büyük dertleri vardır. Yolda yürürken ayağının bir taşa takılıp yere kapaklanması mümkün olduğu gibi, gökten inen bir yıldırımın kendisine isabet etmesi de muhtemeldir. Hastalıklar, kazalar, su baskınları ve deprem gibi musîbetler, demoklesin kılıcı gibi başının üzerinde sallanmaktadır. Bir mikroba karşı koyacak gücü olmadığı gibi, yer sarsıntısını önleyecek bir kuvveti de yoktur. Bir de bütün bu belâ ve musîbetlerin kontrolsüz ve başıboş olduğunu düşünüyorsa, işte o zaman hayat insana tam bir işkence olacaktır.

Halbuki, kâinatta hiçbir şey başıboş ve gayesiz değildir. Hiçbir fiil, tesadüfe havale edilmemiştir. Bir insan kendi evinin içinde neler olup bittiğini nasıl biliyorsa, bu Kâinatın Sahibi de kendi mülkündeki her zerrenin hareketini bilir, görür ve gözetir. O’nun izni ve iradesi olmadan ne bir damla yağmur düşer, ne bir yıldız kayabilir. Ne güneş O’ndan izinsiz doğabilir, ne bir mikrop O’ndan habersiz bir bedende faaliyet gösterebilir. “Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı O’nun yanındadır”.

Bir ayı aşkın bir zamandan beri Van ve çevresi, depremlerle sarsılmaktadır. Âlicenap halkımız, elinden gelen maddî yardımları yapmakta, yapılan yardım ve dayanışma manzaraları gözleri yaşartmaktadır. Ama insanoğlunun elinden gelen ancak bu kadardır. Dünyadaki bütün insanlar birleşseler, bütün maddî imkânlarını ve en ileri teknolojilerini seferber etseler, fay hatlarının kırılmasına mani olup, titreyen zemini sakinleştirmeye güçleri yetmez. “Ey yer, suyunu yut, ey gök suyunu tut” (Hud Sûresi, 44) emri ile Nuh Tufanı sona erdiği gibi, yer ve gök, ancak Kadir-i Hakîm’in kudreti ile sakinleşir.

İnsanları tehdit eden belâ ve musîbetler de, Allah’ın dilemesi ve müsaadesi ile meydana gelir. Öyleyse, her an bir musîbete maruz kalma ihtimali ile karşı karşıya olan insan, ancak Kâinatın Sahibine müracaat ederek bunlardan kurtulabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, musîbetlere karşı nasıl tedbir alınacağını da insanlara bildirmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, merhametlilerin en merhametlisidir. Kullarını musîbetlerle baş başa bırakmamış, her derdin dermanını yarattığı gibi, belâ ve musîbetlere karşı da tedbir almanın yollarını göstermiştir. Buna göre sadaka vermek, belâlardan korunmanın ve kurtulmanın en emin yollarından birisidir.

Peygamber Efendimiz’in (asm) sadakanın önemi hakkında bir çok hadis-i şerifi mevcuttur. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Hastalarınızı sadakayla tedavi edin. Sadaka, her hastalığı ve belâyı defeder.” [Beyhakî]“Sadaka 70 çeşit belayı önler. Bunların en hafifi cüzzam ve barastır (alaca hastalığı.)” [Hatib]

Sadaka bu kadar önemli bir kalkan olarak belâ ve musîbetlere karşı insanları koruduğuna göre, bizlere düşen de bol bol sadaka vermek olmalıdır. Deprem, su baskını, kasırga, yangın ve kaza gibi âfetlere karşı elbette elimizden gelen maddî tedbirleri alacağız. Ama bu tedbirleri almakla “Tamam artık kendimizi güvenceye aldık” diyemeyiz. İnsanın tedbirine karşı bir de Cenâb-ı Hakk’ın takdiri vardır çünkü. Her zaman son söz, takdir sahibi olan Rabbimize aittir. Öyle durumlar olur ki, bütün maddî sebeplerin sukut ettiği yerde, kader sözünü söyler ve hükmünü icra eder. İşte burada sadaka sigortası devreye girer. Belâ ve musîbetlerin önüne aşılmaz bir set çeker.

Sadaka vermek güzel de, elinde olmayanlar, sadaka verecek durumda olmayanlar ne yapacak? Bu suâlin cevabını da yine Allah Resûlü (asm) vermektedir:

Ebu Hureyre (ra), Allah Resûlü’nün (asm); “Güzel ve hoş söz sadakadır” buyurduğunu nakletmiştir. (Sahih-i Buharî)
Bir başka hadis-i şerifte ise: “İlmi olan ilminden, malı olan malından sadaka versin.” [İbni Sünnî] denilmektedir.

Demek ki sadece parası olanın sadaka vermesi diye bir şey yokmuş. Sadaka vermek sadece zenginlere mahsus bir ibadet değilmiş. Bir insana Allah rızası için muhabbet beslemek, ona selâm vermek ve gülümsemek, her insanın yapabileceği bir davranıştır. Bunun için zengin olmaya, mal mülk sahibi olmaya gerek yoktur. İçinde iman ve muhabbet olan bir kalp yeterlidir.

Sadaka vermenin daha kolay ve faziletli yolları da vardır. Bediüzzaman Hazretleri, “Risâle-i Nur okumak sadakadır” diyor. Risâle-i Nur Kur’ân’dan süzülen hakikatler olduğu için, belâ ve musîbetlere karşı en sağlam bir set, en kalın bir kalkandır. Nitekim 1930’lu yıllarda, ülkemiz deprem felâketleri ile sık sık sarsılırken, Risâle-i Nur’a hücum edildiği zamanlarda bu sarsıntıların daha da şiddetlendiği, onu okuyan ve yazanların serbest kaldığı zamanlarda ise yeryüzünün sükûnet bulduğu çok görülmüştür.

Öyleyse, hem depremzedelere, hem kendimize daha fazla yardımcı olmak ve gelecek başka musîbetlere karşı tedbir almak için, Risâle-i Nur okumaya davam edelim. İhlâsla, iştiyakla ve kesretle okumaya devam edelim ki, âfât ve musîbetlere karşı da Kur’ân-ı Kerim’in ve Risâle-i Nur’un kalkanı ile korunalım.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*