Musîbetlerin mânevî mâverası ve “sadeleştirme”yle Risâle-i Nur’a ilişilmesi

Dünyada işgaller, zulümler, tahripler, haksızlıklar devam ediyor. Son bir haftada Irak kan gölüne döndü, saldırılarda ve patlamalarda yüzlerce kişi katledildi.

Türkiye’nin de askerî birlik göndererek tam destek verdiği Afganistan’da, Amerikan’ın en büyük askerî üssü Bagram’da Amerikan/ NATO askerlerinin işgale karşı çıkan yerlileri hapsettiği Müslüman mahpusların aralarında Kur’ân-ı Kerim’in de bulunduğu dinî kitapları yakması tahriki üzerine başlayan şiddetli protestoları bastırmada onlarca kişi öldürüldü.

Bu sürede, NATO’nun tek Müslüman üye ülkesi Türkiye’nin de “oluru”yla NATO Genel Sekreteri yapılan Rasmussen, Türkiye’de İran’a karşı Amerikan “füze kalkanı” radarını konuşlandırmasından dolayı teşekkürlerini sunmakla kalmadı; günlerce kapalı kapılar arkasında “Suriye’ye müdahâle plânları”nı görüştü.

Bunu, ABD’nin “füze kalkanı”na ateş püsküren Rusya Başbakanı Putin’in, Rus ordusunun gelecek on yılda 770 milyar dolarlık yatırım yapacağı sözü takip etti. Emperyal güçlerin hegemonya ve hasis menfaatleri uğruna 60 milyonun katledildiği iki dünya savaşındaki gibi, yeryüzünün ne tür bir kanlı geleceğe sürüklendiği sinyalleri verildi.

ABD’nin “küresel füze kalkanı”na ve Avrupa’daki parçasına Rusya’nın askerî ve teknik asimetrik etkili cevabı vereceği”ni ilân etmesi, Türkiye’nin ve bütün Ortadoğu, Avrasya ve Orta Asya’nın ne denli bir tehdid ve fitneyle karşı karşıya kaldığını gösterdi…

“ÖYLE ZULÜMLER OLUYOR Kİ, RAHMET İSTEMEYE YÜZÜMÜZ KALMIYOR”

Yine son bir hafta içinde İsrail, hiçbir uluslar arası kuralı takmayarak “İran’a saldırı” tehditlerini tekrarladı. Türkiye’nin sınır ticaretinin ve Suriye üzerinden Güneydeki Arap ülkelerine yaptığı transit ticaretin kesilmesiyle “Suriye faturası” gittikçe büyüyerek vâhim boyutlara ulaşmışken, “müdahâle tartışmaları” devam ediyor…

Bu arada, dünyadaki çatışmaların her an alev alabileceğine dair “küresel kıyamet senaryoları” yazılıyor. Foreign Policy dergisinin, dünyanın dört bir yanındaki krizleri inceleyen Uluslararası Kriz Grubu’nun araştırmasına dayanarak, 2012’de Suriye’den İran’a ve İsrail’e, Afganistan’dan Pakistan’a, Yemen’den Bruni’ye, Somali’den Venezuella’ya birçok ülkede küresel hesaplarla karışıklık ve çatışmaların körüklendiği haberleri geliyor.

Ayrıca Orta Afrika ve Orta Asya’da birçok devletin altyapılarıyla ve siyasî sistemleriyle çöküşün eşiğinde olduğu, bu ülkelerin enerji kaynaklarına ve maden rezervlerine göz diken uluslar arası güçlerce kargaşa ve kaosa iteceği menhus plânlarından bahsediliyor. (Milliyet, 1.1. 2012)

Kısacası, bütün insanlığa zarar olan harpleri devam ettiren gaddar zâlimlerin yalan ve aldatıcı propagandalarına geliniyor, Müslümanlar Müslümanlara karşı ecnebilerin plânlarına ve tuzağına düşürülüyor. Ecnebilerin plânlarına tabi olmakla, âyetin hükmüyle zâlime ve zulme taraftar olunuyor, meylediliyor. Aynı inancı, tarihi, kültürü paylaşan, dost, kardeş, komşu Müslüman ülkeler, sinsî desîselerle birbirine düşman ediliyor.

ÂFETLER, MUSÎBETLER, “HATALARIN NETİCESİ”

İşte bu süreçte, tabiî âfetlerle, iklim değişiklikleriyle, radyasyon salımıyla çevre tahribi sürdürüldü. Bütün dünyada sel felâketleri, tsunamiler peşpeşe geldi. Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya’da son otuz-kırk yılın en soğuk kışı yaşandı. Anadolu, hâlâ karlar altında. Doğu Anadolu dondu. “Cemreler”in peşpeşe düşmesine rağmen gece soğukluk bazı bölgelerde eksi 30’ların altına kadar düştü. Göller buz tuttu. Simav’dan Darende’ye, İzmir’den Van’a Anadolu’yu depremler yokladı, yokluyor…

“Öyle musîbetten kaçınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlûmlar da içinde yanar.” (Enfâl Sûresi, 25) âyetinin hikmetiyle “musîbet-i âmmede mâsumlar da belâ çekerler” hakikati, hâdiselerle tefsir edildi. (Emirdağ Lâhikası, 31-33)

Felâketlerin ve musîbetlerin mâverasını ve kader cihetini açıklayan Bediüzzaman’ın, “musîbet cinâyetin neticesidir” ifâdesinin anlamıyla, “umumî musîbet”in mânevî ve kaderî fetvası, “ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle”, ekser insanların zulme ve zâlimlere “fiilen veya iltizâmen (taraftar olarak) veya iltihaken (bizzat katılarak) taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye (umumî musîbete) sebebiyet verir” hükmü tecelli etti. (Sözler, 156 )

Zelzele, fırtına ve şiddetli soğuk gibi hâdislerin, âfetlerin “ihânetin cezâsı” ve “hataların neticesi” olduğunu bildiren Bediüzzaman’ın beyânıyla, “nazar-ı hikmetle hiçbir şeyin nizamsız, gâyesiz olmadığı kâinat” hiddete geldi, öfkelendi.” (Kastamonu Lâhikası, 7; Lem’alar, 87)

“Çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itîraz ediyor” izâhıyla, hava, zemin, fırtına, “kışın hiddeti”nin “pek şiddetli soğuğu”, mânen mânâsını okutturdu. “İlâhî gadâb”ın “hava ile zemin”in fırtına ve kışla verdiği mânevî ders”in mesajını illetti. (Emirdağ Lâhikası, 109-110)

VE “SADELEŞTİRME” VÂHİM HATASI…

Ve bu vartalı vetirede, başka vâhim hatanın yapılmış. Bediüzzaman’ın, Hz Ali’nin Celcelûteye Kasidesi, Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf’i ve Abdülkadir-i Geylânî’nin Fütûh’ül Gaybı eserleri gibi, “doğrudan doğruya menbâ-ı vahy (vahyin kaynağı) olan Zât-ı Pâk-ı Risâletin mânevî ilham ve telkinatı” ve Kur’ân hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyân ve ispat ve izâh eden, Kur’ân’ın kuvvetli bir tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı”, (Tarihçe-i Hayat, 522, 59; Şuâlar, 590) sanki “anlaşılmıyormuş” gibi sözde “anlaşılır kılma” gerekçesiyle “sadeleştirme”ye yeltenilmiş.

Bediüzzaman’ın Risâleler için açıkça dile getirdiği, “büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y (çalışma) ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda te’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risâlelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor” gerçeğine karşı, “sadeleştirme” perdesinde asliyetinden koparılması teşebbüsüne cür’et edilmiş.

Halbuki Bediüzzaman’ın, “Kur’ân’ın emsâlsiz bir tefsîri” olan Risâle-i Nur’u sadeleştirmeye asla râzı olmamasının çok hikmetleri var. (Konferans, 56) Risâle-i Nur’un sadeleştirilemeyeceği, sebep ve hikmetleriyle bizzat Bediüzzaman çeşitli eserlerinde yazmış ve yakın talebelerine ifâde etmiş.
“Risâle-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’âniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir sûrette isbatı, çok kuvvetli bir işâret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünkü hakaik-i îmaniyye ve Kur’âniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde (anlamakta) aczini itiraf etmiş, ‘Akıl buna yol bulamaz’ demiş. Onuncu Söz Risâlesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektûbat, 372)

“İşte (…) bu hârika teshilât (kolaylık) ve suhulet-i beyân (ifâdedeki ve açıklamadaki kolaylık) elbette bilâşüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır (yansımadısır.)” (Mektûbât, 373)

“Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki (Risâlelerdeki) hüner ve zarâfet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’âniyenin mübârek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki (gaybî eldir ki), o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektûbat, 383)
Neticede bunca açık ve kat’î hakikate karşı, “sadeleştirme” perdesinde “Kur’ân’ın parlak bir tefsiri” Risâle-i Nur’u tağyire teşebbüs, hangi saikle olursa olsun, fevkalâde vâhim bir hata olduğu ortaya çıkıyor.

“MÜSTESNÂ EDEBİYAT VE BELÂGAT”

En evvel, “Risâle-i Nur, Kur’ân’ın feyzine dayanan sünûhât (kalbe doğan bilgiler) ve ilhamât ile (gelen ilhamla) telif edilmiş.

Bu açıdan Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur’un çok eski, çok sâdık ve çok fedakâr bir talebesi merhum Halil İbrahim”in lâhikaya aldığı ve “Haza min fadli Rabbî” diye tasdik ve takdir ettiği mektubundaki, “Şu devrede Türk lisânının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle-i Nur, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işâret-i Kur’âniyedendir demiş olsam hatâ etmemiş olurum zannederim” tesbiti fevkalâde ehemmiyetlidir. (Emirdağ Lâhikası, 86-87)

Bunun içindir ki, “…Âyet, Risâle-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder.” “…Risâle-i Nur’u, efrâdı içinde hususî bir iltifatla dahil edip, lisân-ı Kur’ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe olmasını takdir eder.” (Şuâlar, 625)

Bunun içindir ki, “mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi”, ehemmiyetli mektubunda, “Ey Risâle-i Nur! Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakkın ilhamı, Hakkın dili olup, O’nun emri ve O’nun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. (…) Yüzündeki fesâhat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor” diye hitap eder. (Konferans, 83- 88)

Yine bunun içindir ki, Risâle-i Nur’daki hakikatlerin, doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden ilham olunan zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatler olduğunu beyân eden Bediüzzaman, “Risâle-i Nûr’un letâfet-i aslîyesi muhâfaza edilmeli” esasını tembihler.   

Çünkü “Nur Risâlelerinde, müstesnâ bir edebiyat ve belâgat ve îcâz, nazîrsiz, câzib ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplarla muvâzene ve mukayese edilemez.” (Sözler, 717)

“KİMİN HADDİ VAR Kİ, BİR KELİMESİNE İTİRAZDA BULUNSUN!”

Nur Risâleleri, “sair telifat gibi ulûm ve fünundan (fenlerden) ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka merciî yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” (Şuâlar, 612)

Bundandır ki “Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabiliyor.” Şüphesiz, Risâle-i Nur’un icra ettiği bu muazzam tesirin en mühim bir sebebi de, nur-u imân, feyz-i Kur’ân, lütf-u Rahman’ın medet ve inâyetiyle ihsân olunan lisânındaki intizamkârane ve îcazdârâne vaziyet-i fıtriyesidir.” (Emirdağ Lâhikası, 85)

“Risâle-i Nûr âhize (alıcı) ve nâkile (nakledici, verici) ile mücehhez bir radyo-yu Kur’âniyedir ki, onun satırları, kelimeleri ve harfleri, tel, lâmba, ayna ve bataryaları hükmüne geçmiştir.” (Emirdağ Lâhikası, 85) Kimin haddine düşmüş ki, bu “bast”ı, ibâreleri, tertip ve tanzimi bozsun!

Onun için Bediüzzaman’ın talebesi Hüsrev Altınbaşak, “Kimin haddi var ki Risâlelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın. Veyahut bir cümlesini tenkit etsin. Veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun…” diye yazar. (Barla Lâhikası, Envar, 353) Bediüzzaman’ın “birinci talebesi” İbrahim Hulûsî, “Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günâh işliyorum telâkkî ediyorum” diye sakındırır. (Barla Lâhikası, 51)

MÜELLİFE, ESERİN HAKKINA VE HUKUKUNA HÜRMETSİZLİK

Aslında, 1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi’nin gençler için “Risâlelerin biraz sadeleştirilmesi”ne dair mektubuna, Bediüzzaman’ın cevabı, “sadeleştirme”nin ciddî mahzurlarını âdeta özetler: “Nur’un metni, izâha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münâsibdir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem sû-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mânâ verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifâdem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teennî ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var…” (Emirdağ Lâhikası, elyazma, 661)

Risâlelerin lisân ve üslûbundaki sadelik, akıcılık, açıklık, çekicilik, izâh ve tatlılık kendine hastır. Cemil Meriç, “Her eser kendi lisânıyla doğar; Risâle-i Nur’un dili Kur’ânî ve İslâmî bir lisândır. Risâle-i Nur’u anlamaya çalışmak bize nasip olacak en büyük mükâfattır” der. Ve Bediüzzaman’ın beyânıyla, “şahsın uslûb-u beyânı, şahsın timsâl-i şahsiyetidir.” (Muhakemât, 84) Ki Bediüzzaman, “…Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ külâhıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder” diye bunu açıkça belirtir. (Münâzarât, 17)

Kaldı ki, eser sahibinin yapmadığını yapmak, kesinlikle sakındırdığı sadeleştirmeye kalkışmak, her şeyden önce hayatında eserine son şeklini veren “Bize mânen izin verilmedi” diyen ve “kendisinin bile kalem karıştırmaya hakkı olmadığını” bildiren, müellife saygısızlıktır. Sonra, esere, te’lif hakkına ve hukukuna hürmetsizliktir…

Dahası, Bediüzzaman’ın, “en tehlikelisi de odur ki” dediği, bir kısım “mühim ehl-i ilim”in, “enâniyet–i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin (Risâlelerin) kıymetlerinin tenzilini arzu eder–tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın” ikazı kapsamına girer. (Mektûbat, 413)

Hatta “Dost sûretine girerek, bazen talebe şekline girerek, derler ve dedirtirler” ki cümlesiyle başlayan tahrifatlara ve “kandırılışlar”a âlet olunmasını mevzubahis eder. (Tarihçe-i Hayat, 599) “Sizin berâetiniz ve mânen galebeniz zâlimleri şaşırttı; cepheyi, burada değiştirdiler. Düşmanâne taaaruzdan vazgeçip, dostâne hulûl edip (sızıp) has talebeleri Risâle-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için…” yaptırılan ifsadları sözkonusu eder. (Kastamonu Lâhikası, 109)

“RİSÂLE-İ NUR’A İLİŞİLDİĞİNDEN…”

Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’a ilişilmesi Kur’ânî mânâya göre tahlilini yapan Bediüzzaman, bir lâhika mektubunda, “Bu vatanın belâlardan muhâfazası için kat’i bir vesile olan Risâle-i Nur’a ne vakit ilişilmişse, bir nev’î umumî korku başlıyor. (…) Medâr-ı ibrettir ki; burada Risâle-i Nur serbest okunup yazılırken -hilâf-ı adet- başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risâle-i Nur’a hücum edildi, yazdırılmadı, tâtil oldu; gâyet şiddetli bir kış başladığı gibi…” ifâdesi, “sadeleştirme” perdesinde bilerek veya bilmeyerek Risâle-i Nur’a ilişildiğinden, uzun “şiddetli kış” hüküm sürdü hakikatini hatırlatır. (Emirdağ Lâhikası, 24)

Bundandır ki, “ledûn ilmi”yle yazılan ve lisânen de Kur’ân’ın takdir ve tahsinine mazhar olan Kur’ân tefsirinin, ifâde, beyân, tanzim ve tertibindeki asliyetini, basit, günübirlik indî mülâhazalarla “sadeleştirme” paravanında tahrif etmeye, sıradanlaştırmaya, değiştirmeye, dönüştürmeye, bozmaya, başkalaştırmaya yeltenmek, felâkete, musîbete duçar eder.

Ve bu felâketler ve musîbetler, depremlerden sel baskınlarına, tsunamilereden tayfunlara, fırtınalardan kasırgalara, “kışın şiddetli hiddeti”yle şiddetli soğuklar olarak tecelli eder.

Yapılacak olan, ekser insanların hatasından gelen ve “ehl-i imânı uyandırmayı” hedef alan umumî musîbetlerden ders alıp, musîbete ve İlâhî gadâba sebebiyet veren hatalardan vazgeçmektir.

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Sadakanın belâyı def etmesi gibi”, hatalardan dönmekle, yanlışlardan caymakla ve caydırmakla küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâların def’ine çalışmaktır.

“Cezâ-yı amel bir azap” olan musîbetlere karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyâz ve hazinâne yalvarmakla ve pek ciddî nedâmet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve Sünnet-i Seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve duâ ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.” (Emirdağ Lâhikası, 32-33)

“İnsanların ekseri tevbe ve nedâmet ve istiğfar etmekle def olması”na duâ etmektir. Belâları, felâketleri, musîbetleri rahmete çevirmektir…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*