Musîbetlerin sonunda hayır vardır

Hayır ve şer hakikatleri insan oğlunu doğumundan ölümüne kadar hep meşgul edip, hem dünya hem de ahiret hayatını şekillendirir.
Kur’ân gözlüğü insanlığa, şerlerden sakınmak esas olmakla birlikte, hep hayır gözlüğünden bakarak hayatını buna göre şekillendirme gibi müsbet bir bakış açısını tavsiye eder.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Olabilir ki, bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz onu kerih (tiksindirici) görürsünüz.. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde onu sevebilirsiniz… Allah bilir siz bilemezsiniz.”1

Aslında, hayır-şer bakış açısı ekseninden insan hayatı, dünyaya teşrif edip ilk nefesi alışından, son nefesini vermesine kadar, bir okyanusun hayat seyrini yansıtır adeta…

İmtihan sırrının gereği ve adil kaderin bir hükmü olan musîbet ve belâ halleri hayat gemisinin ansızın karşılaştığı fırtınalı haller ve aksilikler olsa da, bu durumun en az zayiatla geçirilip geminin rotasından sapmamış hali ise yolculuğun en kıymetli ve can alıcı noktasıdır.

Çünkü beşer gemisinin gelmiş geçmiş en usta kaptanı ve bütün kâinat kendi hürmetine yaratılan eşref-î insan ve kâinat olan Hz. Rasûlullah (asm) bu musîbet ve belâ hallerinin kıymetini şöyle ifade eder:

“Hz. Allah sevdiği kullarının feryat ve inlemelerini dinlemek için, kendisine belâ verir. 2

“(Mü’min kuluma) verilecek mükâfatın büyüklüğü, kendisine verilen belânın büyüklüğü nisbetindedir.”3 Bunlar gibi hadis-i şerifler, belâ ve musîbetler karşısında naçar kalan beşere teselli ve ümit reçetesi olur.

Fitne, fesat, zulüm ve haksızlıklar asrının bir peygamber varisi olan Bediüzzaman ise, belâ ve musîbetlerin, dini olmamak kaydıyla, kulun hayat seyrinin en kıymetli ve ahiretin bire on, yüz ve bin veren hasılat harmanları olduğunu müjdeleyerek, kulun bu sıkıntılı ve Rabbine en yakın olan halini şöyle ifade eder:

“Asıl musîbet ve muzır musîbet, dine gelen musîbettir. Musîbet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musîbetler, hakikat noktasında musîbet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”

Hayatında hep güzel yaşayan ve ilk defa kaldırılması zor bir belâ ve musîbetle karşılaşanların ve hepimizin bu hikâyeden alacağımız çok dersler olsa gerek. Bunun sonucu belâ ve musîbetlerde kendimizden çok daha kötü durumda olanları düşünüp şükrederek şu duâ ve benzerleriyle sadece Rabbimizden medet isteriz:

“Ya rab! Kusurumuzu affet; bizleri kendine kul kabul et, emanetini kabzedinceye kadar bizi emanette emin kıl. Kaldıramayacağımız yüklerden halas eyleyerek, imtihanınızı hafif kıl!”5

Çünkü, pencerelerinden sabırla seyretmekten başka elimizden bir şey gelmeyen, kendi başımıza veya bir mü’min kardeşimizin başına gelen ve gelebilecek, altından kalkılmasında aciz olunan öyle haller var ki, evveli de duâdır, ahiri de…

Abdullah Şahin

Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi 216.
2- Suyûti, Camiu’s Sağir; Râmuz el Hadis.
3- Suyûti, Camiu’s Sağir.
4- Lem’alar, Sayfa 18.
5- Sözler, 6. Söz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*