Müslüman kardeşlerimizle kaynaştık

Image
Hac Yazilari / 4

Müslümanların büyük bir kongresi olan Hac’da, diğer milletlerden olan Müslümanlarla da münasebet peyda ediyorduk. Düsturlarımızdan biri de, “İnsan İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasıyla, bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peydâ eder ve kavî bir irtibat ve bağlılık elde eder…” ya, işte biz de o esasa göre, her milletle anlaşmaya çalışıyorduk. Biraz Arapça, biraz İngilizce…

Orada, rahmetli Hasan Aktunç Ağabeyin, yıllar önce bana söylediği bir sözünü hatırlıyordum. Demişti ki: “Osman kardeş, Risâle-i Nurlar bize öyle şeyler kazandırıyor ki, biz farkında değiliz. Hacca gittiğim zaman, bunu daha iyi anladım. Araplarla konuşma hususunda, inan ki bir çok hoca, hatta bazı ilâhiyatçılar bile bizim kadar anlaşamıyordu. Demek ki biz ne kelimeler öğrenmişiz…”

Gerçekten de öyleydi. Bir ara bizim grup hocamız Kâbe’nin dış avlusunda saatin önünde durup, bir şeyler yazmaya çalışıyordu. “Ne yapıyorsun?” dedim. “Ya hacı ağabey, şu saatlerde yazan namaz isimlerinin Arapçasını yazıyorum” dedi. “Yürü hoca, ben sana onları söyleyeyim” deyince çok şaşırmıştı. Orada “Ah Üstadım, senin bize verdiğin derslerde, namazların Arapça ismini de öğretmiştik, ‘fecir, zuhur, asr, magrib, îşâ’ diye. Şimdi anladık onların hikmetini. Hele; ‘evvelen, sâniyen, sâlisen, râbian…’ diye saymayı öğretmen yok mu? Demek ileride bize lâzım olacakmış” dedim içimden.

Yavaş, yavaş insanlar çekilmeye, memleketlerine veya Medine’ye gitmeye başlayınca, Mekke, Kâbe tenhalaşmaya başlamıştı. Bu da bizim rikkatimize dokunuyordu, üzülüyorduk. O mahşerî kalabalıkta ben biraz da şunu düşündüm: “Aslında ömürde bir defa farz olan hacca, bazıları birkaç defa geliyor, öyle olunca da, hacca gelmek isteyen diğer Müslümanlar gelemiyor. Gün geçtikçe Müslümanların sayısı artıyor. Onların ibadetine mani almamak lâzım.”
2 Muharrem 1427 / 1 Şubat 2006 günü, yeni hicrî senenin 2. günü Mekke’deki son günümüzdü. Veda tavaflarımızı yapıp, 7 saatlik bir yolculuktan sonra, Peygamberimizin (asm) ve sahabelerin hicretini hatırlayarak, Medine-i Münevvere’ye geldik. Gece vakti idi ama, gözlerimiz Ravza-i Mutaharra’yı, o tertemiz mekânı arıyordu. Uzaktan uzağa, yeşil kubbe görünmüş, bizler de salâvata başlamıştık: Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed!
Gece otelimize yerleştik. 8 gün, kırk vakit namazı Mescid-i Nebevî’de kılacaktık. Ne güzel bir duygu, nasıl bir heyecandı o. O günün akşamı hurma pazarına gittik. Hacı arkadaşımın “Konyalı Ali” adında tanıdığı bir Türk varmış pazarda. Onu bulduk, konuşurken birden aklıma geldi ve Selahaddin Yeşilyurt Ağabeyi tanıyıp, tanımadığını sordum. Tanıdığını söyledi. Telefon numarasını istedim. Hemen arayıp, telefonu bana verdi. Rahmetli Selahaddin Ağabey çok sevinmişti. Nasıl buluşup görüşeceğimizi sorunca, “Oradan hiç ayrılmayın, oğlum Muhammed’i yolluyorum, sizi alıp dershaneye getirsin” dedi. Çok üzülüyordum, onu Mekke’de görememiştim, burada da görüşemezsek olmayacaktı. İşte, bir tevafuk neticesi buluştuk. Sabah namazından sonra Nur Talebelerinin buluşma yeri olan Yeşil Osmanlı Saatinin yerini tarif etti ve orada ertesi sabah namazdan sonra buluştuk.

Selahaddin Yeşilyurt Ağabey, sabah namazından sonraki dersi benim yapmamı istedi. Ben de “Ağabey, ahdetmiştim, burada Mu’cizât-ı Ahmediye’yi bitireceğime dair. Eğer öyle olursa, tamam” dedim. Kabul gördü ve öyle de yaptık. Akşam, yine dershaneye dâvet etti ve “Size Özbek pilavı yedireceğim, ona göre gelin” dedi. Artık orada da günlerimiz ziyaretlerle, ibadetlerle geçiyordu. Malûm ziyaret yerlerini gezip, başta Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm olmak üzere, bütün sahabe-i kiramı hatırladık, yâd ettik. Hocalarımız Uhud Dağına götürmüş, ama Uhud Şehidliğine, Hz. Hamza (ra) ve diğer şehidlerin kabirlerine götürmemişti. Bir sabah dersimiz bitince Selahaddin Ağabey, şehidliğe gidip gitmediğimizi sordu. Gidemediğimizi söyleyince, “Gidelim” dedi. Allah rahmet eylesin, bize anlatarak gezdirdiler. O gün sabah da derste aynı Araplar gibi giyinmiş, onlara benzettiğim bir zâtla karşılıklı oturmuştuk. Dersten sonra tanıştığımızda Hamiddin Aşan Hoca olduğunu anlamış ve şaşırmıştım. Tabiî, onunla görüşmeyeli 30 sene olmuştu. Hep beraber hem sohbet edip, hem de eskileri yâd ederek gezdik.
Yine diğer Müslümanlarla kaynaşıyorduk. Zaten Türk olduğumuzu öğrenen bir çok kimse bize karşı hüsn-ü teveccüh gösteriyordu. Medine-i Münevvere’de çok güzel münasebetlerimiz oluyordu. Peygamberimizin (asm) kabr-i saadetlerini ziyaret esnasında, tek sıra yapılıp önünden geçilerek Fatiha, salâvat, duâ okunduğundan, hem izdiham, hem de uzun oluyordu. Ben ona da bir formül bulmuştum. O sıraya girmeden, hemen sıraya paralel yan tarafta kabrin hizasına gelip, uzun uzun tesbihatta bulunan bütün salâvatları okuyordum. Yani diğerlerinden 30-40 santim mesafe oluyordu aramızda ama, çok rahat okuyabiliyorduk. Beni gören bazı kimseler de yanıma geldi. Çok şükür burada cennet bahçesinde, Peygamberimizin (asm) minberi ile mihrabı arasında namaz kılabilmiştik. Bir gün akşam ile yatsı arasında cüz okuyordum, yanıma yaklaşan biri “Bu Yeni Asya’nın verdiği cüz mü?” diye sorunca hem sevinmiş, hem de şaşırmıştım, tanıştık, Adana’da eczacıymış.
Bir akşam derse gitmiştim yine. Çıkarken bir baktım, çeşitli lisanlarda risâleler ve broşürler var. Selahaddin Ağabeye, hacılara dağıtmam için alıp alamayacağımı sordum, memnuniyetle verdiler, kitapları çantama doldurdum. Zaten her sabah namazına giderken, her gördüğüme selâm veriyordum. Çeşitli milletlerden her Müslümanın çok hoşuna gidiyordu bu. Halbuki “Selâmı yayınız” emr-i Peygamberî’sinin (asm) en güzel yerine getirileceği bir mekânda bulunuyorduk, ama maalesef biraz gafil davranılıyordu bu mevzuda. Namaz sonralarında gözüme kestirdiklerime o risâleleri veriyordum. Mescidin duvarında çekik gözlü birkaç kişiyi oturmuş olarak gördüm. Özbek zannettim, yanlarına yaklaşarak Özbek olup olmadıklarını sorunca, hep bir ağızdan “Çayna!” dediler. Bunlar aslında Uygur Türkleriydi, Sincan bölgesinden. Orada, onlara da Çince risâle vermiştim.
Büyük şair Nâbi’nin Peygamberimize (asm) yazdığı:

“Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu / Nazargâh-i İlâhîdir, Makam-ı Mustafâ’dır bu” kasidesi aklımıza geliyordu. Onun Peygamber sevgi ve hürmetinin tezahürlerini dinliyoruz orada. Yine Medine tren istasyonuna ziyarete gidince anlattılar. Osmanlı’nın yaptırdığı ve getirdiği tren istasyonuna… Ecdad, tren Medine hudutlarına girince tekerlerine keçe bağlatıp, sesi azaltıyorlarmış, tâ ki Peygamberimiz’i (asm) rahatsız etmesin, ona sû-i edep olmasın diye. İşte bunlara muttalî olunca, içimden “Ah ecdad! Senin bu Peygamber aşkın değil mi 6-7 asır seni ayakta tutan” dedim.
Sayılı günler çabuk geçer ya, artık veda vakti gelmişti. Orada da 8 günü tamamlayıp, veda hazırlığına başlayıp, gözyaşlarımızla 11 Muharrem 1427 / 10 Şubat 2006 tarihinde Türkiye’ye döndük. Rabbim, bütün Müslüman kardeşlerimize haccı nasib etsin İnşâallah!

—Son—

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*