Müslümanlar ve feminizm…

Fevkalâde netameli olan şu konuya başlarken, kadın hak ve hürriyetleri bahsi ile feminizm bahsini tamamen ayırmıştık.

Okuyucularımızın yorumları üzerine, bu yazıyı araya alıyoruz. İslâm Dininde aile ve toplumda kadının yeri, vazifeleri ve hakları hususunda yazılmış kitapları saymaktan aciz olduğumuzu biliyoruz. Kur’ân ve Sünnet odaklı yazılmış eserlerin yanı sıra; İslâm hukukçularının, tarih ve ahlâkçıların yazdıkları eserler, hatıralar ve hukukî içtihatları da göz önüne aldığımızda, büyük bir yekûn teşkil eder… Bin yıllık tarihimiz boyunca adap ve ilmihal kitaplarıyla bu meselenin mahiyeti, İslâm coğrafyasının en ücra köyüne kadar ulaştırılarak günlük hayatta tatbik edildiğine Avrupalı seyyahlar bile şahit olmuşlardır. Yine bu sahada yazılmış mutasavvıfların eserleri ve dilden dile yankılanan menkıbeler de nazara alındığında, kadın ve aile konusunda tarihimizin “şeref levhalarıyla” süslü olduğunu göreceksiniz.

19. yüzyıl emperyalist Avrupa’sının tasallutu ve dinsiz felsefe ile içimize yirminci asırda sokulan fitneler; sonra cehalet ve zaruretimizle; maalesef ekseri nesillerimiz bu şerefli maziden hem fikren ve hem de hayâlen uzaklaştırıldılar. Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin Türk Milletine reva görmeyeceği bir nifak rejimiyle istibdatçılar, milletimizi bütün cihetleriyle köklerinden koparmaya başlayınca da, oluşan boşluklara yine Batıda imal edilen kültürel, siyasal, sosyal ve hatta itikadî sapık düşünceler yerleşmeye başladı. Yirmi beş senelik “mutlak istibdat” ve daha sonra kontrollü tahriplerle demokrasiye geçiş ve yine harici cereyanların yardımlarıyla askerî ihtilâller ve sosyal hayata müdahalelerle; milletimizin gözlerini açıp etrafa bakmasını, başına gelen bu felâketlerin mahiyetini araştırmasına maalesef müsaade etmediler.

Sanki bin senelik tarih bize ait değilmiş, Asya Bozkırlarından Atlantik sahillerine muzafferce at koşuşturan ecdadın ahfadı değilmişiz, Şam-ı Şerif başta olmak üzere Maveraünnehir’de, Bağdat’ta, Kuzey Afrika’da, Palermo’da, İstanbul ve Endülüs’te dünyaya ilmi öğreten âlimlerin varisleri aramızda değillermiş gibi bizi bir “kompleks” içine sokup, adeta dönüp mazimize bakmaya hicap ettirdiler.

Evet, sadede, yani konumuza dönelim. Feminizm kelimesi Müslüman kültürün lügatinde yer almıyor. Şeriatın kadın için sağladığı hak ve hürriyetler o kadar geniş, yüksek, sağlam ve her türlü ihtiyacı karşılayıcıdır ki; şeriatı olmadığından düşe kalka zulüm ve sefalet içinde yirminci asra bin bir sıkıntı ile gelen Avrupalı kadın uğrunda elbette oradaki insanlar çeşitli mücadeleler vereceklerdi. Asr-ı Saadetin kadına ticarette, siyasette, hukukta, riyasette ve hayatın fıtrata uygun her kademesinde verdiği imkânlara, hâlâ Amerika ve Avrupa kadınlarının ulaşamadığını her an isbat edebiliriz. Yani İslâm halklarının böyle vahşi ve çatışmacı bir kadın hikâyeleri olmadığından, hiçbir zaman Müslümanların “feminizm” diye bir derdi de olmamış. Günümüzde; cehaletten, fukaralıktan, İslâm dışı geleneklerden, Batı’dan içimize girmiş ifsat ve taklitlerden doğan problemleri İslâm’a mal etmenin aptalca bir yanlış olacağını hepimiz biliyoruz.

Biz Müslümanız, biz Asyalıyız, biz Anadoluluyuz ve biz semavî dinlerin mukaddes kitaplarda kadın için emrettiğine inanıyoruz. Daha doğrusu biz insanız ve kadının fıtratını esas alıyoruz. Birinci Avrupa ile ikinci Avrupa’nın kadın ve aile etrafındaki savaşında, her şeyden önce kendi inanç ve değerlerimizi gözetliyoruz.

Avrupa ile Asya karşılaştırılmasında, Kur’ân ile felsefenin mukayesesini doğru yapmalıyız. Müslümanlarda feminizm olmayacağı gibi laiklik de olmaz. Bu hususun en güzel açıklamasını; Sorbon’da iki bilimsel çalışmayı en üstün derece ile bitirmiş merhum büyük anayasa hukukçumuz Ali Fuad Başgil’in “Din ve Laiklik“ kitabından herkes okuyabilir. Bildiğiniz gibi bazı aklı evvel ve cehaletin pençesine düşmüş aydınlarımız, bir zamanlar sosyalizme sahip çıkıyorlardı. Hatta hızlarını alamayıp “İslâm Sosyalizmi” safsatasını da uydurmuşlardı. Hâlbuki meselenin doğruluğunu öğrenmek çok da zor değildi. 18. ve 19. Yüz yıl Avrupa’sının aydınlarına sorabilselerdi, elbette onlardan “sosyal devlet anlayışı” manasındaki sosyal demokrasiyi Hz. Ömer’in uygulamalarından ve dolayısıyla Kur’ân ve sünnetten aldıklarını öğrenebilirlerdi. Alman Birliği’nin mimarı, dahi siyasetçi, sosyal demokratların düşünce babası ve devlet adamı feylesof Otto Von Bismarck’ın Kur’ân ve Sünnet hakkındaki mütalâalarını okusalardı, Marks ve Engels’in dehalarıyla o zamanları nasıl kandırdıklarını gözleriyle göreceklerdi. Yani sosyalizmi insanlığın iç çatışması ile tarif eden bu barış ve medeniyet düşmanları, nihayet bir gün komünistliklerini de ilân edeceklerdi. Anlayacağınız İslâm’ın, adalet ve zekâta verdiği önem ile, mahiyet olarak İslâm’a tamamen zıt olan sosyalistlik arasında bağ kuruyorlardı. Tıpkı vatanperver ve milletperverliği; Avrupa’nın ırkçılık manasında kullandığı nasyonalizm (milliyetçilikle) karıştıranlar gibi… Milliyetçiliği; vatanını, devletini, millî değerlerini ve milliyetini sevmek anlamında kullananlar bu manaya dâhil değiller.

İşte, zaman zaman cehaletimizden yararlananlar “Müslüman feminist” tabirini de çıkaracaklardır. Peygamber uygulamasını bir tarafa bırakarak kadına gereken değer ve kıymeti vermeyenlere karşı, her türlü sosyal ve hukukî imkânı seferber ile kadının hakkını-hukukunu korumak ile feminizm tamamen farklı şeylerdir. Daha önce de belirtiğimiz üzere feminizm; sosyalizmin 19. yüz yılda sistemleştirdiği sınıf, din, ırk, zümre, mezhep ve nihayet cinsiyet çatışmasının zamanımızdaki maskelerinden sadece bir tanesidir. Fuhşu, nikâhsızlığı, kürtajı, eşcinselliği ve fıtrî kadınlığın her formatını reddeden bir ideolojinin “kadın hakk ve hürriyetleriyle“ ne alâkası olabilir ki…

Doğrudur. Demokrasiden, ilim ile medenileşmekten, tarihî şuurdan, millî değer ve geleneklerinden mahrum bırakılmış insanlarımızın kadınlarına yaptıkları haksızlıkları, yanlışları ve hatta zulümleri elbette konuşacağız. Asr-ı Saadetten, bilhassa Yezid’ten sonra hakk-hürriyetler genel anlamda kayba uğradığından, kadınlar da zarar görmüşlerdir. Üstadın ifadesiyle, “Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet (hürriyet/demokrasi) mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pek çok enva ve şuubât-ı heyet-i içtimâiyede (sosyal hayatın alanlarında) meşrûtiyet hükümferma olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir. (değişkendir).”

Fakat harem-i ismetimizdeki bu problemin çözümünü insaniyet ve demokrasi düşmanlarına havale etmenin ne kadar büyük bir yanlış olduğu ortadadır. İslâm’da kadın hakk-hürriyetlerini ehline bırakarak, feminizm üzerinden demokrasimize hücum edenlerin mahiyetlerini; siyaset, iş dünyası ve ve bilhassa özel üniversitelerdeki müşahhas örnek projeleriyle anlayıp anlatmaya devam edeceğiz, inşaallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*