Mustafa Ekmekçi’nin ardından

Çok değerli büyüğümüz Mustafa Ekmekçi’nin vefat ettiği haberini bir dosttan aldım. Zaten bu tür bilgiler önce fısıltıyla gelir, inanmakta zorlanırsınız. Ardından cep telefonlarına gelen mesajlar haberi teyit eder ve daha sonra haber bültenlerine düştüğü zaman da kaçınılmaz gerçeği kabullenirsiniz.

Ekmekçi ağabeyi ilk tanıdığımda gazetemizin (Yeni Asya) kitap paketleme servisinin bir elemanı olarak görev yapıyordu. Ama o daha çok o birimin idarî amiri gibiydi. Herkes ona saygıda kusur etmez, Risale-i Nur’la ilgili bilgi almak isteyen gelip ona danışırdı.

Çünkü Bediüzzaman Hazretleri’ni gören ender bahtiyarlardan biriydi. Çocukluğunda yaşadığı bu hatırasını önüne gelene anlatmaz, hattâ biz onun “Üstad”ı gördüğü yönünü  çok sonradan öğrenmiştik.

Zaman zaman aile ziyaretlerinde bize geçmişiyle ilgili hatıralar anlatırdı. Kendinden bahsetmeyi çok sevmezdi, ama ısrarlarımız üzerine Bediüzzaman’ı ilk kez nasıl gördüğünü şu şekilde anlatmıştı:

“Elime ilk aldığım eser, teksirle yazılmış Küçük Sözler’di. Bu kitabı fırsat buldukça okuyor okuyunca manevî haz aldığımı fark ediyordum.

“Üstadı görme arzum günden güne artıyordu. O zamanlar Üstadı ziyaret, meşveretle oluyordu. Gitmek isteyenler sıraya konuluyor, sırası gelince gidiyordu.

Gidenlerin çoğu da vazife icabı gidiyordu. Akşama doğru Üstad geldi. O gece otelde nasıl sabahladığımı bilemiyorum. Emirdağ’da imam Mustafa Acet beni sabah namazından sonra alacak ve Üstad’a götürecekti. Fakat ben sabredip onu bekleyemedim. Çarşıda birkaç tur attıktan sonra Üstadın evinin zilini çaldım. Kapıyı Zübeyir Ağabey açtı. Nereden geldiğimi sordu. ‘İstanbul’ deyince bir dakika beklememi söyledi ve kapıyı kapatıp içeri girdi. Biraz sonra ‘Buyurun kardeşim’ diyerek beni içeri aldı.

“Üstadın yanına girdik. Ellerini öpüp oturdum. Üstad yatağı üzerinde oturuyordu. İsmimi, memleketimi ve nereden geldiğimi sordu. Sonra anne ve babamı sordu ve şöyle dedi; ‘Seni talebeliğe kabul ediyorum. Onlara mektup yaz, bana dua etsinler. Ben de sabah namazlarında onlara dua edeceğim. Üstad şöyle diyordu, ‘Bu zamanda gençler Risale-i Nur’a çok muhtaçtırlar. Bilhassa İstanbul gibi yerlerde gençler ancak Risale-i Nur ile imanlarını muhafaza edebilirler.”

Daha sonraki ziyaretlerini de peyder-pey bizimle paylaşmıştı.

Asla başkasının arkasından konuşmaz. Dedikodu ve gıybetten kaçarcasına uzak dururdu. Bir “kurum” adı bile geçse “kapatın konuyu” diyerek uyarırdı.

Gittiği her mekanda Risale-i Nur’ları büyük bir özenle okutur, okuttururdu. Saatlerce bıkmadan okuması, onu daha da diri tutuyordu sanki. Ekmekçi’nin Ilgaz’daki köyüne, evine misafirliğe gittiğimizde evine yabancı gibiydi. Çok sık gelmezdi buraya. Evinin halıları toplanmış, bir kenarda tutuluyordu. Tencere, tava ve bakraçların üstü örtülüydü. Zaten kendi evi yani baba evinde bir gün durduktan sonra tekrar İstanbul’a geri döndü.

Kalabalığın içinde “münzevi” bir duruşu vardı. İlginçtir, Sahabe hayatı gibi bir yaşardı… Örnek bir model gibi… Evinde kimbilir kaç yıldan kalmış eşyaları büyük özenle kullanıyordu. Temizdi. Dünya malına beş para ehemmiyet vermezdi.

Evinin etrafını iştahlı müteahhitler lüks binalarla çepeçevre kuşatırken, onun evi diğer lüks dairelerin yanında yine “münzevi” kişiliğini yansıtıyordu. Ama biz gecenin ilerleyen saatlerinde evinin çatısında yazın melteminde saatlerce ders okurduk.

Ekmekçi,  bütün yaşantısını Risale-i Nur ve Cevşen üzerine kurmuştu. Ailesini de bu çerçevede şekillendirmişti.

Dostluğa değer verirdi. Bekâr gençleri evlendirmek için gayret sarfederdi.

Kabe’ye sağlığında ve sağlığı bozulduğunda bile olsa her fırsatta gider, özlem giderirdi. Hattâ orada “fazladan” kaldığı günler bile olmuştu. Vefatının ardından ikinci kızı olan Nuriye Ekmekçi’nin “Babam Üstadına kavuştu” sözleri galiba onun istikametinin şaşmaz bir ölçü içinde olduğunu gösteriyor.

Allah rahmet eylesin derken, değerli büyüğümüzün ailesine dualarımızı iletiyor, başsağlığı diliyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*