Mustafa Ekmekçi’yi yâdederken..

Geçtiğimiz günlerde (Ocak ayının son haftası) dünyamızdan bir yıldız daha kaydı.

 Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini görmüş, Risâle-i Nur hizmetine hayatını adamış, ‘son şahitler’den Mustafa Ekmekçi Ağabey; 1940 Ilgaz doğumlu. 27 Ocak 2014 Pazartesi günü Fâtih Câmii’nden kaldırılarak Eyüp Sultan Mezarlığına defnedildi. Üstâd’ı defalarca ziyâret etmiş ve sohbetiyle müşerref olmuştur. Süleymaniye Kirazlı Mescid Sokağındaki dershanede de Zübeyir Gündüzalp’le beraber ve sonraki senelerde de orada senelerce hizmet ehli olarak bulunmuştur.

Merhum Mustafa Ekmekçi Ağabeyi ilk olarak 1975 Mayısının ilk günlerinde gördüm. O zamanlar Isparta’da idim ve lise tahsilindeydim. İstanbul’dan gelmişlerdi. Beraberinde Abdülkadir Nohut ve Mehmed Karasan (merhum) da vardı.

6 Mayıs günü Barla’ya gideceklerdi. Ben de gitmek istedim. Ve o gün beraber Barla’ya gittik. Ertesi gün sabah namazını müteakip dördümüz Çamdağı’na müteveccihen yola çıktık. İşte, Çamdağı’na ilk çıkışım onlarla oldu. Yola çıktığımızda daha güneş doğmamıştı. Nevalemiz ve bazı eşyalar elimizde Barla’nın üst yanındaki patikadan ilerliyoruz. Benim elimde teybim var. Teybe koyduğum kasette Kur’ân-ı Kerîm okunuyor, marşlar ve  ilâhiler çalıyor. O zamanlar yayan Barla’dan Çamdağı’na gidiş dört saat, geliş üç buçuk saat sürüyor. Yolda kısa molalarla ilerliyoruz. Mustafa Ağabey belli ki rahatsız; terliyor ve sıkıntılı görünüyor hep. Bu seyahate ait – babamdan kalma Lupitel marka, yukarıdan bakmalı fotoğraf makinemle- resimler de çekildik.

Nihayet ağaçlarla kaplı son tepeyi de dolaşınca bir düzlükle karşılaşıyoruz ve karşımızda çamlarla kaplı Çamdağı. Hava biraz sisli ve puslu. Önümüzdeki ağaçsız düzlükte yürüyoruz ve Çamdağı’nın eteklerine vardığımızda daha erimemiş karlarla karşılaşıyoruz. Çamdağı’nda 7 Mayıs 1975’de hâlâ kar vardı. Bu kardan da epeyce istifâde ettik.

Çamdağı’nın zirvesine çıkıp Bediüzzaman Hazretleri’nin, ‘Yıldız Sarayı’na değişmem’ dediği mekânı; çam ve kurumuş katran ağacını ziyâretle bir müddet ders vs. ile meşgul olarak dönüşe geçtik. Bu arada Çamdağı’nın güneyindeki Gelincik Dağı eteklerindeki kaynak suyuna inip su ihtiyacımızı da gidermiştik. O zamanlar bu iptidai çeşmenin kocaman ağaçtan yontulmuş büyük bir yalağı da vardı.  Dönüşte koyun ve keçi sürüsüyle karşılaştık. Sahipleri Senirkent’in bir köyünden gelmişler. Burayı mesken tutup Çamdağı eteklerinde ve bidayetindeki düzlükte sürülerini otlatıyorlar. Sütleri sağıp kaynatarak yoğurt bile yapmışlar. Yoğurt ve kaymaklarından ikram ettiler. Yoğurdun kaymağının kalınlığı en az bir parmak var. Fazla yiyemedik, giderken yanımıza da ısrarla bir miktar o kalın kaymaktan verdiler..

Son senelerde arabayla Çamdağı’nın eteğine kadar gelip de zirvesine çıkmak o zamanki tadı ve havayı vermiyor. Neyse o akşam da Barla’da muhteşem çınarın gölgesindeki Bediüzzaman’ın evinde kalıp ertesi gün Isparta’ya döndük.

Mehmed Karasan’ın (merhum) ayak ağrıları vardı. Savlı Tevfik Gül (merhum) bunun için bir tedâvi tatbik ediyordu. Yine onlarla beraber Sav’a gittik. Tevfik Gül’ün evine vardık. Sav’ı dolaştık. Bu arada merhum tedâvi için kullanacağı bir nevi sarmaşığın kalın dallarından kesti. Evinde, bu parmak kalınlığında ve 10 cm. uzunluğunda kestiği sarmaşık çubuğunu ısıtıp Karasan merhumun ayağına üfleyip yara açmaya başladı. Tabiî biz de Karasan’ın ayaklarını bastırıyor, acıdan kıpırdatmasına meydan vermemeye çalışıyorduk. Sonra açılan yaraya, ince katran ve balmumuyla hazırladığı yakıyı bastırarak kapattı. Bir müddet sonra yara açılınca sarımsı irin şeklinde bir mayinin sızdığını görüyorduk. T. Gül, hazırlayıp verdiği bu yakıları belli zamanlarda kullanmasını da tembihlemişti.

Mustafa Ekmekçi Ağabeyi daha sonraları İstanbul Süleymaniye’de Kirazlı Mescid sokağındaki 46 numarada çok gördük ve orada bazı geceler beraber kaldık. İstanbul’da yüksek tahsilimi devam ettirirken ve müteakip senelerde çok defa karşılaşır görüşürdük. Gazete’den emekli olduktan sonra (o sıralarda evlenmişti), maddî sıkıntı içinde olduğuna da şahit oluyorduk. Mütevazı maaşına katkı olması bakımından ek işler yapmak durumunda da kalıyordu.

En son da, Yeni Asya gazetesinin haberlerinden Üsküdar’daki Türk Hospital Hastanesinde olduğunu öğrenince ziyâretinde bulundum. Felçli olarak yatıyor, konuşamıyordu. Beni tanımıştı. Bunu da, başını hafiften ve gözlerini de kapayıp açarak belli etmişti. Yabancılara alâkasız, ama tanıdıklarına yavaştan da olsa müsbet tepkili idi. Sağ elini de hafiften oynatıp kaldırarak musafaha yapmayı da ihmal etmemişti.

Kendisine Cenâb-ı Allah’tan gani gani rahmetler ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim, vesselâm.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*