Namık Kemal’in rüyası

Bediüzzaman’ın Münâzarât isimli kitabında “Meşhur Kemal’in ‘Rüyâ’sıyla uyandım” sözüyle bahsettiği “Rüya,” Nâmık Kemal’in aynı adı taşıyan uzun makalesiydi. Hürriyetin mânâ ve muhtevasıyla ilgili çok enteresan fikirleri ihtiva eden bu değerli makaleyi neşrediyoruz.

(Bin iki yüz seksen dokuz senesi Safer’inin on dördüncü gecesi (24 Nisan 1872) görülmüş bir rüyadır).

Bir dem-i gaflette bildin tâ zeval-i âlemi

Âlem-i rüyada çok gördün misal-i âlemi

Habdır nisbetle mazi subh-u istikbâline

Böyle tabir eylemiştir hayâl-i âlemi

(Bir uyuklama anında bildin tâ dünyanın sonunu

Rüya âlemini çok gördün rüyanda

Mazi, geleceğin sabahına nisbetle uyku gibidir

Hayal âlemini böyle yorumlamıştır)

Bir akşam üstü boğaz içinde deryaya nazır bir bağ köşesine gitmiş, garibâne pencerenin köşesine oturmuştum.
Hayalime ahval-i âlem (dünyanın halleri), gönlüme bir garip elem geldi. Tenezzüh (gezinti) için etrafa baktım gördüm ki

“Yemm eşk-i ediban gibi aheste-revolmuş

Bâdâh-ı garibân gibi gamgîn ve ciğergâh

Eşcârda bir savt-ı hazin var idi güya

Gönlüm gibi eyler idi hasret ile âh!”

(Deniz ediplerin gözyaşı gibi sakindi

Gariplerin rüzgârı gibi hüzünlü ve ciğeri yaralı

Ağaçlarda bir hüzünlü ses var idi güya

Gönlüm gibi eyler idi hasret ile âh )

Derya o kadar lâtîf ve rakîd (durgun) idi ki üzerinde olan ufak ufak mevceler (dalgalar) koyu yeşil bir çemenzâra (çimenliğe) konmuş bir beyaz güvercin alayı zan olunurdu. Hava o kadar aheste vezân (esinti) olurdu ki yaprakların hareketi ciğerpâresinin rahatı için gece uykusundan mahrum olmuş bir şefkatli validenin kalbi söylediği ninnilerden dağınık saçlarına gelen ihtizazlar (titreyişler) gibi fark olunur olunmaz derecelerde idi.

Bu halde gözlerimin nuru azalmaya başladı. Temaşanın gönlüme verdiği ta’b-ı sevdavî (sevdalılara has huy, tabiat) asârından (eserlerinden) zannettim. Bir de semaya baktım ki güneş ikbalinin (bahtının, talihinin) en revnaklı (renkli) zamanında daman (etek) ü (ve) giribanını (elbisesinin yakasını) parlayarak inziva-hane-i âdeme (yokluk sığınağı) çekilen felek-pervezân-ı devlet (devletin uçuşan göğü) gibi üzerindeki bulutları yırta yırta mağrib-i ihtifâya büründü. Bir kabristân-ı fenadan nişan verir bir korkunç toprak rengi bağladı. Etrafına yetimlerin kanlı yaşına numüne olacak bir ateşli kızıllıktan başka bir şey kalmadı.

Gide gide her tarafa bir dehşet çöktü. Kâinata bir beht ve hayret müstevli oldu. Behâim eğilerek mağaralarına, kuşlar çağrışarak yuvalarına çekilmeye başladılar. Arası bir az daha geçer geçmez karada bir iki bülbül-i nâlendeden (inleyen bülbülden), deryada birkaç hanendeden (şarkıcıdan) başka sesi işitilir ferd-i âferîde (hiçkimse) kalmadı.

Gönlüm bu âşıkane temaşalar ile kendinden geçmiş, nazarım ise etrafa müstevli olan (yayılan) muhit-i zulmetin (karanlığın yayıldığı alan) â’mâk-ı hafâsında (gizli karanlığında) gâib (kayıp) olmuş, gitmişti. Gittikçe zulmet (karanlık) bir hâle geldi ki, karanlığı el ile tutmak kabil (mümkün) gibi görünüyordu. Sayesinde eğlendiğim her ağaç nazarımda bir gulyabani şeklini bağladı.

Güya ki yeryüzü zîr-i zemine (yerin altına) geçmiş veyahut zulemât-ı mekâbir (kabirlerin karanlığı) rûy-ı arza (yeyüzüne) çıkmış idi. Güya ki ölüm matem esvabına (elbisesine) bürünmüş de meydana uğramıştı. Güya ki yed-i kudret (kudret eli) şu bir avuç hâki (toprağı) avâliminden (âlemlerinden) ayırmış da adem-âbâd-ı nisyâna (yokluğu çok olan unutkanlığa) atmış idi. Güya ki pençeleriyle seyf-i tâ’addiye (adaletsizlik kılıcına) sarılan şühedâ-yı hürriyetin (hürriyetin şehitleri) her dem (an) cûşân (coşkun) olan taze hûn-ı siyahı (siyah kanı, gözyaşı) bir deryâ-yı bî-keran (uçsuz bucaksız deniz) şeklini almış ve emvâc-ı tufân-hurûşuyla (tufan gibi coşmuş dalgaları) dağları, taşları ihata ederek (kuşatarak) havâ-yı zulme (karanlık havaya) karşı kabarmış kabarmış da bağladığı şekl-i hâilde (korkulu şekilde) dona kalmıştı.

Etrafıma bakmak istedim. Halin dehşetiyle nûr-ı basar (göz nuru) kirpiklerden ayrılmağa cesaret edemezmiş gibi nazarım hiçbir şeye ta’alluk (bağlanamadı) eyleyemedi. Ben ise, Yâ Rab, bu perde-i zalâm (karanlıkların perdesi) içinde acaba kaç mazlûmun kanı dökülüyor da Senden başka kimse görmüyor! Kaç gaddarın hançer-i ta’addîsine (düşmanlık hançerine) su veriliyor da Senden başka kimse bilmiyor. Kaç yetimin gözlerinden oluklar gibi yaş akıtılıyor da Senden başka kimse vâkıf olmuyor! Kaç dâd-hâh (adalet isteyen), zâlim elinden feryâd ediyor da Senden başka kimse işitmiyor! Yollu birtakım kara kara hülyalara müstağrak (batmış) iken birdenbire bir kıyamet koptu.

Yanında oturduğum pencere—mahsur bir kalenin gülleye mukavemet edememiş kapıları gibi—bir tarraka-i sâmia-çâk (kulak parçalayan gürültü) ile açıldı.

Yüzümü çevirir çevirmez gözüme, âsâba (sinirlere) dokunacak kadar kuvvetli, memleketler ihata edecek (kuşatacak) derecede vüs’atli (geniş) bir amûd-ı nûrânî (nurlu sütun) göründü.

Dikkat ettim: Meğer ki âfâkı (ufukları), âşûb-ı kıyametten (kıyamet kargaşasından) nişan verecek bir fırtına bulutu kaplamış, bedr-i münevver (parlak ay) ise yed-i beyzâ (beyaz el) gibi harikulâde bir kudretle o umman-ı zulmeti (karanlık denizini) ikiye bölmüş. Denize baktım, her mevcine (dalgasına) bir cebel-i seyyâl (gezici dağ) denilse reva idi.

Emvâc (dağlar) değil, güya ki girdibâd-ı kıyamet (kıyamet kasırgaları) yekpare yalçın kayadan mahlûk ulu ulu dağları yerlerinden koparmış, birbirine çarpa çarpa eb’âd-ı nâmütenahî (sonsuzluk boyutları) içinde sürerdi. Yahut ki bir koca seng-sâr (taşlık) zelzeleye uğramış muttasıl (hiç durmaksızın) lerzenâk olurdu (titrerdi).

Aks-i mehtâb (ayın yansıması) değil, sanki felekte kehkeşân (samanyolu) o hâile-i cihân-âşûb (cihandaki karışıklığın dramı) ile merkezinden oynayarak o cibâl-i sergerdân (başı dönmüş dağ) arasına düşmüş, nümayişi (gösteriyi) her lâhzada bir şekl-i diğer peyda ederek çalkanırdı; yahut ki bir azametli (büyük) nehr-i şeffaf (şeffaf nehir) o müteheyyiç (heyecanlı) sengistâna (taşlık yere) tesadüf eylemiş; çarpına çarpına çağıltısı ayyuka çıkarak bir taraftan diğer tarafa akıp geçerdi.

Fakat mehtabın zuhuru da bir lemha-i basara (göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamana) inhisar eyledi, bir açıldı, bir kapandı, bir daha görünmesi müyesser olmadı (ortaya çıkmadı).

Fekeennehü berkun te’leku bi’l-humâ

Sümmentavâ fekeennehu lem yelma’

[O sanki hararet neşrederek parlayan bir şimşekti,

Sonra birdenbire kayboldu, sanki hiç çakmamıştı.]

Onu müteâkib (takiben) ortalığı âh-ı garîbâneden (gariplerin ahından) şiddetli şimşekler, girye-i âşıkaneden (aşığın gözyaşlarından) kesretli (yoğun) yağmurlar kapladı.

Rüzgâr estikçe dehşette zelzeleyi andırırdı, gök gürledikçe küre-i zemin (yeryüzü) inliyor zannolunurdu, şimşek çaktıkça her sehâb-ı kesîf (yoğun bulut), şulefeşân (ışık saçan) olmuş bir yanardağı gibi görünürdü.

Bu avâsıf-ı tûfan-engîz (tufan koparan fırtına) yarım saatten ziyade sürmedi. Fakat küre-i zemin —bir seylâb-ı azîmin (büyük selin) sadme-i şiddetiyle (şiddetli darbesiyle) yerinden koparak, girdâb-ı hurûşuna (coşkun girdabına) tutulmuş bir dağ parçası gibi— emvâc-ı zulmet (karanlık dalgaları) içinde yuvarlanır dururdu. Karanlık o kadar uzadı ki hatır iktisâb-ı ebediyet (sonsuz hak) eylemesinden endişeye düşse veyahut bu gecenin sabahı ferdâ-yı kıyamettir (kıyamet sonrasıdır) zan olunsa reva idi.

Ben ise hengâmenin asabıma verdiği ıztırap ve gönlüme getirdiği inkıbaz (kabızlık, sıkıntı darlanma) ile bütün bütün mahrûm-ı ârâm (istirahattan mahrum kalmak) olarak zaman-ı fecre (güneşin doğuşuna) kadar lâ-yenkatı’ (hiç durmaksızın) odanın içinde dolaşır ve her iki dakikada bir kere İmriu’l-Kays’ın (bir cahiliye devri şairi)

Elâ eyyuhelleylu’t-tavîlu elenceli

Bisubhin ve me’l isbâhu minke biemseli

[Ey uzun gece! Karanlıklarını dağıt! Sabah olsun. Gerçi o da senden iyi değil ya!] beytini tekrar eder idim.

Akıbet yorgunluk vücûduma galebe etti. Göz kapaklarım yastığa dayanmış hastalar gibi durduğu yerde önüne önüne yığılmaya başladı; odanın bir köşesine uzandım; derhal uyumuş kalmışım; ah o ne hâb-ı hayat-efzâ (ömrü çoğaltan uyku) idi! İki yaşında bir masum validesinin memelerine dayansa veya yirmi yaşında bir sevda-zede maşukasının saçlarına bürünse yine bu kadar safâ-perver (iç açan) bir uyku geçirebilmek ihtimalin haricindedir.

Bir rüya gördüm, öyle hayâle bin hakikat fedadır. Pek az zaman sürdü, öyle temaşanın her dakikasına bir ömr-i beşer (insan ömrü) kurban olsun.

An ki mîbînem be bîdârîst yâ Rab yâ be hâb

[Yâ Rabbî! Gördüğüm uyanıklık halinde mi, yoksa uyku halinde mi?]

Güya bir sahrada imişim. Güneş henüz ufuktan çıkmaya başladı. Fakat ziyası bizim bildiğimiz gibi değil, mayi haline gelmiş idi. Uğradığı yerleri şa’şaasına gark ederdi. Elvân (renkler) bizim gördüğümüz gibi değil, güya ki bir cevher-ı seyyâl (akıcı cevher) olmuştur. Bir cisme ta’alluk etmese (bağlanmasa) de yine meydanda gibi görünürdü.

Bir halde ki, üç dakika geçer geçmez ağaçlardan, çiçeklerden, dağlardan, taşlardan, yerlerden, göklerden nur akmaya, renk yağmaya başladı. Yapraklar televvünde (renk değiştirmesinde) birer ebr-i seherden (seher bulutu), meyveler iltimâ’da (renk değiştirme) birer necm-i münevverden (ışık saçan yıldızdan) nişan verdi.

Tepelerde yarım ay büyüklüğünde inciler delinmiş, içinde nice bin mürg-i bukalemun-renk âşiyan (bukalemun renginde olan yuva) tutmuştu.

Derelerde dağ parçası kadar elmaslar oyulmuş, derûnunda nice bin behîme-i şebtâb-ı iltimâ’ (parıldayan ateş böcekleri) sığınmıştı.

Sabahın feyzi bir derecede idi ki, insan her dakika geçdikçe güya ki vücûdunda ruhu büyüyormuş ve hayatı bedeninden taşacak surette tezâyüd ediyormuş (çoğalıyormuş) gibi bir hal hissederdi. Güya ki hayat eczâ-yı âlemin (âlemin ilâçlarına) umûmuna sirayet etmişti.

Goncalar bülbül gibi daldan dala uçarak şakırdı. Semenler (yaseminler) kebûtern (güvercin) gibi havada perende atarak dem çekerdi.

Etrafıma baktım, ebnâ-yı vatanın (vatan çocukşarının) nısfından (yarısından) ziyadesi (fazlası) orada içtimâ etmiş (toplanmış) zannolunabilecek kadar azîm bir izdiham mevcuttu.

Kudretin böyle mâ-fevka’t-tabî’a (fizik ötesi) bir ârâyiş-i rengâreng (rengârenk süsler) ile izhâr ettiği bedîa’-ı îcâzı (mu’cizevî güzellik) temaşadan herkes bir suretle lezzetyâb-ı safa (eğlenceden alınan lezzet) iken, ufukta gayet hafif bir ateşî bulut peyda oldu.

Ağır ağır açılmaya başladı, arasından putperestler nazarında “âlihetü’l-hüsn” (güzellik kraliçesi) itibâr olunabilecek bir nazenin (cilveli güzel) göründü.

Bir nûrânî cemâline, bir hüsnündeki terâvete (hoş kokuya) bakılsa, bir bakışta güneş, bir bakışta nevbahar (ilkbahar) insan şekline temessül etmiş (benzemiş) zannolunurdu. …

Cismi o derece şeffaf idi ki, büründüğü bulutun her tarafından aks-i elvanı (renklerin yansıması) görünürdü. Buluta sarınır sarınmaz gîsûları (kahkülleri, saçları) ürperdi, arslan saçına benzedi, cebhesi parladı, bir nûr-ı al içinde kaldı. Kaşları bir derece çatıldı ki nazarlarda:

İşve tutmuş dümeninden fitne girmiş araya

Gelmiş ebrular yine mestâne hançer hançere

Beytinde olan tasavvur-ı şâiraneyi tasvir ederdi. Gözleri, nûr-ı nazarının hiddetinden baktığı yerlere şerare (kıvılcım) saçar gibi görünürdü. Bu hal ile ufkun müntehi (sonsuz) olduğu dağdan kadem kadem aşağı inerek yanımıza gelmeğe başladı.

Ben ise, gönlümde bu vücûd-ı ruhanîye bir aşinalık, bir ünsiyet hissederdim. Kendi kendime derdim ki bu çehre mutlaka benim evvel gördüğüm bir simadır. Yine kendi kendime derdim ki bu ya peri, ya melek olacak; ihtimali var mıdır ki aramızda evvelden bir aşinalık bulunsun? Böyle itminan (güvenme) ve tereddüdden mürekkeb (oluşan) bir hal ile tarzına, tavrına, endamına, etrafına im’ân-ı nazar ederken bir de gördüm ki her adım attıkça reh-güzârına (geçitine) parça parça birçok zincirler dökülüp geliyor, o zaman bildim ki bu cism-i lâtîf fikirde hayâlini, levhada tasvirini temaşa ederek, cemâl-i hâtır-firîbine (gönül aldatan yüzüne) meftun (aşık) olduğum hürriyetin timsâl-i semâvîsidir.

Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet

Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten.

Senindir şimdi cezb-i kalbe kuvvet setr-i hüsn etme

Cemâlin tâ ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

Ne büyüleyici imişsin ah ey hürriyetin güzel yüzü

Aşkının esiri olduk, gerçi kurtulduk esaretten

Senindir şimdi kalbimizdeki cezbenin kuvveti, güzelliğini saklama

Güzelliğin tâ sonsuza kadar ümmetin bakışlarından gizlenmesin

Hürriyet, cemâate sadâsını lâyıkıyla ismâ’ edecek (işittirecek) kadar takarrüb edince (yakınlaşınca), yüksekçe bir kayanın üstüne çıktıktan ve etrafında olanları bir nigâh-ı gazab (öfkeli bakış) u (ve) tahkîr ile ezdikten sonra bir sayha-i zühre-şikâf (kulak sağır eden bağırma) eyledi. Zannettim ki:

Her ser-i mû der teneş bank-ı gazanfer mîzened

[Tenindeki her kılın ucu arslan gibi kükrüyor] hayali hakikat bulmuştur.

Mevcûdların ekseri yanlarında yıldırım patlamış mürgân-ı dehşetzede (dehşete düşmüş kuşlar) gibi yere kapandılar, çırpınmaya başladılar.

Hürriyet cemâatin bu hevl-i nâmerdânesini (namerdçesine korkusunu) görünce — buluttan henüz kurtulmuş berk-i çenende (çakan şimşek) gibi—bir mücessem (büyük) heyecan-ı âteşin kesilerek dedi:

“Ey hâbîdegân-ı gaflet (gaflet uykusuna dalan)! Ey me’lûfân-ı sefalet (sefalete alışkan olan)! Ey takayyüd-perestân-ı esaret (esaretin zincirlerine tapanlar)! Ey tezellül-perverân-ı cebânet (korkaklığın alçaklığını benimseyenler)! Ey mürtekibân-ı her mezellet (Rüşvet yiyen alçaklar)! Gözlerinizi sabah-ı mahşerde mi açacaksınız? Gerdeninizdeki (boynunuzdaki) kayd-ı esareti (esaret bağını) mâlik-i cahîme (cehennem görevlisi meleke) teslim etmek için mi saklarsınız? Bir dakika sonra bekasına emin olamadığınız hayatınız için mi ilelebed (sonsuza kadar) elsine-i nefret-i âlemde (mahlûkatın nefret lisanında) nâmınızı ibka edecek (bakîleştirecek) kadar korkarsınız?

“Çektiğiniz bâr-ı hakarete (hakaret yüküne) mîzân-ı kıyamette (kıyamet tartısında) sıkletinizi (ağırlınızı) göstermek için mi tahammül edersiniz? Heyhat!

“Ey hâbîdegân-ı gaflet (gaflet uykusuna dalan)! Sâni’-i kudret âsâr-ı rahmetini temâşâ için nazar vermiş. Siz o maşrık-ı hakikati setr ediyorsunuz da hayalinizle veya kulağınızla görmeye çalışıyorsunuz, gözünüz açık iken nâim oluyorsunuz (uyuyorsunuz), kapandıkça adeta meyyit (ölü) haline geliyorsunuz, içinizde en tecrübeli bir pirin fikir ve nazarı, iki gözü anadan doğma alil (sakat) bir çocuğun rüyası kadar hakikate isabet edemiyor.

“Efkârınızı uyandırmak için ihtiyar ettiğiniz fedâkârlık çarşaflarınızı yıkatmak için sarf ettiğiniz paraya tekabül etmez.

“Vücudunuzu rahat döşeğinden dûr etmeyiniz (uzaklaştırmayınız) ki leyâl-ı adem (yokluk geceleri) gelip çatıyor. “Çok zaman geçmeyecek ki gönlünüz meydan-ı sa’ye (çalışma meydanına) çıkmayı arzu eylese de vücudunuzu tahrik edemeyecek, gözünüz açılmak istese de göremeyecek, fikriniz taharrî-yi hakikate (gerçeği araştırmaya) başlasa da bir şey anlamaya muktedir olmayacak, yataklığınız demirden olsa da toprağa tahavvül edecek (dönüşecek). Uyuyunuz, uyuyunuz! Gaflet-i hayatı (hayattaki uyku) hâb-ı memâta (ölüm uykusuna) tebdîl (dönüşmesi) için bundan kolay tarîk (yol) yoktur…

“Ey me’lûfân-ı sefalet (Sefalete alışan)! Aziz-i Zülcelâl cümleyi dünyevî ve uhrevî-her türlü saadete mazhar olmak istidâdıyla (kabiliyetiyle) halk etmiş, siz karnınızı doyurmak için evlâdınızı aç bırakmaya tevekkül nâmı veriyorsunuz; kâsibler (kazananlar) hubb-ı İlâhîye (Allah’ın sevgisine) mazhar iken kut-ı lâyemut (ölmeyecek kadar gıdalanma) ile geçinmeyi kanaat zannediyorsunuz; insan için her şeyin sa’y (çalışma) ile hâsıl olduğu muhkemât (aklın kabul ettiği hükümlerle) ile mübeyyen (belirgin) iken sa’yden el çekmeyi makasıd-ı diniyye ve dünyeviyyenize (din ve dünya maksatlarınıza) medâr-ı münferid (tek sebep) bilirsiniz. Sürününüz, sürününüz! Çok sürmez ki siz de süründüğünüz yerler gibi hâk (toprak) olursunuz!

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*