Ne arıyoruz?

İster ilim/fikir ile meşgul olalım, ister işveren/fabrikatör/patron, ister işçi/çiftçi, ister sporcu, ister serbest meslek sahibi, ister fakir, ister zengin, ister avam/sade vatandaş, ister hâkim, ister mahkûm olalım. İster köy, ister şehir, ister çiftlik, ister köşk, ister varoş/gecekondu, ister saray, ister zindanlarda yaşayalım. Sosyal statümüz ne olursa olsun… Ne kadar yüksek makam ve mevkii işgal edersek edelim… İster şöhretin zirvesinde, ister en alt basamağında bulunalım. Hangi inanç, düşünce ve ideolojiyi taşırsak taşıyalım…

Hepimiz istisnasız bir arayış içindeyiz. Kimimiz neyi aradığımızın şuûrunda, kimimiz farkında bile değiliz. Yine de derinden derine iç âlemimiz bu arayışla kaynar, çalkalanır, durur.

Gönlümüzde fırtınalar koparıp dünyamızı allak bullak eden ve bizi peşinde koşturan şey nedir? Ne arıyoruz? Kimi Batılı uzman, düşünür ve filozoflar; her şeyi, ya acıdan kurtulma ihtiyacı, ya da zevke kavuşma arzusundan ötürü yaptığımızı söyler. Tesbit kısmen doğru, ancak eksik. Bunca çaba; yalnızca “acılardan kurtulup katıksız nefsî zevk/lezzet almakla” sınırlı kalamaz. Çünkü, sadece “nefis” boyutlu varlıklar değiliz. Sonsuz gelişme potansiyeline sahip onlarca ulvî duygu; yüzlerce his; binlerce latîfe ve “sonsuzluğu” isteyen “kalbi” barındıran bir rûha sahibiz. İhtiyaçlarımız kâinatın her tarafına dağılmış; arzularımız ebediyete uzanmış. Aczimiz, fakirliğimiz de buna paralel gidiyor. Elbette geçici “haz, zevk ve lezzetle” tatmin olamayız. Üstelik, lezzet son buldukça veya son bulması korkusu acı veriyor; ruhumuzu kanatıyor.

Psikolojinin tesbitlerindendir: İnsan bir nimete ve lezzete kavuştuğunda ilk önce fikrini bozan ve kendisine vesvese veren o nimet ve lezzetin son bulacağı düşüncesidir. Son bulma, yokluk ve zevâlin acısını; onların devamını verecek sonsuz bir merciin ve mekânın bulunduğuna iman ederek dindirebiliriz. Herkes kendisinden bilir: Başkasının elemiyle, üzüntüsüyle elem duyar; sıkıntısıyla sıkıntı çeker. Açların huzûrunda tam bir lezzet ve iştahla yemek yenemez. Yense, ondan gerçek haz, lezzet alınamaz. Öyle ise, “faydacı-hazcı” ferdî ahlâk anlayışı da insanı mutlu edemez. Şu halde peşinde olduğumuz başka bir şey olmalı. Beslenme, barınma ve emniyet/güven içinde yaşama gibi temel ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra da arayışlarımızı sürdürürüz. Şu halde, bir şeyin daha peşindeyiz. Gerçeğin! Evet, mayamız buna göre yoğrulduğundan yaratılışımız, yapımız gereği; bizzat ve kasten gerçeğin peşine düşeriz. Zîrâ, hakkı arama, vicdânımızın en ücra köşelerinde daima yankılanan şiddetli bir arzudur. Gerçekte aradığımız; Yüce Yaratıcımız; bizi kimin, niçin dünyaya gönderdiği; sonunda ne olacağımız gibi hayâtî, ebedî meselelerdir.

Öte yandan; varoluşumuzu, hayatımızı da anlamlandırmak isteriz. Hattat, ressam, karikatüristin kaleminin ve fırça darbelerinin bir anlamı varsa; DNA, RNA, atomdan, canlılara, bitkilere, hayvanlara galaksilere kadar olan sayısız desen, nakış ve çizgilerin de bin bir anlamı olmalı. Mini minnacık bir zigottan başlayarak anne rahmine, bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık ve mezarlık ve oradan sonsuzluğa olan yolculuğumuzun bir mânâsı, bir gayesi olmalı. Nefes alıp verişimizin ve sayısız roller üstlenip, sayısız arzu ve emel taşımamızın da bir anlamı olmalıdır. Araştırmayan, anlaşılmayan, anlamlandırılamayan; hiçliğe ve yokluğa mahkûm; şuursuz bir hayatın ne tadı, tuzu olur ki? İstidat ve kabiliyetlerimizi geliştirip rûhî tekâmüle ulaşmak da bu arayışın bir parçası. Mükemmellik ve kusursuzluk çabası da bizi harekete geçiren derûnî bir saik/dürtü.

Bir sonraki yazımızda arayışımıza devam edelim.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*