Neden her zaman ümidimizi canlı tutmalıyız?

Cenab-ı Hak’kın bahşettiği haslet ve kabiliyetlerini ortak bir hedef ve ideal için istihdam-ı ilâhînin teşkil ettiği şahs-ı manevîye vakfeden hizmet erbabı, hiç eksilmeyen bir motivasyon kaynağına sahip oldukları için hep dinamik ve şevklidir.

Şevk ve himmet

Münâzarât’ın sonunda yer alan ve önemine binaen İhlâs Risalesi’nin müstakil baskılarına da konulan çok ilginç bir soru-cevap var.

Âyet ve hadislerden alınan ölçülerle cevabı son derece vecîz bir şekilde verilen sual şöyle:

Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi ne?

“Tembellik, boş durma, işsizlik” gibi anlamlara gelen ataletin “zindan” olarak nitelenmesi, bu önemli bahsin daha girişinde dikkatimizi çeken ve üzerinde durulması gereken bir nokta.

Demek ki, tembellik insan için zindandan farkı olmayan bir durum. Zindandaki bir kişi nasıl bütün hürriyetlerinden mahrum ve kabiliyetlerini inkişaf ettiremez durumda ise, atalet zindanına düşen kişinin hali de ondan farklı değil.

Tembellik, yaratılıştan insana bahşedilen üstün meziyet ve kabiliyetleri işe yaramaz hale getiriyor ve kişiyi zindanın zifirî karanlığında dumura uğratarak adeta insanlıktan çıkarıyor.

Onun için, ne yapıp edip bu zindana düşülmemesi ve eğer düşüldüyse bir an önce çıkıp kurtulmak için gayret gösterilmesi gerekiyor.

Bunun için de, insanı atalet zindanına götüren sebeplerin tesbit ve izalesine ihtiyaç var.
Önce teşhis konulup sonra tedavi edilecek.
Sözünü ettiğimiz bahiste yapılan da bu.
Ama sebeplere geçmeden önce, iki cümleyle önemli bir hayat prensibi vurgulanıyor:
“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir…”
‘Matiyye’nin anlamı, binek.

Bir başka bahiste tembellikle geçen durgun ve hareketsiz bir hayat seyrinin “yokluk”la eşdeğer olduğunu ifade eden Üstad, burada hayatın, ancak hareket ve faaliyetle anlam kazanacağını belirtirken, anahtar kavramın şevk olduğunu bildiriyor.

Popüler söylemde “yaşama sevinci, hayata tutunma” gibi ifadelerle anlatılmaya çalışılan mânâyı Bediüzzaman bu sözlerle dile getiriyor.

Lâhikalarda, hizmet erbabında bulunması gereken hasletler sıralanırken, sık sık yer verilen “âzamî şevk” prensibi, insanı Hakkın rızasına ulaştıracak en kısa ve kestirme yolun dört temel esasından biri olarak, “şevk-i mutlak” tabiriyle ifade ediliyor. Diğerleri acz-i mutlak, fakr-ı mutlak ve şükr-ü mutlak. (Mektubat, s. 25)

Demek ki, fıtratımıza konulan, ama modern psikoloji biliminde henüz esamesi okunmayan “şaika” hissinin (a.g.e., s. 333) tezahürü olan şevki, en zor şartlarda bile sarsılmayacak bir motivasyon kaynağı olarak doğru kullanmamız, ubudiyet vazifemizi ve onun üzerine bina edeceğimiz manevî hizmetleri lâyıkıyla yerine getirebilmemiz açısından da son derece önemli.

“Zindan-ı atalet” bahsinin devamında, şevkle bağlantılı olarak geçen bir kavram daha var:

Himmet. Yani gönülden gelen gayret hissi.

Ancak insanda bu hissin potansiyel olarak var olması yetmiyor; uygulamaya da yansıması gerekiyor. Lâhikalarda yer yer geçen “himmeti uzun, eli kısa” ifadesi, bu mânâyı çok veciz ve çarpıcı bir şekilde dile getiriyor. Gönlümüzde mevcut olan gayret hissini aktif hizmetlerle bilfiil hayatımıza intikal ettirmeliyiz ki, Üstadın bu çok ince ve nükteli dokundurmasının muhatapları arasında bizler de yer almayalım.

Bunun için ise, hizmet yoluna çıkarken bindiğimiz şevk bineğinden asla inmememiz ve ne olursa olsun şevkimizi kaybetmememiz şart.

Yeise karşı ümit

Hayata anlam kazandıran hareket ve faaliyetin itici ve taşıyıcı gücü şevk. Kişi, Yaratıcı tarafından fıtratına konulan bu histen aldığı motivasyon ve enerjiyle zorlu sınav ve engelleri aşıp hayat yolculuğuna devam edebilir.

Gerçek şu ki, imtihan meydanı olan bu dünyada hayat kolay değil, birbiri ardı sıra gelen  ve bazan iç içe geçen zorluk ve sıkıntılarla dolu.

Ama asıl mesele, insanın kendi iç dünyasında bu zorluk, sıkıntı ve engellere karşı alacağı tavır. Teslim mi olacak, mücadele mi edecek?

Zaten meselenin özü ve püf noktası da bu.
Her hal ve şartta, her çeşit olumsuzluk karşısında şevkle yola devam etmeyi başarabiliyor muyuz, yoksa şu veya bu engele takılıp şevkimizi kaybediyor ve yılgınlığa mı düşüyoruz?

Burada Üstadın dikkatimizi çektiği ilk engel önümüze çıkıyor: yeis, yani ümitsizlik, yılgınlık:

“Himmet şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedit olan yeis rast gelir, kuvve-i maneviyesini kırar.”

Buradaki “mübareze” engeller ve zorluklarla mücadele anlamında. Söz konusu mücadelenin başarısı ise, kuvve-i maneviyenin her an canlı ve zinde olmasına bağlı. Ama yeis kuvve-i maneviyeyi yıpratıyor ve bazan öldürebiliyor.

Mâlûm, ecnebiler kalkınmada istikbale uçarken Müslümanları ortaçağda durduran altı sebepten birincisi, Hutbe-i Şamiye’de yeis olarak ifade edilirken, ümitsizliğin bazı tahripkâr sonuçları şöyle özetleniyor:

İslâm âlemini sömürgeleştirmesi. Yüksek ahlâkı öldürmesi. Nazarları umumun menfaatinden şahsî menfaatlere çevirmesi. Başkasının lâkaydlığını kendi tembelliğine özür gösterip “neme lâzım”cılığı, “Herkes benim gibi berbat” yılgınlığını yaygınlaştırarak kişiyi pasifleştirmesi.

Üstad bunları sıraladıktan sonra, “Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi  öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz” diyerek, bu işte kullanılacak kılıcın “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” mealindeki Zümer: 53. âyet olduğunu vurguluyor.

Kılıç tabiri “zindan-ı atalet” bahsinde de var.

Demek ki, şiddetli, haşin, öldürücü bir düşman olan yeis gevşek ve palyatif yaklaşımlarla değil, ancak kılıç keskinliğindeki bir kararlılıkla yok edilebilir. Bu kararlılığın asla tükenmeyecek kaynağı ise, Allah’a ve O′nun sonsuz rahmetine olan derin iman, bağlılık ve tevekkül.

Varlık âleminde hangi güzellik varsa, Allah’ın sonsuz rahmet hazinesinden bir tecellîdir. Bu rahmete inanan ve Sahibine gönülden bağlanan bir kişinin ufkunu hiçbir bulut karartamaz.

Bu iman ve tevekkül, dünya hayatının gel-gitleri, iniş-çıkışları arasında, zahirî nazarla boğucu ve kasvetli gibi görünen olayların arkaplanındaki rahmet ve hikmet tecellîlerini okutur.

Allah’ın sonsuz rahmetinin herşeyi kuşattığına, hikmetinin de hiçbir şekilde abesiyete yer vermediğine inanan bir insan, hayat imtihanında karşısına çıkan engelleri bu imanla aşar.

“O Hakîm’dir, abes iş yapmaz; Rahîm’dir, ihsanı, merhameti çoktur” deyip, şedit düşman yeisin kurduğu çok tehlikeli tuzağı boşa çıkarır.

Evet, şevkimizi kırıp bizi tekâmül yolundan alıkoymayı hedefleyen yeis düşmanını alt edebilmemiz, Allah’a imanımızı güçlendirip O′nun sonsuz rahmet hazinesini iyi tanımamıza bağlı.

Neden hep ümitli olmalıyız?

İnsanı hayat imtihanının daha ilk adımında şevk bineğinden düşürüp atalet zindanına düşüren en tehlikeli düşman yeisi mağlûp etmenin en tesirli çaresi, Allah’ın rahmetine iman ve güvenden kaynaklanan sonsuz bir ümit.

“Neden ümit?” sualinin en güzel ve ferahlatıcı cevabı ise Hutbe-i Şamiye’deki izahlarda.

Bu izahlardan kısa bir hulâsa çıkarırsak:

Sonsuz rahmet sahibi Yaratıcının âlemlere rahmet olarak gönderdiği son elçiyle insanlığa iletilen İslâm, baştan sona bir rahmet mesajı.

Onun için istikbal yalnız ve yalnız İslâmın ve hakim, Kur’ân ve iman hakikatleri olacak. Zira bütün manevî ve maddî gelişmelerin anahtarı, varoluşun gerçekleriyle örtüşen o hakikatlerde.

Kur’ân’ın 14 asırdır muhataplarına “Aklınızı kullanın, kâinat kitabını ve hadiseleri Kur’ân âyetlerinin rehberliğinde okuyun” diye seslenmesinin hikmeti de bu örtüşmeyi vurgulamak.

Akıl, ilim ve fennin hükmettiği bir çağda, bütün hükümlerini akla tasdik ve tesbit ettiren bir kitabın inananları niye ümit dolu olmasınlar?

Bu çağın söz konusu özellikleri, geçmişte İslâmın bütün dünyayı manen fethetmesini engellemiş olan sebepleri de birer birer kaldırıyor.

Ecnebilerin cehaletleri, vahşetleri ve muharref olan dinlerine taassubu bilginin yaygınlaşması ve medenîleşme süreciyle birlikte kırılıyor.

Papazların ve ruhanî reislerin istibdat ve tahakkümü ile ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleri, insanlık âleminde hürriyet fikrinin ve gerçeği arama eğiliminin güçlenmesiyle ortadan kalkıyor.

Müslümanların belini büken istibdat sistemleri parçalanıyor; şeriata muhalefetten gelen kötü ahlâkın, dışarıdan bakanları İslâmdan soğutması da, yine aynı gelişmelerin neticesi olarak hızla izale oluyor. Bazı Müslümanların hatalarından İslâmı suçlayıp sorumlu tutma yanlışı terk edilme yolunda.

Ve fenler geliştikçe, İslâmın hakikatlerinin bilimsel gerçeklerle çelişmek şöyle dursun, tam tersine örtüştüğü giderek daha iyi anlaşılıyor.

Ayrıca, hakikî bir medeniyet ve doğru fenlerle donanmış İslâm, bir buçuk milyar Müslümanı yekvücut hale getirecek potansiyele sahip.

Bütün bunlar gelip şu noktaya dayanıyor:
Kâinatı sonsuz hikmetlerle vücuda getiren Kudret ve Rahmet Sahibinin hakikî maksatları hayır, güzellik ve mükemmellik. Onun için varlık âlemini en mükemmel şekilde yaratmış.

Bu âlemin halifesi olma istidadına sahip kılınan insanın da, kâinat nizamındaki maksatlarla uyumlu bir çizgiye gelmesi, fıtratın gereği.

Ve madem ki kâinatın bütünündeki tekâmül meyli insanın fıtratına da konulmuş; eğer beşerin zulüm ve hatalarıyla çabuk bir kıyamet kopmazsa, İslâmın kâinatla bütünleşmiş hakikatlerinde ifadesini bulan bu tekâmülün zirve noktası, insanlığa dünyada da saadeti tattıracak.

Zamanın düz bir çizgide değil, daire şeklinde seyrettiği gerçeğinin neticesi olarak ise, nasıl her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı varsa, insanlığın da bir sabahı ve baharı olacak.

Faraza, bu dünyada olmazsa âhiretteki ebedî sonsuz Cennet ikliminde o saadet yaşanacak.
“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” âyetindeki sonsuz müjdeyi hissedip yeisin tahribatına set çekmemiz, ancak bir kısmını özetleyebildiğimiz bu mânâları özümsememize bağlı…

Şevkin ikinci düşmanı: Kendini üstün görmek

Birbiri ardı sıra, hattâ bazan iç içe gelen zorluk ve engellerle dolu bir imtihan meydanı niteliğindeki dünya hayatında insanın şevkini kırıp onu tembellik zindanına atacak en tehlikeli düşmanlardan ikincisi, hizmet ehlinin kendisini başkalarından, diğer hizmet arkadaşlarından farklı ve üstün görme duygusu.

Yeis engelini ümit kılıcıyla öldüren hizmet erbabı, bundan sonraki etapta bu hissin istibdadıyla karşı karşıya gelir. Hele başkalarında bulunmayan farklı meziyet ve kabiliyetlere sahipse, bu istibdada boyun eğme riski çok büyür.

Burada söz konusu “üstünlük” hissinden söz edilirken “istibdat” kelimesinin kullanılması çok manidar. Demek ki bu duygu, insanın iç âleminde şiddetli bir baskı ortamı oluşturuyor.

Bu baskıya teslim olan insan ne kadar zeki ve kabiliyetli olursa olsun, diğer hizmet erbabını kendisinden küçük görerek onları rencide ettiği için, şahs-ı manevînin haricine sürüklenir.

Ve kendini beğenmişlik duygusunun istibdadı altında, kendi kendisini tecrit edip yalnızlığa mahkûm edecek bir sürece girer. Bu tecrit halinin varacağı yer ise, zekâ ve kabiliyetlerini köreltecek zindan-ı ataletten başka birşey olmaz.

Meylü’t-tefevvuk, kendisini başkalarından farklı ve üstün görme hissinden kaynaklanan bu istibdat ve baskı tezahürleri için Üstad, “Müzahemetsiz (çekişmesiz) olan hakkın hizmetinin yerini zapteder, himmetin başına vurur, atından düşürttürür” ifadelerini kullanmakta.

Demek ki, burada ciddî bir eksen kayması oluyor. Asıl hedef hakka hizmet iken, üstünlük duygusu nazarları oradan çevirip “ene”ye döndürüyor ve bu durum hizmet ehli arasında çekişmelere yol açıyor. Ve sonuçta hakka hizmetin yerini, kendisini beğenmiş insanların ardı arkası gelmeyen kavga ve çatışmaları alıyor.

Bu kavgaların artarak devamı da, bir şekilde yatışması da bu sonucu değiştirmiyor: Şevkleri kırılan insanlar tembellik zindanına atılıyorlar.

Himmeti şevk bineğinden düşürmek suretiyle hizmet ehlini yolundan alıkoyan bu düşmanı alt etmenin tek çaresi, hakka hizmetin aslını ve ruhunu oluşturan ve hayata da gerçek anlamını veren “rıza-yı İlâhî” hedefine yönelmek. “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız” sözlerindeki mânâları yaşamak.

Hizmet sadece ve sadece Allah için yapılmalı ki, bu çeşit süflî hislere mağlûp olunmasın.

Allah’ın insana bahşettiği üstün meziyet ve kabiliyetler, ancak Onun yolunda, Onun rızası dairesinde kullanıldığı zaman anlam ve değer kazanır. Aksi takdirde sahibini yoldan çıkarır.

Kaldı ki, yaratılışı acz, fakr ve noksanlıklarla yoğrulmuş olan insanın, hiçbir şekilde üstünlük duygusuna kapılıp böbürlenmeye ve başkaları üzerinde tahakküm kurmaya asla hakkı yok.

Unutmayalım ki, mazhar kılındığımız bütün iyilikler Allah’tan, fenalıklar ise nefsimizdendir.
İşin bir diğer ciheti de şu: İhlâs Risalesi’nde anlatıldığı üzere, hakka hizmet büyük ve ağır bir defineyi taşıyıp muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlar, ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar, daha çok sevinirler. Üstünlük hissiyle onları dışlamak ve kıskanmak bir tarafa, bağırlarına basar, onların fazilet, meziyet ve hizmetleriyle samimane iftihar ederler.

Hakka hizmet için yapılanları rıza-yı İlâhî hedefine ulaştırıp muvaffak kılacak ihlâsa sahip yekvücut ve sarsılmaz bir şahs-ı manevî ruhunun teşekkül ettiği yerde hiç tembellik olur mu?

Tam tersine, bir vücudun âzaları gibi birbirini tamamlayan, kusurlarını örten, noksanlarını ikmal eden, eksilerini değil, artılarını, yani Cenab-ı Hakkın bahşettiği haslet ve kabiliyetlerini ortak bir hedef ve ideal için istihdam-ı İlâhînin teşkil ettiği şahs-ı manevîye vakfeden hizmet erbabı, hiç eksilmeyen bir motivasyon kaynağına sahip oldukları için hep dinamik ve şevklidir.

Ferdî veya umumî çapta şevk kıracak sebeplere karşı en iyi sığınak da o şahs-ı manevîdir…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*