Nefis ve hissiyat bizi nasıl günahlara sevk eder?

“Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”1 diyor Üstad Hazretleri. Peki, îman sahibi olmamıza rağmen nasıl oluyor da günah işliyor ve harama giriyoruz? Bu soruların cevabını bulmak için nefis ve hissiyâtımızı tanımamız lâzım.

Önce nefsimizi tanımakla başlayalım.

Nefsin lûgat mânâsı: “Can, kişi, öz varlık. Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsâniye. Fıtrî meyil, bedenin hissi istekleri.” demektir. Nefs-i emmâre, kötülükleri isteyen ve onlardan zevk alan nefsimizin ham hâlidir. Ham hâlinde olan nefsimiz, eğitim ve terbiye ile çeşitli konumlar ve boyutlar kazanır. Bunlar, “emmâre, levvâme, mutmainne, mülhime, radıye ve kâmiledir.”2

Bu mertebeler içinde bizi en çok ilgilendiren nefs-i emmâredir. Çünkü ‘nefs-i insâniyye muaccel (peşin) ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel (ertelenmiş), gaip bir batman lezzete tercih’3 ediyor Bediüzzaman. Nefis, aynen lezzette olduğu gibi elemde de hazır zamanı önemsiyor, hazır zamana ehemmiyet veriyor. Yani hazır bir tokat korkusundan ilerideki azaptan –kesin yaşayacak bile olsa- daha ziyade çekiniyor. Demek oluyor ki nefsimizin en büyük ve önemli bir özelliği, daima hazır güne bakması ve ileriyi görmezden gelmesidir.

Şimdi de hissiyâtımızı tanıyalım. His ise lûgatte “Duymak, farkına varmak, acımak” gibi mânâlara gelmektedir. İnsanda nefis galip olabildiği gibi hissiyât da galip olabilmektedir. İnsanda his, heves ve hissiyât galip olduğu zaman akıl devreden çıkar. Meselâ nasıl ki açlık hissinde akıl, muhâkemesini kaybedip devreden çıkıyor, bunun neticesinde insan sinirlenip agresif oluyor. Aynen açlık hissinde olduğu gibi bizi günaha harama sevk eden hissiyâtın akla hâkim olması sonucu hissiyât, ehemmiyetsiz hazır bir lezzeti ilerideki gayet büyük bir mükâfata ve lezzete tercih ediyor. Hissiyât nasıl ki hazır lezzeti tercih ediyor, aynen nefis gibi hazır sıkıntıdan daha çok elem duyuyor, titriyor. İlerideki büyük ve dehşetli bir azaptan değil az bir hazır sıkıntıdan daha çok korkuyor. Çünkü his ve heves ileriyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar hatta inkâr ediyorlar. Nefis dahi bu esnada hissiyâta yardım etse ‘mahall-i îmân olan kalp ve akıl susarlar mağlûp olurlar’4

Demek ki “Şu hâlde günah işlemek îmânsızlıktan gelmiyor belki his ve heves ve vehmin galebeleriyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri geliyor.”5 Evet, bu benim gibi “Günahlarımdan dolayı îmânım ne durumda?” diye vesveseye kapılan ve bu vesvese yüzünden “Zaten battım batacağım kadar” deyip namazı ve niyazı terk edenlere güzel bir müjde!

Evet, bir mü’min günah işler ve ardından bu günahlara tevbe eder. Yüce Rabbimizin onca günahımıza rağmen bizi tevbe etmeye dâvet ettiğini bildiği için aynı günahı tekrar işlediği hâlde bir daha tövbe eder. Fakat aynı zamanda nefsini de ittiham eder. Çünkü “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, affa müstahak olur.”6

Cenâb-ı Hak bizleri; nefis ve hissiyatı tanıyan, nefsini ittiham eden, kusurlarının farkına varıp itiraf eden, itiraftan sonra istiğfar ve istiaze edip şeytanın şerrinden, nefsinin ve hissiyatının desiselerinden kurtulan kullarından eylesin inşallah. Âmin, âmin, âmin…

Said Yüksekdağ

Dipnotlar:
1. Lem’alar, Said Nursî, s: 21, Yeni Asya, 2013.
2. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, s. 437.
3. Lem’alar, Said Nursî, s: 220, Yeni Asya, 2013.
4. A.g.e. s: 220.
5. A.g.e. s: 220.
6. Lem’alar, Said Nursî, s: 240, Yeni Asya, 2013.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*