Niçin siyaset değil de müsbet iman hizmeti?

Hz. Üstad, siyaset cereyanlarıyla imana müştak kalplere hitap edilmemesi gerektiğine dikkatimizi çekiyor. Çünkü siyaset cereyanlarının tarafgirlikle hareket ettiğini söylüyor.

Bediüzzaman; siyasî cereyanların “Allah için sevmek, Allah için düşmanlık beslemek”1 nebevî düsturuna uyarak yapılması gereken müsbet hareket yerine, “siyaset namına sevmek ve siyaset, tarafgirlik namına buğzetmek”2 olan menfî hareket tarzını esas aldığından, irşad ve tenvir hizmetine zararının dokunacağına dikkatimizi çeker.

Nasihatta bulunmak isteyen, iman kurtarma sevdalısı olan fedakârlar ve gönüllü camialar da “selâmet-i kalp ve istirahat-ı ruh istiyorlarsa”, -Hz. Üstadın ikazlarını dikkate alarak- siyaseti bırakmalı, kalp dairesindeki elzem işlerin yerine siyasî boğuşmaları terk etmeli ve vazife-i hakikiyelerine dönmelidirler. Siyaseti dine dost etmeye gayret etmelidirler.

“Niçin siyaset değil de müsbet iman hizmeti?” sorusuna diğer bir cevap da; “siyasetin menfaat esaslı ve netice odaklı olmasıdır.”3

Çünkü siyaset “keyfiyetten” ziyade “kemiyete” yani çok taraftara, çok oya nazar eder.

Oysa iman hizmeti “keyfiyete”, yani kaliteye önem verir. Hatta sadece Allah’ın rızasını kazanmak gayesi hedeftir. Ne maddî, ne de manevî hiçbir maksat gözetilmemesi esastır. Bizler vazifemizi yapmaya gayret ederiz, etrafımızda çok insanın toplanıp toplanmaması çok da önem arz etmez. Yani çok insanı toplama tarzındaki neticeye odaklı değil, Rıza-i İlâhî kazanmak odaklıdır.

Tarihte bazı peygamberler hiçbir ümmeti olmadığı halde peygamberlik vazifeleri ellerinden alınmamış ve ahirete yönelik peygamberlik mükâfatını kazanmışlardır. O nedenle fedakâr iman ve din hizmetini gaye edinmişlerin, siyasete girmemeleri, özellikle de siyasete endeksli hizmet yapmamaları, Rıza-i İlâhîden başka hiçbir hedef ittihaz etmemeleri büyük bir önem arz eder. Aksi takdirde siyasetin ölçüsüz çirkefliği herkese, özellikle de İslâma ve mü’mine zararı dokunacaktır. Müslümanlara, cemaatlere karşı güvensizliği netice verecektir.

“Niçin siyaset değil de müsbet iman hizmeti?” sorusuna üçüncü bir cevap da; “siyasetin su-i istimale açık olmasıdır”.

Hz. Üstad eserlerinde, siyaset mesleğinde uygulanan en önemli esaslardan birisinin şu olduğunu hatırlatır: “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir.”4

Bu yaklaşım tarzının bir ölçüsünün olmadığını ve su-i istimale açık olduğunu dikkat nazarımıza sunan Hz. Üstad; bu yaklaşımla hareket eden siyasetin toplum içerisinde fertlerin hukukunu muhafaza etmede zorlanacağını, umumun menfaatini gözetiyorum derken şahsî çekememezliklerden veya dünyevî menfaatlerden dolayı fertlere haksızlık yapılabileceğini ve tarafgirlikle muamele edilmesine müsait olduğunu, adalet yapayım derken zulmedebileceğini hatırlatır.

Oysa hukukun en temel prensibinin “suçun ve cezanın şahsîliği” prensibi olduğunu herkes bilir. Yani bir kişinin işlemiş olduğu suçtan dolayı sadece kendisinin ceza görmesi; yakınlarının, partisinin veya cemaatinin suçlanmaması, hatta zan altında bile bırakılmaması adalettir.

Nitekim Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”5 âyetiyle bu hakikate parmak basılıyor.

“Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz”6 diyen Bediüzzaman, suçun veya cezanın şahsîliğinin var olduğunu, bir kişinin hatasıyla başkasının sorumlu tutulamayacağını, yapılan ferdî yanlışların bir camiaya mal edilemeyeceğini, vehimlerle hiç kimsenin suçlanamayacağını dikkate nazara verir.

Hukuk nezdinde suç, delilleri ile tesbit edilir. Suçu işleyen veya işleten cezalandırılır. Önce ceza verip, sonra suç dosyası hazırlanmaz.

Hatta “manevî taciz, manevî mobbing” olarak değerlendirebileceğimiz bir husus da hiçbir hukukî suç delili olmadığı halde veya makamının sorumluluğunu su-i istimal ettiğine dair hiçbir delilin olmadığı halde, görevinden alınması, başkalarının nazarında suçlu imiş gibi bir imaj uyandıran görev yeri değiştirme gibi tasarrufların da adaletli bir yaklaşım tarzı olmadığını hatırlatmak gerekir.

Günümüzde yaşanılan üzüntü verici elim hadiselerin kaynağına baktığımızda, “Think Tank Enstitülerinde” yani “Düşünce Kuruluşlarında” toplum mühendisleri tarafından hazırlan kapsamlı bir ifsat projesi hissini uyandırıyor.

Bediüzzaman’ın da çok veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, “ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husûmetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmek …”7 tarzında yıkıcı bir proje.

Bu proje sonunda kazanan ehl-i ilhad, kaybeden ise Müslümanlar olacaktır.

Dolayısıyla sonunu düşünmeden ani karar verilmemesi, yapılan yanlışın aynısıyla mukabelede bulunulmaması ve öfkeyle, kızgınlıkla hareket edilmemesi gerektiğinin altını çizmek gerekiyor.

Günümüzdeki kalp kırıcı hadiselerin vermiş olduğu zararı dikkate aldığımızda, Uhuvvet Risalesi’nde Hz. Üstad’ın ikazlarına ne kadar çok kulak vermemiz gerektiği anlaşılıyor. “Şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm (hücum etme) vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp; düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sükuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaîye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.”8 diyerek Müslümanları insaflı düşünmeye ve teennî ile hareket etmeye dâvet ediyor.

Peygamber Efendimiz (asm) de, “Fitne çıktığında oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır”9 buyuruyor.

Demek ki, fitne zamanlarında biraz yavaşlayarak, olaylara insafla, teennî ile, akl-ı selim ile bakmaya çalışmalıyız. Sakin olmalıyız, gerektiğinde susmalıyız. Tarafgirâne değil, itidal-i dem ile hareket etmeyi esas almalıyız.

Dipnotlar:
1- Feyzü’l-Kadîr, 2:828, hadîs no: 1241.
2- Beyanat ve Tenvirler, s. 186.
3- Beyanat ve Tenvirler, s. 187.
4- Emirdağ Lâhikası, s. 333.
5- Fatır Sûresi, 18.
6- Şuâlar, s. 310-311.
8- Mektubat, s. 260.
9- Sahihu’l-Buhari VIII, 92.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*