Niyet ve ihlâs

Niyet meselesi, Bediüzzaman Hazretleri’nin kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür.

Niyet, kalbin bir ‘şey’e karar vermesidir. Yani kalbin bir arzusu olup, fiil canibine yönelmesidir. Ayrıca niyet bir istek ve duygudur. Kalbe ait mânevî bir fiildir. Kalbdeki mânâların veya tesirât-ı hâriciyeden tevellüd eden temâyüllerin yönünü belirler. O müyûlâtın seyrinin devamında veya fiil hâline gelmesinden önceki arzu ve istektir. Niyet ihlâs ile mayalanırsa kazanıp, Allah’ın rızasına münasib bir hâle gelir.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’daki ifadesiyle “Niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve bir mâyedir. Ve keza, niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun, ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâs iledir.”1

Evet, niyet öyle acib bir iksirdir ki; kendindeki hasiyetlerle toprak gibi ehemmiyetsiz âdetleri ve kum gibi kıymetsiz hareketleri ibadet cevherine kalbettirir. Hem öyle bir ruh-u nafizdir ki; meyyit olan hâlât, onunla dirilip canlı, hayatdâr ibadetlere çevrilirler. Hem niyette seyyiatı hasenata çevirip tebdil eden bir hâsiyet dahi mevcuddur. Öyle ise kurtuluş ve halâs, yalnız ihlâs iledir. Evet, niyetteki şu hâsiyet sebebiyle kısa bir zaman zarfında uhrevî, pek çok amel kazanılması mümkün oluyor. Hem niyet ile insan, bütün hayatında daima şâkir olabilir.

Niyet, ihlâs ile bir iksir ve mâye olur. Basit bir âdeti sünnet niyeti ile yapan kişi âdetini ibâdete çevirir. Niyet bir ruh ise, o ruhun da ruhu ve özü ihlâstır. İhlâs ile ölü mânâlar hayattar ve canlı hâle gelir, nurlanır. Meselâ “Senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efratları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın.”2 sırrı bunu ifade eder. Niyet ihlâs ile kıvama gelir ve bizi Rabbimizin rızasına kavuşturur. Allah’ın rızası, niyetin ruhu olan ihlâs hakîkati ile taçlanır. Kalbî ve fiilî ameller semeredâr hasenâta kavuşur.

Bir fiilin bidayetinde müyûlat-ı kalbîye, tesirât-ı hâriciye ve niyet vardır. Ancak o müyûlat-ı kalbîye ve niyetin amel boyutunda Allah’ın rızasına kavuşmasının şartı ihlâs iledir. Çünkü ihlâs, ön şartsız Allah’ın razı oluşuna bakar. Yani ön şartsız olarak niyet edilen fiilin Allah’ın rızası aranarak yapılması ihlâs iledir. Yoksa o fiilin ruhu söner ve o niyette Allah rızası kaçar, nefsî ve dünyevî bir niyet ve amel olmuş olur. İhlâs, karşılıksız olarak Allah’ın rızası için yapılan davranıştır. Sadece Allah’ın razı oluşuna yönelmek ve sadece O’ndan (cc) istemek ve rızası dairesinde hareket etmektir.

İhlâs niyetini ihlâl eden hâller

İhlâs niyetini ihlâl eden anâsır-ı garaz olan nesep ve nesil ve tamah ve havftır. Anasır-ı garaz olan kötü kasıt, düşmanca niyet, kin unsurları ihlâs niyetini ihlâl eder. Soy, ırkî ve unsurî milliyet hâllerini öne çıkarmak da ihlâs niyetini bozar. Aç gözlülük, hırs, aşırı mal arzusu gibi tamah unsurları da ihlâs niyetini ihlâl eder. Korku ve cebanet vasıfları da ihlâs niyetini bozar.

Ayrıca “Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillâh olan niyet iledir) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir. Hem vicdaniyatın bizzat meş’ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta’a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ tevazu ki, bir hâldir. (Ona sun’î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş’ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!”3

Burada şu noktaların anlaşılması için çalışalım. Ruhumuza ve vicdanımıza yerleştirilen fıtrî hasletler, ikinci farklı bir şuur ve niyetle son bulup ölürler. Tevazu, tekebbür, ferah, gam gibi vicdana yerleştirilen hâller ruhumuza derç edilmiş olup hükümlerini fıtrî olarak icrâ ederler. Bu haller vicdanî ve ruhî ahvallerdir. Bunların hükmünü icra etmeleri için ayrıca başka bir niyete gerek yoktur. Şayet ikinci bir niyet edilirse, o vicdanî hüküm, hâl, fıtrî vaziyet gerçek mânâda ruha hâkim olmamış demektir. Nasıl ki “Eğer-hâşâ-ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir.”4 sırrı gibi, tevazuya niyet de o tevazunun fıtrî ahvalinin ölmesine ve yok olmasına sebep olur. Meselâ uyku fıtrî bir hâldir. Uykuya niyet etsen uyuyamazsın, “Aman uyuyayım, aman uyuyayım” desen uykun kaçar. “Hırs ile uyumak ister, fakat uykusu gelmez, uyuyamaz. Uyuyamayınca da kalak’a, sinirliliğe düşer; nu’ası da (yani, uykunun ilk tabakası olan amızganmaklığı da) kaybeder. Ya da bunun meseli; kalbi merak hastalığına müptelâ olmuş adama benzer ki, herhangi bir şeyi merak edip düşünür. Düşündükçe de, o şey onun yanında büyüdükçe büyür. O da ona karşı gam çekmeye başlar, tâ o musîbetli hal, kendisi için ikileşinceye kadar gider. İşte sonra, sen bu adama dersin: Eğer sen lezzet almayı istiyor ve arıyorsan; senin bozuk olan bu seciyende şiddetli bir elem vardır ki, daha beteri bir elemi netice veriyor; o elem daha çok şiddetlidir ki; sair içi kof, dışı tantanalı lezzetler gibi de değildir.”5

Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 113.
2- Lem’alar, s. 377.
3- Mesnevî-i Nuriye (Terc: Abdülkadir).
4- Mektubat, s. 29.
5- İşârât-ul İ’caz,(Terc: Abdülkadir).

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*