Nübüvvet

Şu kâinat bir daire olarak düşünülürse onun en merkezindeki nokta, en kıymetli merkez nakşı hayattır. Varlık âleminin merkezinde hayat vardır. Merkeze hayat yerleştirilmiştir. Bütün varlıklar hayata bakar ve hayata hizmet eder. Hayata lazım olan şeyleri yetiştiriyorlar.

Hayat sahibi varlıklar da bir daire olarak düşünülürse onların merkezinde de insan vardır. Hayat sahiplerinden beklenen netice insanda toplanmıştır. Cenab-ı Hak, bütün zîhayatları insanın etrafında toplayıp ona hizmetkâr ediyor. (Mektubat, s. 507)

Vazifeler içerisinde ise en kıymetlisi hayata hizmettir. Hayatın hizmetleri içerisinde ise en kıymetlisi fani hayatın baki hayata inkılabı için çalışmaktır. Şu fani hayatın bütün kıymeti baki hayata çekirdek ve menşe olmasıdır. (Tarihçe-i Hayat, s. 261)

Maddi hayata hizmeti kendisine alan olarak seçen tıp mesleği, hayata hizmetin kıymetinden dolayı farz-ı kifaye olarak kabul edilmiştir. Doğumundan ölümüne kadar olan hayat merhalesinde insanın sağlıklı ve huzurlu yaşamasına gayret göstermektedir. Bu hizmet bile çok kıymetli olduğu için farz-ı kifaye olarak ifade edilmiştir.

İnsan için asıl olan ise fani hayattan baki hayata geçişi, hayatı veren Allah’ın rızasına uygun olarak gerçekleştirmektir. Asıl hedef budur. İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin ana hedefi de budur. Ahiret saadetini kazanmaktır. Fani hayattan baki hayata intikaldeki istikameti sağlamaktır. Bu istikameti sağlamak için önemli hizmet, emr-i bil-maruf olan iyiliği emretmek vazifesi farz-ı ayn olarak kabul edilmiştir.

Hayat, Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet etmektedir. Allah’ın varlığı ise “irsâl-i rusül” ve “inzâl-i kütüb” rükünlerine bakmaktadır. (Sözler, s. 163) çünkü “ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 54)

Şu güzel âlemin bir maliki, bir sahibinin olmaması muhaldir ve aklen dahi mümkün değildir. Madem bir maliki ve sahibi var, onun kendisini tarif edip bildirmemesi de muhaldir. Şu âlemde, o malikin kemâlâtına delalet eden güzellikleri gören her insan, bunları yapanı, bu güzelliklerin sahibini arayacaktır. Yeryüzünü kendisine beşik yapanı, önüne bu kadar nimet ve güzellikleri sereni soracaktır. Sadece yerdekileri değil, başını kaldırıp gökyüzünü de incelemekte, araştırmaktadır. O muhteşem burçların sahibini ve malikini arayıp soracaktır. Bu ihtişamın içinde dolaşırken elinde ise, küçük bir cüz-i ihtiyariden başka tutacak dalı yoktur. Küçüklüğü ve aczi ile beraber şu âlemde en büyük salahiyet sahibi, tasarruf sahibi yine de odur. “Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin rusül vasıtasıyla böyle yüksek, fakat gafil abdlerine kendisini bildirip tarif etmesi zarurîdir ki, o Mâlikin evâmirine ve marziyatına vakıf olsunlar.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 182)

İnsanı, hayvanlardan daha aşağı düşüren şey ondaki zaaf ve âcizlik, fakirlik ve ihtiyacıdır. Hüzün ve elemi, korku ve gamı nakleden akıl, nübüvvet nuru ile nurlanmazsa hayvanlardan daha bedbaht hale gelir. Nübüvvet nuru ile nurlanmış bir akıl ondaki acz ve fakrı kâinat Sultanına dayandırmakla büyük bir güç ve zenginliğe dönüştürür. Dua ve niyaz ile nâzenin bir sultan ve yeryüzünün halifesi haline gelir. Demek o tarif edici, konuşan burhan olmazsa, kâinat da, insan da, hatta her şey hiçe iner. Elbette böyle harika bir kâinatta böyle muhteşem bir tarif edici zat elzemdir. Yoksa kâinat da eflak da olmamalıdır. (İlk Dönem Eserleri, s. 105)

Rabbimizi bize tarif edip anlatan üç büyük, külli muarrif (tarif edici) var.

Birincisi, şu kâinat kitabıdır. O kitabın ayetlerini anlatan yüzlerce ilim dalı vardır. Fiziğinden kimyasına, biyolojisinden coğrafyasına kadar bütün ilim dalları onun kâinat kitabını okumaktadır. O ilimlere ait kanunlar Allah’ın koyduğu ve adına “sünnetullah” denilen ilahî kanunların okunmasıdır.

İkincisi de, şu kâinat kitabının en büyük âyeti olan Hâtemü’l-Enbiyâ (son peygamber) aleyhissalâtü vesselâmdır.

Üçüncüsü de Kur’an-ı Hakîmdir. (Sözler, s. 319)

“Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.” (Sözler, s. 163)

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) maddi ve manevi hayatı, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş özün de özüdür. Onun risaleti, kâinatın his, şuur ve aklından süzülmüş en saf hülasadır. Onun maddi ve manevi hayatı, meydana çıkardığı eserlerinin şehadeti ile kâinat hayatının varlık sebebidir. Kâinatın şuuru ve nurudur. Kur’an-ı Kerim ise, kâinatın hayatının ruhu, şuuru ve aklıdır. “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.” (Sözler, s. 164)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*