Nur Talebelerini farklılaştıran bir husus: İstiğna…

Elbette ki insanlardan istiğna… Risâle-i Nur’a talebe olmak isteyenlerin uymak mecburiyetinde oldukları bu düsturu, Risâle-i Nur’un pratiğini nefsinde yaşayan Bediüzzaman’dan aldıklarını ve tatbik şekillerini de yine Külliyâtta bulduklarını evvelâ belirtmemiz lâzım.

Üstad Said Nursî Hazretlerinin hayatı, bu hususu kalın çizgilerle gösterecek binlerce örneklerle doludur.

Henüz çocukluğunda, tahsil gördüğü köyde, medreseye evlerden yemek toplamayı reddederken; o günün talebe ve mollalarının hemen hepsinin “yardımlarla” ilme hizmet ettikleri bir zamanda, genç Said’in bir yerden bir kuruş zekât veya sadaka aldığına, kimsecikler şahid olamıyor. Henüz genç yaşında bütün şarka yayılmış şöhretine rağmen, kendisine vukubulan dâvetlerde seçici davranıyor. Bölgenin ve devletin istinadgâhları olan valilerin konağına giderek, bütün bölge halkına eşit mesafede ilme hizmet ediyor.

Bediüzzaman’ın şu cümlesi, ehl-i din ve ehl-i ilim erbabının yakalandığı illetin sebep olduğu iltihabî durumu çok güzel tesbit ediyor: “Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cerr etmekle itham ediyorlar. ‘İlmi ve dîni kendilerine medar-ı maîşet yapıyorlar’ deyip, insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh, bunları fiilen tekzib lâzımdır.”

Bütün hayatı, sözkonusu “iane” hastalığından iltihab kapmış ehl-i ilim ve ehl-i diyaneti bu illetten kurtarmaya çalışmakla geçen Bediüzzaman’ın artık herkesçe bilinen “istiğna örneklerini” burada zikretmeyeceğiz. Şark’ta birçok insanın “maddî yardımlarla” “Said-i Meşhur”a yakınlaşmak istediği bir vakıadır. Onun Bitlis ve Van’daki tavrı, İstanbul’da Mısır Hidivi’nin, Boğaz ve Çamlıca’yı süsleyen emvalini teklifine karşı manzum olarak 17. Söz’de kaydettiği cevabındaki tavırdan hiç farklı değildir.

Efendimiz’in (a.s.m) kendi hayatında ve onun izinden yürüyen Bediüzzaman’ın hayatında da kendisini dışa vuran bir durum vardır. Karşıtları, onları dâvâlarından vazgeçirmek için onlara öncelikle dünya malı, mevkiî ve diğer cazip unsurları teklif ederler. Dâvâ sahipleri bu teklifleri reddedince de zulüm, işkence, dışlama ve zindanla cezalandırılırlar. Bediüzzaman’ın 1907’de İstanbul’da Sultan Abdülhamit’den, 1923’te Ankara hükümetinden ve 1946’larda İsmet dönemlerinden gelen “dünyevî tekliflere” hayır demesinin hemen akabinde yaşadığı zulümler çok ilginçtir. Bediüzzaman’ın lügatında “istiğna”nın bir mânâda ehl-i dünyanın hediye, maaş ve yardımlarını, neticesi zulüm ve işkence olduğu halde reddetmektir.

Asr-ı Saadet tatbikatından hareketle ehl-i dünyanın hediye ve yardımlarına fetva arayanlar olabilir. Medine devletinde herkesin İslâmla müşerref olduğu ve Peygamber dâvâsına verdikleri her dinarı “şeffaf sistem” içinde taakib edebilen “sahabinin” o günkü durumu, günümüzde ne derece örtüşür, tartışmak lâzım. İman ile küfrün her cephede iç içe kıyasıya mücadele ettiği, nifak hareketinin İslâm cephesinin en sadık ve metin mücahitlerini maddî yardım, şöhret veya makamla elde edebildiği bugünü Bediüzzaman’ın penceresinden tahlil edenler, başta Türkiye olmak üzere hiçbir coğrafyada günümüzde “Medine döneminden” bahsedilemeyeceğini söylüyorlar.

Risâle-i Nur’un hizmetinde ve medreselerinde, maddî şartların rahat ve cazib olmasından ziyade, Risâle-i Nur’un iç işleyişini kavramış ve bir çok mektupta mütemadiyen vurgulanan ihlâs, sadakat, takva ve tesanüd gibi prensipleri esas almış talebeler öne çıkar. Cemaatte sayı çokluğu denilen kemiyetin aldatıcı olduğunu, hedefin keyfiyette ve nurun prensipleriyle techiz olunmuş “kahramanlarda” olduğunu bilen Nur Talebeleri, cemaati maddî zenginliğinde fert zenginliği kadar tehlikeli imtihanlara vesile olduğunu bilirler.

Bediüzzaman’ın “istiğna pratiği” çok yenidir. Nurlarla alâkası olmayan ve cemaatî çerçeveyi bilmeyen kişilerin yardımını kesinlikle almamayı ardı sıra bir ‘düstur’ olarak talebelerine bırakırken mektuplarında yüzlerce örneğini bize sergiler. Hizmetin maddî meselelerinde şeffaflığı esas aldığı mektupları burada çok önemlidir. Yorganını, tencere ve çamaşırlarını satarak kendi kitaplarını satın alırken, sanki Zil’zal Sûresinin son âyetlerindeki mânâya hazırlanır ve talebelerini hazırlar.

Nur medreslerine ilk gelenlerin zihni, dershanenin maddî işleyişi olmayabilir: Burası kime ait, kirasını kimler ödüyor, kimler burayı tefriş etmiş ve misafirlerinin masraflarını kimler karşılıyor gibi sorular… İşin garib yönü de medresede bu gibi maddî meseleler hiç konuşulmaz. Ancak talebe, derslere sadakat ve sebatını isbat ettiği zaman, sorduğunda bazı “mahrem” bilgileri alır.

Bediüzzaman şahsında ve medresesinde uyguladığı bu tarzın orijinalliği zaman geçtikçe anlaşılıyor. Yabancılardan, yabanîlerden ve niyeti ahiret olmayan kişilerden dâvâyı teşviş maksadıyla gelecek her türlü maddî yardım yolunu peşinen kapatmıştır. Günümüzde dinî cemaatlerin lokal veya global cereyanlarca maddeten önce desteklenmesi ve sonra kösteklenmesi, istiğna düstûrunun Bediüzzaman’ca pratiğinin ehemmiyetini ortaya koyuyor. Ehl-i dünyanın güzel ve hayırlı görünen “cazibedar teklifler ağına” yakalanmış ehl-i din ve ehl-i ilmin tarihçesi mutlaka yazılacaktır. Bediüzzaman, yine Hz. Ali’den (r.a.) aldığı ders ve ikazlarla “hakikî talebelerini” o cazibedar dünyaya hiç yaklaştırmıyor. Bir beldedeki “Nur Talebesine” insanlar ancak onun ilminden istifade için yaklaşırlar. Ve hiçbir Nur Talebesi, bir ehl-i dünya mahfiline veya ticarethanesine girdiğinde, nura yabancı olanların zihninde “maddî yardım” istifhamı kesinlikle oluşmaz.

Yine Nur Talebeleri ehl-i imanı ancak Risâle-i Nur’dan istifade edip ahiretlerini kurtarmak için bir meclise, bir çaya veya ziyafete dâvet ederler. Dinî hizmetlere para toplamak için onları biraraya toplamazlar. Nurun meselelerine muttali erkek ve kadınların “el melekelerini” para mukabili sergilemeleri, onların fedakârlıklarıyla alâkalıdır. Yani karşılıksız yardım toplamazlar. İlminin, hünerinin, ticaretinin ve kaabiliyetinin zekâtlarını dâvâsına aktaranların fiilleri de yanlış anlaşılmamalı.

Nefsimizden başlayıp global dairenin sonuna kadar uzayıp gidecek bu istiğna düsturuyla “hakikî hürriyetlerimize” kavuştuğumuzu biliyoruz. Peygamberlerin dilinde “in ecriye illa alallah” vird olmuş, yani benim ücretimi Allah verecek, mânâsı Bediüzzaman’dan Nur Talebelerine adeta miras kalmıştır. İstiğna düsturunun iktisad prensibiyle iç içe değerlendirilmesinin gereğini de bu arada hatırlatmış olalım. Belki de sık sık “İktisad Risâlesini” okumak gerekecek. Zira ferdin iktisadı tatbikiyle, cemaatin iktisadı güzelce uygulaması arasında çok önemli bir tenasüp vardır. İktisad etmeyenin deccalin tuzağına düşeceği hakikati fert kadar, ehl-i ilim ve ehl-i diyanet için bir ihtar ve tehdittir, diye düşünüyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*