Nurculukta Yeni Döneme Doğru – 10

Nurcuların 28 Şubatı

Yalnızca günümüz Türkiye’sinde değil, Osmanlı’dan bu yana ülkemizde meydana gelmiş siyasi ihtilâllerin, manevi hayatımızı düzenleyen cemaat ve kurumlarda da paralel olarak yapıldığına inanlardanım. Bazılarına göre „komplo teorisi“ olabilir. Fakat Risale-i Nur’u dikkatlice okuduğumuzda, bir çok izdüşüme şahit oluyoruz. Türkiye Müslümanlarının müstakil zannettikleri ve bir kısım nurcuların ise, 12  Eylülün devamı olarak kabul ettiği 28 Şubat’ın dindar çevrelerde hangi zelzele, tahribat  ve değişimlere yol açtığını az çok biliyorsunuz. Burada, bu hadiselerin Nur talebeleri arasındaki cereyan tarzını ve yol açtığı dizaynları yazacağız.

On İki Eylül’ü yazmaya gerek görmüyoruz. İttihad’tan bu yana (yani 1967 den beri) ekseriyetle akıp gelen cemaatin yüzde yetmişi, hükmetmekte olan „ferdiyet geleneğinin  gereği„ olarak „Ağabeylerle“ olmayı tercih etmiş  ve 1982 nin sonlarında, Yeni Asya ile devam edenler yüzde otuzlarda kalmıştı. Hem medresede, hem neşriyatta ve hem de siyasi  duruşlarda;  bu dikey yarılma bir çok noktada kendisini göstermişti. Teferruatını hem M. Kutlular Ağabey ve hem de değerli araştırmacı-romancı Selahaddin Yaşar kitaplarında genişçe yazdılar. Siyasette paşalarımızın „balans ayarı“ olarak niteledikleri 28 Şubatın, 12 Eylül yasalarının tatbikinden başka bir şey olmadığını müteddit kereler; bir çok asker, siyasetçi  ve bürokrattan işittik… 12 Eylülün mahiyetini bilemeyenler, bu artçı depremi müstakil kaydettiler, defterlerine… Nurcuların 28 şubatının ANAP’ın siyaset sahnesinden ayrılmaya hazırlandığı günlerde ortaya çıktığını;  hürriyetçi, demokratik endişeye sahip ve meşveret merkezli cemaatteki 1990 ayrışmasının, bu nifağın bizdeki başlangıcı olduğunu, şimdi daha iyi anlıyoruz. Nurcuları ve bilhassa neşriyat ile meşgul Yeni Asya’yı  durdurmanın; ancak dahilî fitneler ve içerden karıştırmakla mümkün olduğuna inanan NUR karşıtları; 1990 dan bu yana bir çok farklı oyunu sahneye koyacaklardı.

Bizim 28 Şubatımızda cemaat, ağabeylerin çekip gitmelerinden sonra „şahs-ı maneviyi“ temsil edecek meşverete geçiyordu. Üstadın zamanından, meseleyi çok iyi bilen ve yaşayan ağabeylerin zamanından uzaklaşıldıkça, meşveret usulünün realizesi devreye girecekti.  Hem akılları ve hem de kalpleri tenasüp içinde çalışanların 1982 ayrışmasıyla azalması, cuntacılarla neoliberal ANAP’ın tahakküm ve şaşıtmacaları, dünyevileşme belası ve dolayısıyla „Risale-i Nurların“ yeterince okunmaması, hakikaten bir çok güzel usul ve meşveret imkânlarımızı da tahrip edecekti.

Burada; yeterince okuyamamaktan, meşveretin tekamülü için gereken olgunlaşmanın henüz oluşamamasını zikr etmek durumundayız. Yetersizlikten kriterlerin ilk anda tam manasıyla ifade edilememesi ve uygulanamaması, cemaatin henüz  demokrasilerde olduğu gibi „rey ihsasına“ alışamamış olması, mutlak teslimiyet ve itaat ile sorgulama arasındaki „hürmet ve muhabbet“ çizgisinin kalın çizilememesi ve maalesef henüz bizi terk etmemiş „ferdiyetin“ yer yer baskıları; Nur Cemaatinin 28 Şubat’ını tam yedi sene önce tetiklemişti.

1990 ayrışmasının şahıslar ve olaylar boyutunu zaten tarihe havale etmiştik. Yalnız, bu tarihten sonra; yukardaki zaaflarımızdan istifade eden deccaliyet ve süfyaniyet mensupları, her fırsatı kullanarak tevakkufları gerçekleştirdikleri gibi, bazen de parçalamaya kadar gidiyorlardı.

Bir önceki ihtilal ile bu hareket karşılaştırıldığında, nurculuğa en az önceki hareket kadar  zarar verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira 12 Eylül ihtilali, daha çok Anadolu’daki dershanelerimizi ve cemaatimizi bizden almıştı. Yeni Asya’nın ise bazı yazarları ve dolayısıyla kitapları elimizden çıkmıştı. Fakat, „nurcuların 28 Şubatı“ olarak nitelediğimiz tahribatın tesiri „Yeni Asya’ya„ daha çok oldu. Gazetenin tüm haklarını, binalarını ve kalede kalmış son ağabeylerimizi de beraberinde götürmüştü. Bab-ı Âli’deki meşhur mekanımızı kaybedince, Hamam sokakta, garip labirentlerden oluşan yeni bir binaya geçtik. Artçı sarsıntılarla „yazı işlerimizi“ de boşaltarak bizi- kendilerince – gazete çıkaramaz hale getiriyorlardı. Hedef; Bab-ı Âli’deki Risale-i Nur’un sesini tamamen  susturmaktı.

Bu süreçte; doğru demokrasinin yolunu açacak bazı müsbet gelişmelerin olduğunu maalesef  çoğu kez unuturuz. Mesela; cemaatin müşahhas tarifleri, vahdet-i ictimaiyenin tesisi, cemaat mensuplarında aranacak kriterler, Risale-i Nurlar’dan hazırlanmış kurallar mecmuası, tüzükler veya kitapçıklar, kemiyete karşı „haklı keyfiyeti“ savunabilme istidanın inkişafı, demokrasiye olan şiddetli ihtiyacımız ve kimliğimizin bir parçası olarak kabullenme… Bütün bunlar, 1990 lardan sonraki sıkıntılı dönemlerde, cemaat olarak  edindiğimiz güzel özelliklerimizdi.

1990 tarihi, Nurcular açısından çok önemlidir. Diğerlerine göre daha şeffaf, neşrettiği gazete ve kitaplarla açıkça Risale-i Nur’u bayrak olarak dalgalandıran Yeni Asya’nın başına bu tarihten sonra gelenleri kronolojik olarak hatırlatmamızda fayda var. Önce „derin müdahale merkezi“ gazeteyi nurculardan alıp, kendince  sağlam yere teslim etti ve cemaati kış günü dışarıya attı. Yani mala ve mülke el koydu. Sonra da ikinci dalga geldi. Dokuz gün içinde gazetenin yeni bir isimle neşri, „derin güçleri“ iyice panikletince de,  biraz daha nifağa inerek, „yazı işlerini“ boşaltmak suretiyle  elimizi-kolumuzu bağlamaya çalıştılar. Her bir nur talebesinin bir yazar olduğunu sonradan öğreneceklerdi. Halbuki Üstadımız zamanından beri bu biliniyordu… Ferdiyet üzerinden harekete  geçerek „Mehmet Kutlular“ ın mümeyyiziyetiyle  farklı bir hücuma geçtiler. Bu hücum Vize Ceza eviyle yeni bir sürece girdi. Kutluları çok sevenlerle Kutlular karşıtı (Zındıka Cereyanlarının en çok kullandıkları metod… Her iki ucu da idare…) çatışmasının gölgesinde meşhur „Kişisel Gelişim Musibetini“ dışımızdaki cemaat ve sivil-toplumların üzerlerine boca ettikleri gibi  üzerimize de  boca ettiler… Bu esnada Nurculuğun „düşünce bazındaki kozmik odasına“ girerek iç yapıda, cemaate derin ve büyük bir deprem yaşattılar… Buna „Nur Talebelerinin  esas aldığı değerlerdeki  büyük zelzele de“ diyebiliriz. Önce; ilme, takvaya, doğru hayata, hürmete, saygıya, vefaya, tarihe, iffete, estetiğe, liyakata ve sadakata savaş açtılar.

Maalesef bu dehşetli değerler zelzelesinin enkazına  günümüzde yer yer rastladığımız gibi, artçılarını da zaman zaman yaşıyoruz. Bu sürecin  Yeni Asya dışındaki nurculardaki  tahribat ve seyrini tam bilemiyorum. Taakip edebildiğim kadar; oralarda da „ağabeylere hürmetsizlik“ dalgaları, bida olarak kabul ettiğimiz yeni sunum biçimleri, mülklerin „derin müdahale merkezlerine“ yakın şahıslara havalesiyle cemaati mütemadiyen etki ve baskı altında tutma çabaları, önceleri (Bilhasssa Sungur Ağabey zamanında) yükselen değer olan „vakıflık sisteminin“ itibarsızlaştırılmaya başlanması, medreselerde ruhsatın azimete yer yer tercihi ve bir çok farklı noktalarda menfi değişimlere, uzaktan uzağa şahit olduk.

Şu süreçte dikkatimizi en çok çeken bir nokta; Nur Talebeleri’nin Kur’an ve İman hizmetlerine mani olmak isteyen merkezler veya cereyanlar; ifrat ile tefriti bir anda cemaate sundular ve hala sunuyorlar. Yani bir taraftan fertlere veya ağabeylere „olağan üstü hürmet ve –güya- sözlerinin kabulü ve tartışılmazlığı, öbür tarafta bu ifratı bilhassa okumuşlar ve gençler arasında propoganda ederek; tefrit ile cemaat içindeki hürmeti, kısmi meşvereti, muhabbeti ve hüsn-ü zanları kırma-kırdırmaya gidildiğini müşahede  ediyoruz.  Aynı merkezlerce sunulan bu metod ile, cemaat içinde fitne çıkarmak ve parçalamanın  daha az zahmetli, kolay ve faillerini deşifreden koruyarak yollarına devam ediyorlar. Geçmişte gelenekçiler ile yenilikçiler çatışmasını aynı merkezden idare eden „zındıka cereyanı“,  günümüzde de her tartışmalı  konuyu kullanabilmesi için, ifrat cephesine mukabil tefrit cephesini de hazırlıyor. Suret-i hakktan görünerek çoğu kez her iki ucu da elemanlarıyla idare ediyor.

1967 sonbaharında, Malatya’da kerpiç bir evde, İttihad gazetesi çerçevesinde yapılmış bir tartışmadan bu yana şu mualla cemaati ve nurları tanıyan bir kardeşiniz olarak, yalnızca  köşemden görebildiklerimin çok azını şahit göstererek, musibetlerden ders çıkarılması istikametinde yazdım, şu yazıyı. Nur’un geniş dairesinde ve farklı adeselerden hadiseleri aynı paralelde yaşamışların sayılarının pek çok olduğuna inanıyorum. İnşaallah onlar da, bu manaya yardım edecek yazılar kaleme alırlar.

Gelecek yazımızda inşaallah, bidalarla nur cemaatlerinin fıtri yapılarına veya Fabrika ayarlarına müdahaleyi ele alalım…

Benzer konuda makaleler:

6 Yorum

  1. Güzel bir değerlendirme ve hatırlatma olmuş. Sonraki yazılarda, zamana bağla, şartların dikkate alınması ile meydana gelen gelişmeler, değişmeler de dikkate alınmalı.

  2. Kaleminize Yüreğinize sağlık sayın hocam.
    Yaşananları hatırlattınız

  3. Evet… Evet… O depremin yazılması şarttı.Bu yazınızla tarihe büyük şans tanımışsınız.

  4. Allah razı olsun çok güzel bir analiz, geriye bakış. Lakin geleceğe emin adımlarla gidebilmek için geçmişdeki olayların mahiyetini bilmek gerekmektedir.

  5. Her badire bir imtihan belki bir tasaffi olmakta.. Okumakla bitmiyor, hatta
    anlamakla da çoğu zaman.. doğru anladığını tatbik etmek ve hadiseler
    karşısında metin olup istikameti bulmaktır önemli olan.
    İstikamette kalanlar bazan belki çoğu vakit az olmakta ama olsun, az da
    olsa müstakimler var oldukça bu dava onlarla daha sağlam yoluna devam edecektir inşaAllah.

  6. Üstadın metodunda olan her an hafızayı tazelemek ve diri tutmak mutayakkiz olmak,bunlar içinde hizmette istikameti muhafaza etme adına bu tür yazilara her zamankinden daha çok ihtiyaç var sanıyorum. Herşeyin unutturulmaya çalışıldığı ve hızla değiştiği bir zamanda ayaklarımızın hakta sabit olması da en çok ihtiyacımız olan bir düstur bilhassa bizim gibi sonradan Nur dairesine girmiş olanlar için geçmişi bir çok kalemden okumak isteriz. Allah razı olsun kitap olsa okusak.

İsmail Cebecili için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*