Nurs’tan sonra sıra, diğerlerine de gelecek mi?

Mısır’da bulunduğumuz zaman Mısırlı gençler bize, idarecilerinden şikâyette bulunuyorlardı.

Demokrat olmayan idarenin son halkası olan Hüsnü Mübarek’in zamanındaydı bu şikâyetlenmeler. Biz o zaman onlara şunu söylüyorduk: “Evet haklısınız. Böyle bir idare şekli demokratik olmadığı gibi, İslâmî de değildir. Ama yine de bu mevzuuda siz bizden şanslısınız.” Tabii muhataplar şu andaki Türkiye’nin dışarıdan görünen cilâlı yüzüne baktıklarından, anlamakta zorluk çekiyorlardı. ”Nasıl yani?” dediklerinde de biz onlara şunları söylüyorduk: “Kardeşim, eğer bir memleketi yabancı birileri işgal eder de, oranın milletine bazı dayatmalarda bulunurlarsa, örf-âdet, an’anelerini, dinlerini yaşamak gibi şeylerde zorluk çıkarır, baskı yaparlarsa bu biraz anlaşılır. Ama idare edenler, kendi milletinizden görünür de, size böyle bir baskı yaparsa, işte bu çok zor bir şeydir. Bakın sizinkiler tamam iyi değiller ama hiç değilse bu mevzuularda size baskı ve zulüm yapıp, dinî hayatınıza vs karışmıyorlar, değil mi?” dediğimizde “Evet” cevabını alınca, “İşte biz bu bakımdan sizin kadar şanslı değildik. Daha doğrusu, tarihte hiçbir milletin başına gelmeyen hadiseler bizde meydana geldi. Bizden gözükenler, kendi milletine bu hususlarda çok baskı ve zulüm yaptılar. Dinine, tarihine, örf ve âdetlerine, giyimine-kuşamına, yazısına, camiine, medresesine, hatta insan ve yer isimlerine dahi müdahale etmişler” diye anlattığımızda çok şaşırmışlardı.

İşte o şaşkınlıklarından, insan ve yer isimlerine müdahaleyi de biraz anlatmıştık. Gerçekten de, tarihte belki başka hiçbir milletin başına gelmeyen hadiseler bizim aziz milletimizin başına gelmiştir. Bunlardan “isim değiştirme hadiseleri” de başlı başına bir vahamettir. Sana ne yahu, milletin isminden, köyünün, beldesinin isminden? Niye değiştirirsin ki?

Tabii bu acaib işi inkılâpçılar yaptığı gibi, onların devamı olan ihtilâlciler de, fırsat buldukça devam ettirmişlerdir. İnkılâpçıların başının yaptığı ise, aslında yenilir yutulur cinsten değil ama zavallı milletin perişan halinden istifadeyle her şeyi yapmışlar işte. Vatandaşın vilâyetinin adı olan “El-Aziz” veya “Mamuratü’l-Aziz”i, “Diyar-ı Bekir”i değiştirip de anlaşılmaz bir manâya niye getirirsin ki?

Daha önceki yazılarımızda temas etmiştik. Bu isim değiştirmelerin en acaibi de Ankara’da yapılmıştır. Paşa, Ankara’nın etrafını gezerken, bir gün Hacı Bayram-ı Veli’nin köyü olan ve ona izafeten de Zü’l-fazl (fazilet sahibi veya fazilet sahibinin köyü) denilen köye geldiğinde, “Buranın ismi ne?” diye sormuş. Tabii Ankara’nın saf köylüsü de, Paşa’nın bilmediğini ve Hacı Bayram’dan dolayı da sevineceğini zannederek “Paşam, burası Hacı Bayram-ı veli Hazretlerinin köyüdür, ismi de Zü’l-fazl’dır“ deyince, Paşa istihzâvârî bir edayla “Öyle mi?” der ve ilave eder:

“Buranın adı bundan sonra ‘Solfasol’ olsun“ der. Hani “Bak postacı geliyor”un notasındaki “sol fa sol; la sol fa mi” gibi!

Tabii, işin ucunda din ve Osmanlı muârızlığı var ya, işte bütün isimler ondan dolayı değiştirilmiş. Sultan Aziz’in mamur hâle getirdiği şehrin adının ne manâya geldiği belli olmayan “Elâzığ” yapılması gibi. Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin köyü de o şekilde değiştirilmiş. Daha çok vardır böyle de, bizim aklımıza gelenler bunlar. Ankara Havaalanının ismi niye Esenboğa? Keza bir askerî havaalanı da olan “Mürted”in ismi nereden geliyor dersiniz? İşte bu iki havaalanının isminin nereden geldiğini yaşlı bir Ankaralı amcadan dinlemiştim. “Esenboğa”, Timur’un kumandanlarından birinin adıymış. Mürted de, “irtidad”tan geliyor ki, dinden çıkan mânâsına geldiği gibi, burada ”dönmek, dönen” manâsına gelmektedir. Yıldırım ve Timur arasında yapılan Ankara Savaşı esnasında, Yıldırım’ın askerleri içerisinde bulunan kara tatarların, Timur safına burada geçmesi ve dolayısıyla, Osmanlı ordusu zayıflayınca da mağlubiyet olduğundan, buna izafeten Paşa tarafından o isimlerin verildiğini söylemişti amca.

İşte böyle kim bilir kaç tane isim değişikliği var. İhtilâllerden sonra da yine bu minvâl üzere devam edilmiş. 60 İhtilâli sonrasında, rahmetli Menderes’in idamından altı ay kadar sonra doğan en küçük kardeşime babam, rahmetli Menderes sevgisinden dolayı ve onun her İstanbul ziyaretinde ilk uğrak yeri olan Eyyüb-el Ensâri hazretlerinin ismini de ilâve ederek, “Eyüb Adnan” koymuştu. Fakat hain ve düzenbaz ihtilâlcilerin Menderes düşmanı, işgüzar nüfus memuru, “Eyüb Atlan” olarak yazmış. Kahraman demokrat babam, mahkeme kanalıyla uğraşarak ismi yine düzelttirmişti.

İşte bu 60 İhtilâli sonrası yapılan en büyük gaddarlık da, asrımızın en büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, soyadını da aldığı köyü olan “Nurs”’un adının değiştirilmesi hadisesiydi. Ömür boyu kendisine hiçbir şekilde rahat yüzü göstermedikleri koca Üstadın, köyünün bile adını değiştirmişlerdi. Şimdi ise, Üstadın akrabalarından Hikmet Okur olmak üzere, uzun mücadeleler neticesi köy tekrar eski, asıl ve asil adına kavuşmuş oldu.

Tabii bütün bu anlattıklarımızdan sonra şunu soruyoruz: “Nurs’tan sonra sıra, diğerlerine de gelecek mi?” Bakalım o yerler, beldeler asıl ismine ne zaman kavuşacak?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*