O, dünyanın üstadıdır

Bugün 23 Mart. Bugünün bizim nazarımızda, yarım asrı aşkın bir zamandır ehemmiyeti var. Bugün bizim üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefat yıldönümü. Onu gören ağabeylerin, ondan ayrılışının 52. sene-i devriyesi bugün. Nur Talebelerinin hepsinin de manevî âlemde ondan ayrılışlarının yıldönümü. O bizim üstadımızdı.

Bugün sadece bizim değil, bütün dünyanın üstadıdır o. Öyle; bir beldenin, bir bölgenin, bir memleketin değil, bütün dünyanın; doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün bir dünyanın üstadıdır…

Onun hakkında çok şeyler yazıldı, çizildi, söylendi. Filmler, tiyatrolar yapıldı. Onun adına seminerler, konferanslar, paneller ve yad etme programları tertip edildi, ediliyor ve edilecek. Üniversitelerde, yüksek okullarda onun adına kürsüler açıldı, tezler, doktoralar yapıldı. Hâlbuki çok değil, bundan 30 küsûr sene önce, bizim gençlik zamanlarımızda, onun isminden bahsetmek bile suçtu. Ama ne suç, Kemalist bezirgânların ihdas ettiği keyfî bir suç. Ama şimdi… Dünya ona meftun, ona hayran. Ona keyfî olarak ambargo koymaya çalışanların ise, esamesi bile okunmuyor.

Yirminci yüzyıl… Kıyamete bir-iki asır kalan yüzyıl… Öyle dehşetli bir asır ki; beşer, insanlık âlemi, şimdiye kadar böyle bir asır görmemiş. Bütün kötülüklerini, intikamlarını, kinini, gayzını kusan bir dünya. Âhir zaman. Bütün ashabın istiaze ettiği, Allah’a iltica ettiği, sığındığı asır. Deccalların bir bir zuhur ettiği, ama onlara mukabil bu dinin sahibi Rabbimizin, halaskâr-ı din olarak yolladığı Mehdi-i Azâm Hazretlerinin de zuhur ettiği bir çağ.
İşte o asrın başı, geçen asrın sonunda, dünyanın bütün keferelerinin üzerine çullanarak boğmaya, yok etmeye çalıştığı Osmanlının, daha doğrusu vatanın, vatan toprağının, milletin kurtarılması için canını dişine takarak mücadele ve mücahede eden bir kahraman olan Bediüzzaman Said Nursî’nin zuhur ettiği çağ.

O, sadece maddî olarak, vatan-millet müdâfaasına soyunmamış, aynı zamanda manevî sahanın da en büyük halaskârı olarak vazifesini yapmış. İlâ-yı kelimetullah için, bu milletin, milletin evlâdlarının cehennem çukurlarına düşmemesi için uğraşmış, didinmiş. Harb meydanlarında bir elinde silâh, bir elinde Kur’ân tefsiri İşâratü’l-İ’câz’ı telif ederek de bunu isbat etmiş.

O ve onun gibi kahramanlar sayesinde vatanın halâs olmasından sonra zuhur eden din düşmanlığı, iman ve Kur’ân muarızlığına karşı o, tek başına göğsünü siper ederek durmuş. “Allah” demenin yasak olduğu o şen’î devirde o, ”Allah!” da demiş, Allah’ı da isbat etmiş. Ve bugün kim göğsünü gere gere “Müslüman’ım” diyorsa, işte onun o anlı-şanlı mücahede ve mücadelesinin tesiri vardır onun altında.

Zehirlemişler, hapse atmışlar, sürgün etmişler, nezarette tutmuşlar, yardan, yarandan ayırmışlar, görüştürmemişler, mektup yazmasına dahi müsaade etmemişler. Anasından emdiği sütü burnundan getirmeye çalışmışlar ama o, bunların hiçbirine aldırmamış, Hazreti Peygamber’i (asm) gözünün önüne getirmiş, “O, bunlardan daha zorunu görmüş ve katlanmıştı“ demiş, Hz. Yusuf’u (as) hatırlamış, “Demek ki hapse Yusuf (as) gibi haksız yere ve suçsuz olarak atılmak da varmış, o zaman burası da onun bir medresesi mesabesindedir ve burası bize, ‘medrese-i Yusufiyedir’” demiş, güzel görmüş, güzel düşünmüş.

Şeair-i İslâmiyenin ademe mahkûm edildiği bir beldede, o kudsî amellerin; ezanın, sarığın icra edilemediği zaman, bütün ümmetin mesuliyeti mucib hale düşeceğinden, o, ezanı da aslından okumuş, sarığı ve cübbesini de hiç çıkarmayarak, hem Müslümanları Şeâir-i İslâmiyenin icrası hususunda mesuliyetten kurtarmış, hem de öyle yapmakla, ecdadımızın en büyük temsilcisi olduğunu isbat etmiştir.

İşte o büyük Üstad, Kur’ân’ın bu asırdaki en büyük tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatı’nı hitama erdirdikten sonra, milletin iki hayatının kurtarılmasına vesile olacak o güzide eserleri itmam ettikten sonra, artık vazife- sini tamamlamanın rahat ve huzuru içinde mukadder menziline doğru yola çıkmış, Urfa’ya, ulü’l-azm peygamberlerden Hz. İbrahim’in (as) yanına doğru sür’atle yol alarak, orada, 1960 senesinde ”Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem” diyerek, dar-ı bekaya irtihal etmiştir. İlk hain ihtilâl olan 27 Mayıs 1960’ın akabinde, ona dünyada rahat vermeyen zihniyetin temsilcileri tarafından mezarında da rahat bırakılmamış, mezar soyguncusu nebbaşlar tarafından kabri parçalanarak, bilinmez hale getirilmiştir. Akılları sıra onu unutturup ademe mahkûm edeceklerdi. Ama o unutulmadı. Milyonlarca insanın gönlünde taht kurdu ve kıyamete kadar da unutulmayacak. “Dünyanın üstadı” ünvanına lâyık olarak da hep yâd edilecektir. Binler rahmet sana şanlı, kahraman Üstad! Elfü elfi rahmet…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*