“O emr-i itibarînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabi

Risâle-i Nur’un Kader Risâlesi olan 26. Söz’ün İkinci Mebhas’ında kader ile cüz-i ihtiyari yedi basamak halinde tevfik edilir, bağdaştırılır.

Birincisince Allah’ın Âdil-i Hakîm ismi zikredilerek, eğer O sonsuz adalet sahibi ve her işi hikmetli ise, biz bilmesek bile cüz’i ihtiyariyi kaderle bağdaştırmış olduğuna dikkat çekilir.

 Onun işlerinde en küçük adaletsizlik ve hikmetsizlik olmadığı için imtihan sırrını anlamlı ve âdil bir şekilde sürdürecek şartları hazırlamış olmalıdır.

İkinci basamakta vicdana müracaat edilir ve ölçü olarak kabul edilir. Her şeyin insanın ilmine bağlı olmadığı ve insan tarafından varlığı bilindiği halde mahiyeti bilinmeyen çok şeyler olduğu hatırlatılır. Cüz’i ihtiyari de o listeye eklenir.

Üçüncüsünde ise kaderin cüz’i ihtiyarı teyid ettiği, güçlendirdiğine vurgu yapılır. Çünkü kader, insanın cüz’i ihtiyarıyla yaptığı tercihlerini Cenâb-ı Hakk’ın bilmesi olarak tarif edilmektedir.

Dördüncü basamaktaysa, kaderin ezeli bir bilgi olduğu ve ezeliyetin ise bütün zamanları kuşattığı örnek verilerek açıklanır. Cenâb-ı Hakk’ın ezeli ilmi açısından geçmiş, şimdi ve gelecek zamanların aynı olması hakikatine dikkat çekilir. Cenâb-ı Hak şimdiki zamanı bütün detaylarıyla bildiği gibi, ona göre aynı yakınlıkta olan gelecek zamanı da şimdiki zaman gibi biliyor oluşu hakikati öne çıkarılır.

Beşincisinde kaderde sebep ile sonuçların beraber bulunduğu noktasına dikkat çekilir. Dolayısıyla sebep ya da sonuçtan biri yok sayıldığında ne olacağının bilinemeyeceği anlatılır. Bu çerçevede Mutezile ve Cebriye düşünceleri mihenge vurulur. Yanıldıkları noktalar gösterilir.

Altıncısı ve basamakların en derini olan kısımda ise, cüz’i ihtiyarinin varlık mertebesi sorgulanır. Bu konuyla ilgili iki hak itikadi mezhep olan Eşari ve Maturidi düşüncelerinin ince bakış açılarına dikkatler çekilir. Cüz’i ihtiyarın hür olması ve herhangi bir baskıya maruz kalmaması hakikati bu basamakta tahlil edilir.

Son basamak olan yedinci basamaktaysa, cüz’i ihtiyarın her ne kadar çok zayıf bir varlığı olsa da Cenâb-ı Hakk’ın külli iradesine bir şart kılındığı ve bu sebeple sorumluluk yüklendiği, örnek de verilerek akla yakınlaştırılır.

“Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücûb ortaya girip, ihtiyarı ref’ etsin. Belki, o emr-i itibarînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir” ifadesi en ince hakikatleri barındıran ve Üstad’ın “gayet müdakkik âlimlere mahsustur” dipnotuna eklemesine yol açan Altıncı Basamak’ta geçen cümlelerdir.

Altıncı Basamakta Eş’arî ve Maturidi inancının, Kur’ân’ın dört ana gayesinden ikisi olan tevhid ile ubudiyet ve adalet hakikatlerine ne kadar uyumlu bir yorum olduğu dikkati çeker. Tevhid hakikati gereği Cenâb-ı Hak-–melekler de dâhil olmak üzere—hiçbir varlığa yaratma ve hakikî tesir etme açısından bir yetki vermemiştir. Her şeyi yaratan, idare ve kontrol eden O’dur. Bu açıdan cüz’i ihtiyari’nin de-–Mutezile’nin yanlış bir şekilde iddia ettiği gibi—yaratılış noktasında herhangi bir ortaklığı söz konusu değildir. Fakat diğer taraftan insan yeryüzüne imtihan için gönderilmiştir. Üzerine büyük bir emanet yüklenen insan aynı oranda büyük bir sorumluluk da taşımaktadır. Bunun için ise gerçek anlamda bir özgürlüğe, cüz’i ihtiyara ihtiyacı vardır. Ubudiyet ve adalet hakikati cüz’i ihtiyarın herhangi bir baskıya, zorlamaya ve kısıtlamaya maruz kalmamasını gerektirmektedir. İşte bu hassas kesişim noktasında cüz’i ihtiyarın mahiyeti ve işlevi tanımlanır, Altıncı basamakta.

Hem Maturidi mezhebi hem de Eş’ari mezheri insanı hür kılan şeyin varlığını “emr-i itibari” olarak kabul eder. Maturidi mezhebi insandaki meyillerin “emr-i itibari” olduğunu kabul ettiği için insana meyilleri verir. Eş’ari mezhebi ise meyilleri Cenâb-ı Hakk’ın yarattığını düşünür, bu nedenle “emr-i itibari” olan meyillerdeki tasarrufu insana verir. Yani insanı hür kılan bu özelliğin harici bir vücudu olmadığını noktasında her iki itikadi mezhep de mutabıktırlar. İster meyiller olsun, ister meyillerdeki tasarruf olsun, sonuçta insan harici vücudu olmayan, yani emr-i itibari olan bir cüz’i ihtiyara sahiptir.

Emr-i itibarinin hakiki bir vücudu yoktur. Bu sebeple yaratılışı mecburî kılan “illet-i tâmme” olamaz, emr-i itibari. Dolayısıyla yaratılış için Cenâb-ı Hakk’ın külli iradesine ihtiyaç vardır. Bu sır gereği insanın meylettiği, istediği birçok fiil gerçekleşmez. Eğer, cüz’i ihtiyarın özü olan meyil ya da meyillerdeki tasarrufun hakiki vücudu olsaydı, insan meylettiği anda yaratılış için en son belirleyici sebep olacaktı ve o şeyin yaratılışı anında gerçekleşecekti. Bu ise insanın hürriyetini kısıtlayacaktı. Çünkü meyillerinden vazgeçme durumu söz konusu olmayacaktı. Çünkü herhangi bir günaha meyli esnasında, Kur’ân’ın “şu şerdir, yapma” ikazının onun için anlamı kalmayacaktı. Ve günaha meyil, harici varlığı gerekli kılan illet-i tâmme hükmüne geçtiği için ister istemez meyledilen işin yaratılmasını netice verecekti.

Üstad Hazretleri Yirmi Altıncı Söz’ün Altıncısı’nda anlatılan bu hakikatlere İşaratü’l-İ’câz isimli eserinde şöyle bir açılım daha getirmiştir: “Eğer Maturidilerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibari olduğuna hükmedilirse, o emr-i itibarinin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki, irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vâki olmaz. Hülâsa; adetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bilmasdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Madum da değildir ki, hasıl-ı bilmasdar gibi mevcut olan bir şeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.” (İşaratü’l-İ’caz, s. 75)

“Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücûb ortaya girip, ihtiyarı ref’ etsin. Belki, o emr-i itibarînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir.” cümlelerinde yer alan rüçhaniyet meselesiyle ilgili ise şunlar söylenebilir. Emr-i itibari olan meyiller ya da meyillerdeki tasarruf mevcudattan değillerdir, gerçekte harici bir vücutları yoktur. Bu sebeple bir Müessire, yani Cenâb-ı Hakk’ın icadıyla vücud vermesine ihtiyaçları yoktur. Bununla birlikte tamamıyla madum da değillerdir, itibari ve nisbi de olsa hakikatleri vardır. Bu nedenle emr-i itibari olan cüz’i ihtiyarın illeti insanın kendisinden kaynaklanan ve vicdani olarak bilinen bir şeydir. Cüz’i ihtiyarının “rüçhaniyet”ini ise o kişinin inancı, duâsı, vs. etkileyebilir.

Misâl vermek gerekirse, televizyonda maç yada dizi seyretmeyi tiryakilik derecesinde seven iki kişi düşünelim. Televizyonda maç yada dizi başladığında her ikisinde şiddetli bir seyretme meyli uyanır. Eğer onların bu meyillerini ve arzularını bastıran başka bir şey olmazsa dakikalarca, dikkatli bir şekilde televizyona kilitlenilirler. İki kişiden biri yeni anne olmuş birisi olsun. Televizyona kilitlendiği anda çocuk odasından gelen bir ağlama sesi onda güçlü başka bir meyil uyandıracaktır. Her iki meyil arasında tercih yapmak anneye kalmıştır. Fakat büyük bir ihtimalle anneyi çocuğa meylettiren illet daha ağır basacaktır. İkinci kişi ise, namazını geciktiren bir baba olsun. Namazını kılmadığını hatırladığı an televizyon seyrederek namazını biraz daha geciktirme meyli ile hemen namazını kılma meyli arasında kalacaktır. Bu kritik anda hangisinin sebebi, illeti ağır basarsa kişi o davranışta bulunacaktır. Ya nefis ve şeytana mağlup olarak birinci davranışı, ya da onlara galip gelerek ikinci davranışı sergileyecektir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*