Öğretmeni yenen “talebe!”

Cumhuriyet elitinin özgürlük anlayışı, kendi fikrinin kültürel yaklaşım olarak mutlaklaşması ile, “karşı”nın bunu bozacak bir ortaya çıkışının olmadığı bir yaklaşımdır.

Bu sebeple baskıcı ve hatta faşizandır. Türkiye solu da bu temelden yükselmiştir. Bu onların fikir ve san’atını büyük ölçüde etkilemiştir. (Meselâ; “İkinci Yeni” daha apolitik görünse de; toplumcu, şiirsel ve derin eleştiri.. Aslında, yine de politiktir.) Cumhuriyet “İslâmcılık”ı ise, nedendir bilinmez, bu kaynağı uzaktan izler ve “taklid” etmek ister konumunu bırakamamıştır. Bunu da birbirlerinin alanlarına giriş çıkışlardan kaynaklandığı düşünülebilir.

Ümmet millet farkı İslâmcılıkla ilgili bir yeni yaklaşım görülse de başlangıcı daha eskidir. Afgani’nin “milleti! milleti!” demesindeki mantığı, “Türkler önce Türklük şuuru kazanıp böylece İslâm’ın bayrağı altında diğer milletlerle birleşmesi”, Müslümanların halifeliğin ilgası sonrası döneminde “ümmet” kavramı “millet” olarak devam etmelidir, şekline geldi. Hatta, bu ölçek Anadolu coğrafyası ile sınırlı bir “ulus”a indirgenecektir.

Şu halde, akla gelecek, Anadolu’daki Hitit, Lidya, Bizans ve bunların arkeolojik değerlerini de içeri almak demektir. Bizantizm araştırmaları pek çok Anadolu geleneğindeki (Anadolu’da misafirlere sunulmak üzere horoz kesmenin sağlık, mutluluk işareti olarak görülmesi gibi.. Ayrıca hamam kültürü de Bizans kaynaklı kabul edilir) yansımaları çoğaltarak bir farkındalığa dönüştürmeyi gerektirecektir. Antik Yunan medeniyetinden Roma kalıntılarına kadar, tiyatro ve tapınakların yeniden güncellenmesi ile bir Anadoluluk bilinci ile medeniyet üretilebilir mi? Su yollarının, tatlı su kaynaklarının ve sıcak su akıntılarının antik mirası bizi ne kadar kültürel varis yapar ve bunun “Anadolu rönesansı”nı başlatacak ana unsurlardan olması ne kadar gereklidir? Cumhuriyet elitinin yıllardır buradan çalıştığı bilindiğinde, inancın da arkeolojik bir değer olarak yeniden tanımlandığını görüyorduk. Burada, fen ve san’atın antikitedeki temelini Anadolu topraklarında bulması zor olmasa gerekti. Türkiye’deki sol düşünce ve taklitçisi yönelimler için bu “yerel” ve “millî” bir yol olarak tanımlanabilecektir. Buna pek çok yeni motifler (Türklük, Kürtlük, Müslümanlık, Osmanlılık, Avrupalılık gibi) eklenerek birbirine karışık bir “kültür algısı” üretilebilecektir. İslâmcılık bu dile takılırsa ve kullanırsa ortaya ne çıkar?

20. asrın başında, fen bilimleri ile dinin esasları, milliyetle İslâm birleştirilecek ve bir “rönesans” gerçekleşecekti. Abdülhamid’in de projesi buydu. Netice “tevhid-i efkâr” ve “ittihad-ı İslâm”da buluşacaktı. Ancak bilimin üretilmesi ile milliyetin uyanışı sırasında yaşanan sorunlar ilerideki birleşmelerin gerçekleşmesini de geciktirdi. Cumhuriyetin ilk dönemi “rönesansı” iddiası ile çağdaş Anadolu kültüründeki bozulma ve çürüme, neticesinde çatışmayı getirdi.

Bediüzzaman bir karışım ve kargaşa değil füzyon peşindeydi. Yani her bileşen ağırlıklarını atıp Kur’ân etrafında birleşerek yerine büyük bir enerji ortaya çıkaracaktı. Bu evrensel ve büyük enerjidir ki İslâmiyet Güneşi ifadesi (Hitit güneşini çok aşan bir ışımayla) Anadolu’da gerçekleşir. Meşhur Ararat üzerinde parıldayan yıldızların etrafa dağıttığı parçalar böylece ahirete ulaştıracak füzyon mekânlarıdır.

Meselâ Kastamonu’dan Bediüzzaman Şaban-ı Veli’nin mânevî mirasçılarını buldu, çıkardı; Âyet’ül Kübra ile müthiş bir “kâinattan Hâlık’ ını soran seyyah” olarak yıldızlara ulaştı. Aynı yerden Rıfat Ilgaz Hababam Sınıfı’nı ve maalesef “İnek Şaban” karakterini çıkardı. Bediüzzaman oradaki talebelerine “Isparta kahramanları”ndan, onlara arkadaş olabilmenin erdemlerinden bahsediyordu. Buradaki kahramanlar şüphe yok ki hakikat kahramanlarıydı; efsane ve bâtıl inançların savaşçıları değil imanlarını kurtarma derdinde arayıcılardı.

Bir talebesinin şu mektubu bunu gösteriyor:

“Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalb ve Isparta’nın bir medar-ı fahri olan zâtın” kerametkârane “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!” feryadını “Cenâb-ı Hak duâsını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş”. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)

Bediüzzaman da kendini Ispartalı görüyordu; bir anlamda doğruydu, çünkü, İlk Yunan muhacirleri Anadolu’ya çıktıkları zaman buranın güzelliğini işitmişler ve Isparta anlamına olarak (İs-Barid) demişlerdi. Bu kelime zamanla (Sparta – Isparta) şeklini almıştı. Şöyle diyordu Üstad: Evet, ben üç cihetle Isparta’lıyım. Gerçi tarihçe isbat edemiyorum, fakat kanaatim var ki; İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı, buradan gitmiş. (Şuâlar)

Katolik Krallar İspanya’da saray yaptırıyor ve bunu Müslüman mimarlardan istiyorlardı. Çünkü zamanın en iyileri Müslümanlardı. Medeniyet bir ortaklık işidir. Dindaşlarla ittihad, ehl-i dinle ittifak… Kürt milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği İttihad-ı İslâm’a bir yol mudur, engel midir? Son dönemlerinde yoğunlaşmış bir söylem.. bir İslâmcılık anlayışını da üretebilir mi? Bediüzzaman cevabını çok önceden vermiştir:

31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî’de dedim ki:

“Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.” (Tarihçe-i Hayat)

Maddî saltanat kadar manevî saltanata da karşı olmaktır talebelik. En büyük istibdat ilmî ve mânevî istibdattır ki firka-i dâlleye sebep olmuştur. Bediüzzaman talebedir. Üstad “ders arkadaşı”dır. Bu anlamda (iddia edildiği gibi) bir “kült”e kesinlikle dönüşmemiştir. “Medeniyetinizden istifa ediyorum” kültürü red olsa da ve fakat başka bir kültür üretmek değil fıtrata, asla; yani asra dönmekten ibarettir. Anadolu bunun için cevherdir. Kişi kültü devamında ancak taklidlerini getirir ve her biri yeni bir külttür. Bunun devamı yoktur… Bediüzzaman’dan bir “kişi kültü” çıkmaz. Mehdilik tartışmalarından da hep uzaktır. “O ne derse o” diye bir kabul şekli talebelerinde yoktur. Önce mihenge vurur, sonra alır ya da elini öper geri gönderir. Hatta Abdülkadir Geylani, ki üstadlarındandır, gelse de bu süreç aynıdır.

Kastamonu’da bunu örnek verirken bir şey daha söyler Bediüzzaman:

“İşte bu dakik sırrı, senin Isparta’lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse, seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (Kastamonu Lâhikası)

Risale-i Nur hareketi nevzuhur köksüz bir hareket değil; Ehl-i beytin yüksek bir geleneğinin taşıyıcısıdır. Kişi kültü üzerinden bir iman ve Kur’ân hizmetleri İslâm tarihinde başarısız kalmıştır.

Bediüzzaman’ın nazarları (halen de) ısrarla kendinden uzak tutup Risale-i Nur’u öne çıkarması bu kült olabilme ihtimalinden duyduğu endişe sebebiyledir:

Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-i imaniyedir. (Emirdağ-2)

Prof. Şerif Mardin, (Anadolu’da) cumhuriyeti temsil eden öğretmenin cami, imam ve esnaftan oluşan ’mahalle’ye karşı kaybettini söylemişti:

“1950’den beri bu rekabette cumhuriyetçi ve halkçı öğretmen geride kaldı. İmamla rekabetinde öğretmen topluma iyi, güzel ve doğruyu eski sistem kadar iyi gösteremedi. Oysa Avrupa’da modern cumhuriyetlerde ’İyi, güzel ve doğru olan’ hakkında çok araştırmalar yapıldı. Bizde bu kadar derin araştırmalar yok. Bu sebepten biz cumhuriyetimizi bakma ve görme üzerine kurduk.”

Bediüzzaman tam da bunu, Kastamonu’da yanına gelen gençlerden, muhtemelen “lisan-ı halleri” ile aldığı mesajı büyük bir felsefî problem olarak soruya dönüştürüp, kolaylıkla bir cevaba ulaştırmıştı.. bu tecrübe gösteriyor ki, yeni tarihte “halkı temsil eden” yeni kahramanlar olarak “talebeler” öğretmeni gerçekten yenmiştir.

“Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” (Asa-yı Musa)
Bu soru ve cevap çok mühimdir. Bütün bir bilim felsefesini bunun üzerine kurabilirsiniz.

Şerif Mardin’in şu belirlemesi de bir noktadan yakalamış:

“Nurcu hareket bugünkü Türk vatandaşlarının doğuştan gelen hakları arasına tedricen katılan bazı reformları -örneğin genel ilköğretim gibi- toplumsal hayatın verileri olarak kabullenme durumunda kaldı. Nurcu hareketin 1950’den sonra yeni bir ivme kazanmasının sebebi, Panislamcı propagandanın modernleşmesi değil, Cumhuriyet Türkiye’sinin yeni kültürüne entegre edilmiş ve Türklerin nesilden nesile devrettikleri mirasın parçası haline gelmiş yeni malzeme ve fikirlerle çalışabilmesidir. “

“Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.” (Mektubat) Risale-i Nur müsbet hareketini hazır veriler üzerine doğru hükümler ile işleyerek tahkim eder.

Bir tarım kanalında bir çiftçi şöyle dedi: “Yabani otları yolup atarız, ama aslında onlar toprağın öz evlâdıdır. Sonra ektiklerimiz üveydir.”

Mardin’in: “imam öğretmeni yendi”nin bir yorumunda cami, imam ve esnafın aslında halkın kendisini temsil ettiği söylenmişti. İşte ispatı…

Yani “halk” tabiata büsbütün madde olarak bakmıyor… Ruh buluyor, içinde Yaratıcı’dan gelen bir bağ kuruyor. Bunu kuramadığınız sürece verdiğiniz felsefe kabul görmüyor. Anlaşılmıyor. Gerçek hayatta bir yer bulamıyor. Çiçekleriyle konuşan bir insana bunun tamamen unsurların bir birleşimi olduğunu nasıl anlatırsınız… Kendi ürettiği makineden bile ruh bekleyen, cevap isteyen bir insana, her şey maddeden ve unsurlardan tesadüf etmiş ve dağılıp gidecek şeylerdir, demek, ne kadar kabul bulacaktır. Ki zaten saçmalıktır.

Öte yandan, “felsefe yapmak çorba yapmaya benzemez” diyerek, Ali K. Metin, Fikir Coğrafyası’nda başka bir yorum yapıyor: “… ‘Bilginin İslâmileştirilmesi’ tezlerinde olduğu gibi dili, yani epistemik yapıyı / temelleri bozarak, çarpıtarak, yerinden ederek kendi ontolojik düzlemimize taşımakla bir düşünce sistematiği geliştirilemez. Evrensel bir dilin inşasından da söz edemeyiz. Bu minval çorbacılık, ne yazık ki bizdeki reaksiyoner, muhafazakâr tutumların bir göstergesi ve alışkanlığı belki de bir çaresizliği olageldi. Evrimi reddetmek için bilime türlü türlü kisveler giydirmeye çalışan bilhassa da birtakım Nurcu anlayışların yapageldikleri buydu: yani reaksiyoner yaklaşımlarla malûl bir eklektizm. Lâkin Nurculuk bu işin aslında avamî bir versiyonundan ibarettir. Akademiye doğru gidecek olduğumuzda orada bu işlerin daha sofistike uzantılarına şahit oluyoruz. Felsefenin yerinden edilip kelâmın sahasına / karakterine büründürülmesi -veya tersi-, felsefe dilinin yerine kelâm dilinin ikame edilmesi böyledir. Bununla beraber akademide belki o kadar da görülebilir düzeyde olmayan bu tür karıştırma veya eklektizmin başka tarz örnekleri, varoluşçuluk felsefeleri üzerinden felsefe çalışmaları ve disiplini içine boca edilebilmektedir… Bizim açımızdan felsefe, dinî ve kültürel sabiteleri esas alarak bakıldığında halen epistemik bir krizle baş etme mecburiyeti içindedir. Bu krizi kenara koyarak veya bypass ederek felsefeyi ontolojik alana taşımakla sadece meseleyi kamufle etmiş ve bastırmış oluruz.”

Bediüzzaman’ın şu ifadesini hatırlamak gerek:

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin mes’eleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler te’lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cem’iyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cem’iyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cem’iyet yoktur.” (Tarihçe-i Hayat)

Tabana yayılmış bir müsbet düşünce ve davranış pratiği…

Mardin: “Köylü kesimin modern topluma uyarlanmasında Risalelerin rolüne değinmek” gereğini söylerken, tahlilleri içinde, elbette dinî ve imanî meseleler sosyolojinin kelimelerine sığışmayacağından, kısır kalıyordu. K. Metin’in kullanıldığını söylediği “Yeni bilim” ya da “Bilimin İslâmîleşmesi” gibi kelimeler de Nurların tarzını değil, ancak modern dildeki karşılığını ifade edebilir.

Mardin’in de vurguladığı “dil din meselesidir”. O halde dili din için kullanırken sosyoloji ve psikolojinin aletlerini kullanmak Osmanlı müziğini notalara dökmek, Itrî saltanatlı tekbirini piyano ile çalmak gibidir. Metin’in denemesinde karşılaştığı felsefî (Nurcularla ilgili yaklaşımı özellikle) sorun da benzer biçimdedir.

İslâm âlimleri, Alkhateeb’in de anlattığı gibi, entelektüel geleneklerle meşgul olurken konuyla alâkalı bazı temel kavramlar geliştirdiler. Onların çalışmaları, (meselâ fizikte) Newton ve Einstein gibi dehaların üzerinde iş göreceği temelin hazırlanmasına yardım etti. (Bediüzzaman’ın özellikle Van’da yaptığı benzer yöntemli çalışmalar pek çok keşfe, çoğu bilinmemesine rağmen, sebebiyet vermiş; bir kısmı Risalelerinde derc edilmiştir.) En büyük öncülerden biri olan İbn-ül Heysem “felsefeye daha az ve bilime daha fazla güvenerek” ışığın yapısı üzerine yüzlerce deney yaptı. Ki bu sebepledir ki: “… onun optik üzerine yaptığı çalışmalar olmaksızın kamera icat etmek muhtemelen bin yıl daha mümkün olmayacaktı” diyor Alkhateeb.

Bugün aynı etkiyi Risaleler, sadece ışık üzerine bile, hem fıtrat penceresinden en alttan başlayarak havassa, hatta havassul havassa uzanan fikir ve deneyimleri sunabilecek bir derinliktedir. Bediüzzaman, elektriğin tam da keşfi dönemlerinde (şunu iddia etmekten çekinmemek gerekir) Edison ve Tesla kadar -deneysel olmasa da teorik olarak meşgul olmuştur. Kur’ân’da elektrikten bahseden âyetleri incelerken Risale-i Nur’da da akisler ve parçalar yerleştirmiş ki, âyetlerdeki işaretleri bunun için kaynak kabul etmiştir. Buradan hem maddî, hem de manevî sonuçları çıkarabilmiştir.

Bediüzzaman’ın Mardin’in halk için kullandığı sadece “bakmak ve görmek” ten ibaret değil, “görmek ve göstermek suretiyle” bilime İslâmın hediyesi olan bilimsel yöntemi, yani gözlem ve deneyi dört kelime ile yani “mana-i harfi, mana-i ismi, nazar, niyet” olarak yeniden formüle etmiştir. Bunun “ömrünün ve tahsilinin neticesi” dört kelime olduğunu söylemiştir. Bugün teorik Fizik’teki gelişimi bir de Risalelerle birlikte okumak gereği ortaya çıkıyor demek ki… Yani doğruları ve doğru biçim ve formları “efalimizle izhar etmek” şahsî olarak düşünce ekseninde buradaki “göstermek”i ifade edebilir.

Her bir fenni dinlemek… fıtratı dinlemektir. Hâzır medeniyetin iki büyük problemi vardır: Bilimde evrim ve sosyal hayatta bankacılık.
Bu ikisi kalktığı anda bina çökecektir. Bilimde evrim temelinin “kayyumiyet” ile bankacılık sisteminin faizin kaldırılıp zekât ile yer değiştirmesi sayesinde insanlık güçlendirilebilecektir… Bunun için Esma-i İlâhî üzerine bilim dili ve şeriat-ı Ahmediye (asm) üzerine sınıflar ilişkisi esas yapılmalı…

Bediüzzaman’ın; uçakların geçişine bakarak “Nevimle iftihar ediyorum” dediği gibi “hevarık-ı beşer” elbette değerli verilerdir.

Ancak talebe “evrensel” bakar: “Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir.

Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.

Meselâ; tayyare-i beşer Kur’âna dese: Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.

Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur’ân namına diyecekler: Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” (Sözler)

Evrensel bakış diğer taraftan deney ve gözlemi ister. Bilim insanları her şekilde desteklenmelidir.

Anadolu’nun zengin kaynakları günümüzde de pek çok değerler yetiştiriyor: Aziz Sancar, Canan Dağdeviren, Mete Atatüre, Ali Erdemir gibi… Bunlardan en çok talebeler şeref duyar.

Hatta bu bakış Anadolu’yla da sınırlı değildir. Yahudi filozoflarının en büyüğü kabul edilen Meymunides, Müslüman İspanya’da yetişti; Katolik Kilisesi’nin 10. yüzyıldaki lideri Papa II. Sylvester gençliğinde Endülüs’te eğitim almıştı… “Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın?” (Münâzarât) Müfredatta amaç, taklidî de olsa imanı vermesi, en azından tahkike yol açmasıdır… taklid tahkike yol açabilir… Bilim adamları niye referans verir? Araştırmaya teşvik için… Talebenin işi doğru kelime ve anlayışı geliştirmede pratik sürece destek olmaktır. Fransa’da yayınlanan “Fizik ve Allah” kitabı en çok satılanlardan olabiliyorsa… Bunun muadilleri elbette talebeler tarafından yazılacaktır.

Meşrûtiyetten sonra Abdülhamid iyi niyetle modern okullar açıyordu; ancak bunlar sadece “modern” okullardı. Bir füzyon etkisi değil, zihinlerde karışma ve kargaşaya sebep oluyordu. Van’daki azınlık okulları ise sayıca ve kalite olarak daha üstün ve etkindi.

Molla Said’in “Horhor”una gelmek isterdi talebeler…

O zaman da muallimlerden benzer şikâyetler olurdu: “Bize Allah’tan bahsetmiyorlar.” Bediüzzaman’ın “Horhor Medresesi” ise bir laboratuvardı.

3. Abdurrahman, Kurtuba’nın dışında dev bir saray şehri inşa ettiğinde dünyevî alanda mimarî başarılar ortaya konulmuştu. Zamanının Versailles’i olan Medînetü’z-Zehra (Güzel Şehir) diplomatik elçilik görevleri ile uzak ülkelerden Endülüs’ün başşehrine gelmiş ziyaretçileri de cezbediyordu. Van’da ise yeni medeniyetin Medresetü’z-Zehra’sı (Güzel Medrese) kurulacak; benzer etkiyi uyandıracaktı. Şöyle tarif ediliyordu bu güzellik:

“Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdane humret (1); hürmet ve merhametten tevellüd eden masumane tebessüm (2); fesahat ve melahattan hasıl olan ruhanî halâvet (3); aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş’et eden semavî neş’e (4); hüzn-ü gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet (5); hüsn-ü mücerredden, cemal-i mücelladan tecelli eden mukaddes zînet (6); birbiri ile imtizac edip, ondan çıkan levn-i nuranî ancak o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâ’be-i saadetinin tâk-ı muallâsının kavs-i kuzahının elvan-ı seb’asının lacivert levninin timsali, belki şu levnin manzarası bir derece irae edilebilir. “ (Münâzarât)

İşte füzyon!.. Ancak, tarih bu kez kesintiye uğrayacaktı.

Sonrasının Medrese-i Nuriye’si ise yeni bir Anadolu inşa edecekti. Dini, bir “kültür” bağlamından çıkarıp çocuktan ihtiyara, köylüden en medeniye; hatta farklı mezheplerden ehli dine, pek çok kesimi bir sözde “Allah’ın sözü” ve kelimesi ile birleştirmekle.. “tevhid-i kelime”der buna Üstad…

Sadece bir örnek: Hem nasıl ki, bir harika şehirde, milyonlar elektrik lâmbaları, hareket ederek her yeri gezerler; yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle, elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı, kozmoğrafyanın dediğine bakılsa küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gaz yağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki, sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gaz yağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri, ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla, bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultan’ını, Münevvir’ini, Müdebbir’ini, Sâniini o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.”

Selçuk Şirin, yazısında, “hakikat sonrası dönem” tahripkârlığına karşı geliştirilmeye çalışılan yeni bir alandan bahsediyor: Metafor uzmanlığı…

“ABD Bilimler Akademisi’nde iki yıldır bir komitede görev alıyorum. Alanlarında seçkin 18 bilim insanıyla çocuk gelişimi üzerine bir rapor hazırlarken fark etmiştim. İlk toplantımıza bizim dışımızda iki uzman da katılmıştı. Daha sonra bizim komitenin bütün faaliyetlerinde bizimle olan bu uzmanların işi ne biliyor musunuz? Metafor bulmak! İletişim alanında tecrübeli bu arkadaşlar bizim bilimsel olarak altına imza attığımız verileri daha geniş kesimlerin kolayca anlayabilmesi için metaforlara dönüştürüyor. Ama dikkat edin, projenin sonunda değil, taa ilk başında ve bizlerle yola çıkan uzmanlardan söz ediyorum”

Medrese-i Nuriyelerde, talebenin, Anadolu’da tahsil ettiği “Risaleler”in bu konuda nasıl bir hazine taşıdıklarını göstermek gerekiyor, değil mi?

“Tahsile gitmişler!”

Dediler:

– Şeriat-ı Garra’daki medeniyet nasıldır?

Dedim:

-Şeriat-ı Ahmediye’nin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkışaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz’eder. (Sünûhat)

Bediüzzaman’a mesleğini sorduklarında… “Seyahatımda beni tanıyamıyanlar kıyafetime bakıp, beni tacir zannedip derlerdi ki:

– Sen tacir misin?

C- Evet tacirim, hem de kimyagerim.

S- Nasıl?

C- İki madde var, mezcettiriyorum: Bir tiryak-ı şâfî, bir elektrik-i muzi tevellüd eder.

S- Nerede bulunur?

C- Medeniyet ve fazilet çarşısında; cephesinde insan yazılan ve iki ayak üstünde olan sandık içindeki, üstüne kalb yazılan siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

S- İsimleri nedir?

C- İman, muhabbet, sadâkat, hamiyet.” (Münâzarât)

Afyon Ağır Ceza Hâkiminin benzer sorusunda ise, mesleğini, “iman kurtarmak” olarak adlandıracaktır.

Bediüzzaman’ın: “Bu müdafaanın ehemmiyetle neşri lâzımdır. Âlem-i İslâm ondan çok istifade edecektir” dediği Mehmet Kayalar’ın Diyarbakır Ağır Ceza’da yaptığı müdafaa mantık kurgusu ile harika bir “dâvâ savunması”dır. “Risale-i Nur nedir?” “Bediüzzaman kimdir?”i tam yerinde açıklamıştır.

Kayalar, savunmasında, üç temel yaklaşımı ortaya koyuyor:

1. İddianamede «dinin vicdanî ve bâtinî mes’ele» olduğu ifadesine karşı çıkarak, “din; gizli, gözden saklı açılmaz bir kutu içinde müşahede edilmez bir şey gibi” zikredilmesini bariz bir hata olarak görüyor. “Aksine olarak din; zahirdir, aşikârdır, bir içtimaiyat dinidir, medeniyyet dinidir” diyerek, savunmasında bunu ispatlıyor.

2. İddianamedeki aleyhlerindeki suçlamalar karşısında, yerinde bir Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Nur Talebesi tanımı yapıyor.

Bediüzzamanı tanımlaması: “Bedîüzzaman, ulûm-u fünunun uçsuz bucaksız vadilerinde sergerdan olan erbab-ı ilme, maksad ve gayelerine ulaşmak için; bir düstur-u küllî, delil-i aklî, mizan-ı ilmî, ve şuur-u ulvîdir..”

Buna göre Risale-i Nur: “Peygamber-i Zîşan Efendimiz (asm) bütün beşeriyete tebliğ ettiği ahkâm-ı İlâhinin mecmuası olan Kur’ân-ı Hakîmin pek ulvî bir tefsiri olarak hakaik-ı Kur’ân’ı, şu asırda beşeriyetin terakki ve tekâmülâtına en uygun bir tarzda, asrın ve ensâl-i âtiyenin fehm-ü idrakine hitap ederek ulûm-u fenniye ile ulûm-u İslâmiye ve îmaniyeyi mezc eden Risale-i Nur yüzotuz küsur cildden ibaret pek müstesna bir eser-i mübarek ve bir tefsir-i Kur’ân’dır.”

Nur Talebesi demek ise: “Kur’ân’ın (bu) tefsirini okuyanlara, Risale-i Nur şakirdi denir. Tıpkı İbn-i Sinan’ın şakirtleri, Aristonun şakirtleri, Mesnevînin Şakirtleri, İmam-ı A’zam’ın şakirtleri denildiği gibi; İmam-ı A’zam’ın şakirtleri nasıl İslâmiyet ve Kur’ân hizmetinde, İmam-ı A’zamın isim ve eserleri üzerinde sa’y etmişler, onun gibi Risale-i Nur şakirtlerinin de ahirete müteallik hizmet-i dinîyeleri odur.”

3. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için dinî takyidattan kurtulmak lâzım geldiği” şeklindeki iddialar (aynı zamanda devletin resmî propagandası!) Kayalar’ın savunmasında, kırk civarındaki dönemin Avrupalı düşünür, yazar ve devlet adamlarının ifadeleriyle çürütülüyor.

Ayrıca, Platon’un, hocası Sokrates’in savunmasını yazması gibi, Mehmet Kayalar’ın 27 Mayıs sonrası Malatya Ağır Ceza’ya verdiği müdafaa da tarihî bir değerdedir. Bu savunma “Kur’ân nedir?”in müthiş bir izahıdır; “riyazi bir ispat” ın şaheser bir örneğidir. ‘Kibre karşı izzeti göstermek sadâkadır’ hükmünü, zor zamanlarda, “cehl-i mürekkep” içindeki felsefeci ve üniversite hocalarına, “müsbet hareket” dersini gösterir şekilde, Kur’ân ilmindeki derinliğini, derinleştikçe ifadelerin zaman ve mekân kayıtlarından sıyrıldığını, Kur’ân harflerinden tarih ilmine açılarak, “gayb aşina” bir nazar’la ilimlerdeki incelikleri bulmakta, hakikatin bilgisine ulaşmaktaki kolaylığını, Risalelerin temel mantık zeminine vukufiyetini göstermiş; ifadenin gücünün, dilin inceliklerinin, şiirin etkileyici coğrafyasında çiçek açtığı büyük bir zekâyı, Bediüzzaman’ın “talebesi” tarih karşısına çıkarmıştır.

Kayalar bu savunmasını da yazmakla istemiştir ki: “ tarih yazsın! nesli ati okusun!”

Ali Ulvi Kurucu’nun, genç yaşta Mısır’da ismini duyduğu Bediüzzaman’ın daha sonra Tarihçe-i Hayatı’nın önsözünü yazmasını anlattığı bölümler de böyledir. (Hatıralar, 3. Cilt Ertuğrul Düzdağ). Bediüzzaman ve Risaleleri’ni asıl bu vesileyle bir çırpıda inceler ve nisbeten dışarıdan bakan biri olarak onu ve eserlerini değerlendirir. Bir hafta gibi bir sürede yazılması planlanan önsöz bir günde neredeyse tashihsiz yazılır ve Üstad tarafından aynen yayınlanır. Buradaki tanımlar ve tanımlamalar Risalelerin ilk uyandırdığı anlam ve algıların tesbiti açısından hem bir şahit hem de örnek bir olgudur (phenomenon)…

“Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikata hizmet ettikleri müddetçe Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvâsını isbat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î bürhanları, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğunu her gün bir kat daha isbat ve ilân eden “Müsbet ilim”dir. (Tarihçe-i Hayat)

İslâm ve Batı kitabında İ. Kalın, Endülüs’ün yıkılışını: “Böylece Yahudi, Müslüman ve Hıristiyanların çok dinli ve çok kültürlü bir medeniyet havzası olma şansını bu tarihte yitirdiğini söylersek abartmış olmayız” şeklinde yorumluyor. Müslüman İspanya, İslâm dünyasında biriken ve 1400’lü yıllardaki Rönesans’ın kıvılcımının ortaya çıkışına yardım edecek bilginin Avrupa’ya geçtiği “anayol”du. 1200 yıllarında Hint alt kısmının kuzey kesimlerinde Delhi Sultanlığı, Arap, Fars ve Türk kültürlerinin yerli Hindistan kültürleri ile kaynaşması benzersiz bir Hindistan Müslüman medeniyetini kurabilmişti. Aynı şekilde Babürlüler Devleti. Mimar Sinan’ın bir talebesi Taç Mahal’in inşası için bu ülkeye gitmişti.

Hatta: “Hindistanlı Müslümanlar arasında yaygın olan Urduca; Arapça, Farsça, Türkçe ve Hintçenin etkilerini yansıtmaktaydı. (Kayıp İslâm Tarihi).

Bediüzzaman Van ve çevresi merkezli bir “Anadolu rönesansı” gerçekleştirecek olan Medresetüzzehra projesini de benzer dil ve “medeniyet tasavvuru” üzerine planlıyordu. Talebenin “himmetini pervaz” ettirecek pek çok “mezc”le… Arapça vacib, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz şeklinde bir dil ile…

Dünya ölçeğinde mevcut durumu ise “İslâmın zeki evlâtlarının” kendilerini yeniden üretebilecekleri “parçalı millet” süreci olarak görüyor ki, bunu da şöyle tarif ediyordu: “tahsile gitmişler!..”

“Mesela, sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve aza ve hüceyratı miktarınca yüz binler diller ile Sâni’ini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvî bir makam sahibi bir acayibü’l-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan Cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise bu çok acib ve tam mutî, hayattar ve cismanî melaikeyi camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hêlik, manasız, hâdisatın herc ü merci altında ve inkılâbların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaattar fabrikayı mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir. İşte (inneşşirke le zulmü azîm) sırrıyla, şirk bir tek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki Cehennemde hadsiz azaba müstahak eder.”

(Şuâlar)

Burada (rölativiteyi nasıl da “mana-i harfi ve mana-i ismî” sistemiyle yeniden tanımlıyor!) nasıl berrak ve evrensel bir zihin coğrafyası görülüyor değil mi?

Tabiat kanunları ile başlamaktan, “sır” ile başlamak, ki (İbn-i Hacer’de geçtiği üzere; sır tutmak Allah’ın sünnetidir, Sünnetullah) bu “mana-i harfi ile bakarak mana-i ismi görmek” olan sistematiğin “ilk muharrik noktası” denilebilir. Elbette sırlar aynı zamanda kodları verir. [Gazali’nin dediği gibi; sırlar -şüphesiz nefsinden- özgür mü’minlerin kalplerinde gömülüdür].

Bediüzzaman’ın “dört kelime dört kelâm”ı eşyayı “tağyir” ettiğini söylediği nazar ve niyet kavramlarını temelde ihtiva eder ve iç içe bir sarmal yaparak din ve fennin bütün boyutlarını işaretler. “Hakikat sonrası” dil ve anlam bozukluklarını çözecek “belâgat-ı Kur’âniye” içinden çıkacak “nazm-ı maani” buradan yol alacak olmalıdır. Yani, eşyanın mahiyetinin “tağyir” ile “tamiri” (ki buna güzellik denir, hüsn) aynı noktada inşa edilecek bir “tecdid” dili ile imkân dahilinde bulunabilecektir. Fıtrat da kâinatta böyle işlemiyor mu zaten? (İşte madde, kuantum düzeyinden makro kâinata kadar hem yıkıma hem de sürekliliğe sahip..)

Bediüzzaman’ın; Ezcümle: “Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatının keşşafı yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”

Muhakemat – dediği tam yeri burası olmalıdır. Eşyanın “tağyir” ile “tamir”i kelimeleri, başta eşyanın birer makine gibi düşünülerek, ki Bediüzzaman eşyayı birer makine ve kâinatı fabrika olarak tanımlıyor; eşyanın fıtrattaki kusursuzluğu ile kendine ait kabiliyetsizliği arasındaki mutlak tezadın ancak mana-i harfi ve mana-i ismi ilişkisi kurularak eşyada görülen her bir niteliğin bir fiil (işleyiş), fiilin isim (Esma-i İlâhî), ismin sıfat (Allah’ın Zâtî ve subûtî sıfatları) sıfatın şuunât (şuunât-ı İlâhî) ve nihayet şuunâtın bütün kemallerin kaynağı ve nihayeti olan Zât-ı (Zât-ı Akdes) yükselen bir seri ile işaret ve temsil ediyor. [Bu sistemin kavramsal ifadesi Âyet’ül Kübrâ’da anlatıldığı üzere şu kelimedir; “Allah’u ekber”]. Bu çalışma eşyayı ve tabiatı “fıtrat” eksenine yerleştirecek Kur’ân’ın belâgatıdır.

Çünkü, “Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.” (Mu’cizat-ı Kur’ân’iye)

Ruşen Çakır yıllar önce “benim görüşüme göre Said Nursî Türkiye’de yüzyıl içerisinde özellikle Cumhuriyet tarihinde en önemli düşünce ve eylem adamıdır” demişti. (Aynı fikrini sürdürdüğünü geçen günlerde deklare etti). Bunun sebebini ise şöyle açıklamıştı; “… Risaleler’in çevresindeki halkaya, talebelerine, aktardığı İslâm yorumlaması bence çok ilginç. Şöyle ki; artık pozitif bilimlerle İslâm öğretisinin çelişmediği düşüncesini çok ilginç buluyorum. Bir anlamda pozitivizme yaklaşıyor, ama bir anlamda… Çok ilginç olan görüşlerinin Türkiye’de bir çığır açtığını düşünüyorum. Bu doğru olur, yanlış olur önemli değil, önemli olan bunun yeni bir düşünce geliştirmesi ve bu düşünceyi aynı zamanda toplumsallaştırmayı bilmesi. Belki de Said Nursî’yi en önemli kılan; düşünceyi harekete dönüştürebilmesidir.”

Çakır’ın Bediüzzaman’ın “müsbet hareket”ini düşünce ve eylem olarak keşfetmesi “neredeyse” bazı modern düşüncelerle (pozitivizm ve rölativizmle) bazı ince dönüş yerlerini atlayarak da olsa (ki buralar modern düşünce enstrümanlarınca üstü kapatılan “müsbet düşünce ve hareket”in ise asıl çıkış noktalarıdır) tartışma zeminine koyması önemlidir. Buradan mevcut verileri işlemekle “talebe” için hakikatı gösterecek neticeleri vereceği muhakkaktır.

İslâm’ın evrensel ve medenî karşılıkları ile başarısız bir “yeni inkılâb”ın, bunların karşısında bozgunculuğu yerli anlayış ve tavra dönüştüren “Kemalizm”le ilişkisi öğretmeni yenen “talebe”nin Bediüzzaman’ın işaret ettiği Ahmedler, Saidler, Tahirler vs olarak tahakkuk edeceği bir vasatı üretmekteki sorumluluğunu da ortaya çıkarıyor. Değil mi?

Caner Kutlu

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*