Okuma programları

Şimdi sayısı belli olmayan mekânlarda okuma programları yapılıyor. Hiçbir zorlama yok. Bu bir gönül işidir. Bunlar dünyaya meydan okuyanların, hakikat kahramanlarının işidir. Dünyayı ahiretin mezraası olarak kabul edenlerin işidir. Bu okumaların bir tatili yoktur. Bu bir silsiledir. Hem de lezzetli bir silsiledir.

Yıllarca okuma programlarına katıldık.
Bunun nedeni “muhabbet“ idi.
Çünkü; o “sebeb-i vücudumuz ve hayatımızın rabıtası” idi.
Her şey okuduktan sonra başladı.
Kimi bir dere kenarında,
Kimi deniz dalgalarının üstünde,
Kimi bir muhteşem ağacın tepesinde,
Veya dershanelerde veya hapishanelerde…
Hiç fark etmez.
Okumanın yaşı ve başı olmaz.
Önce inanmak gerekiyor.
Isparta’da risâleleri yazan bahtiyar heyete Bediüzzaman sorar:
“Sizler yazıyorsunuz, ama hiç okuyabiliyor musunuz?”
Yazanlar cevap verir:
“Yok Üstadım, okuyamıyoruz”
“Peki günde 30 sahife okuyabilir misiniz?”
“Okuyamayız Üstadım”
“Peki 20 sahife?”
“Okuyamayız Üstadım”
“Peki 10 sahife?”
“Hiç okuyamayız Üstadım”
“Peki her gün bir kitabı açıp kapayabilir misiniz?”
“Evet onu yaparız Üstadım” derler.
Yanında bulunan talebesi Üstada sorar:
“Üstadım böyle olur mu?”
“Kardeşim, Risâle-i Nur kendini açınca okutur.”
Bu hadise 1970’li yıllarda bir İstanbul dersinde anlatılır.
Kaynağı İslâm Yaşar Beyefendidir.
Derse ajan olarak görevli geldiği sonradan anlaşılan bir teğmen:
“Böyle saçma bir şey olabilir mi, isterse insan okumayabilir” der içinden.

Ve ders sonunda oradakilerden bir emanet kitap ister, evine gider, pijamalarını giyer, kendini ispat etmek için Sözler kitabının sahifesini açar ve orada şunları okur:

“Ey kardeş! Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtiyle…” diye geçen bahsi okuduğu zaman dehşete kapılır.

“Aman Allahım, bu zat benim asker olduğumu nereden biliyor?” diyerek o gece kitabı geç vakitlere kadar elinden bırakamaz.

Ertesi hafta derse tekrar gider.
Oradakilere şu itirafta bulunur:

“Ben buraya görevli olarak geliyordum. Geçen hafta anlatılan bahsi istihzâ ile dinledim. Ama kitabınızı okuduğum zaman anladım ki, gerçekten risâleler açılınca kendisini okutturuyor. Kitabı elimden bırakamadım“ der.

İşte Nur Dünyası böyle bir şey.
Ben de yıllar önce arkadaşımın bana verdiği Meyve Risâlesi ile, kitabı düşman gibi kabul ederken elimden düşürememiştim.

Risâleler gerçekten böyledir işte. Ona gönlünü ve kafasını açmayana, o açılmaz.

“Anlayarak ve kabul ederek okumak” ayrı bir şeydir.

On bine yakın savcı ve hakimin nezaretinden geçmiştir.
Yüzlerce bilir kişi, binlerce emniyet görevlileri…
Ama kimlere kısmet olmuştur?
Arzu eden ve talep edenlere…
Onu gazete gibi okuyanlar bir şey anlayamamıştır.
Satır satır ve sindirerek okuyanları ise yerinde durduramazsınız.
Yollar yolları, iller illeri kovaladı.
Kimi zaman bir delikanlının elinde,
Kimi zaman kalbi kırık, dünya zinetinden uzaklaşmış orta yaşlının,
Kimi zaman iffetli bacıların ve kızlarımızın elinde,
Kimi dağ başında,
Kimi arabasının içinde,
Kimi Nur dershanelerinde,
Kimi daha büluğ çağına girmemiş masum sinelerde….
Her yerde ve her zaman…
Şimdi sayısı belli olmayan mekânlarda okuma programları yapılıyor.
Hiçbir zorlama yok.
Bu bir gönül işidir.
Her kişinin değil, er kişinin işidir.
Bunlar dünyaya meydan okuyanların, hakikat kahramanlarının işidir.
Dünyayı ahiretin mezraası olarak kabul edenlerin işidir.
Bu okumaların ve programların bir tatili yoktur.
Bu bir silsiledir.
Hem de lezzetli bir silsiledir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*