Okumanın yaşı yok, ama gençlik daha çok okumalı

Üstad gibi bizim de son nefesimize kadar okumayı hayatımızın ayrılmaz ve vazgeçilmez bir faaliyeti kılmamız gerekiyor. Ama gençlik döneminin yeri başka. Bilhassa 30 yaşına kadarki dönem, risaleleri okuma, hazmetme, adeta “dem ve damarlara karışacak” derecede özümseme noktasında çok iyi değerlendirilmeli.

Okumanın yaşı yok, ama gençlik daha çok okumalı

Nazarı dağıtmamak

Başından beri Nur hizmetini zaafa düşürmek, dağıtmak ve çökertmek için pek çok sinsi ve dessas taktiğe başvurulmuş. Bunların akla hayale gelmedik acaip örneklerine lâhika mektuplarında işaret ediliyor.

Bu taktiklerden biri de Nur talebelerinin Risale-i Nur’a odaklanan dikkatini başka adreslere dağıtmaya çalışmak. Öyle ki, bunun için, “Said Nursî yanında başka kitapları bulundurmuyor, demek onları beğenmiyor. İmam-ı Gazâlî’yi de beğenmiyor ki eserlerini yanına getirmiyor” gibi iftiralar atılıp propaganda yapıldığını Kastamonu mektuplarından birinde okuyoruz. (s. 139)

Bu nevi hilelerin “perde altındaki ehl-i zındıka”nın işi olduğunu belirten Üstad bu asılsız iddiayı “Hâşâ, yüz bin hâşâ” diyerek reddediyor.

Risale-i Nur ve talebelerinin bir üstadı olan ve kendisini Hz. Ali (r.a.) ile bağlayan Hüccetül-İslâm Gazâlî’yi beğenmemek bir yana, bütün kuvvetleriyle o büyük zatların takip ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarıp muhafazaya çalıştıklarını ifade ederek şunları söylüyor:

“Fakat onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O zatların asırlarına göre münazara-i ilmiye ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risale-i Nur, Kur’ân’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor.

“Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için, vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek, Hem Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zatlar o kitaplarla meşguldürler ve o kudsî vazifeyi yapıyorlar. O vazifeyi onlara bırakmışız. O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh-u canımız kadar severiz.

“Fakat her birimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar; en son silâh, mitralyoz gibi, Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.” (s. 139-40)

Üstadın yıllar önce Kastamonu’da işletilmek istenen dessas ve tehlikeli bir fitneyi söndüren mükemmel cevabı, bugün ve bundan sonraki hizmet sürecinde de geçerli.

Tıpkı, “İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır” başlıklı mektuptaki şu önemli ikaz gibi:

“Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve Üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için, şeytanî planlarını, desiselerini değiştirdiler. ‘Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz’ fikriyle, aldatmak yolunu tuttular.

“O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar, dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki; ‘Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu mâlûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir’ gibi birtakım kandırışlarla, sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 599)

Üslûbuyla Zübeyir Gündüzalp’i hatırlatan bu sözlerin devamında, söz konusu telkinlerin Nur talebelerindeki tesiri ise şöyle dile getiriliyor:

“Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki, bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teşvik (…) ediyor. Hattâ öyle Nur talebeleri meydana gelmektedir ki, dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: ‘Zaman İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır…’ ”

Nurlu notlar

Babasının, daha çocuk yaşta iken Nur hizmetine vakfettiği ve Üstadın “Dünyaya vermeyeceğim” dediği hizmet kahramanlarından Ceylan Çalışkan, Cennet yaşı olan 33’e girdikten bir yıl sonra bir trafik kazasıyla şehid-i manevî olarak doğrudan Cennete uçmuştu.

Risale-i Nur hizmetinin öncü ve kurmay kadrolarından olan Çalışkan’ın, “Nur derslerinden tesbit edilen notları”nda şöyle bir bölüm var:

“Her Nur talebesine manevî müzaheret vardır. İlk intikal devresinde manen hep müzaheret (Allah’ın manevî yardımı) var. Tutuşma devresinden sonra şevk devresine giriyor. 30 yaşına doğru o müzaheret kesiliyor. Artık kendi cehd ve gayretiyle ilerliyor. Müzaheret devam ederken kendimizi iyi yetiştirmemiz elzemdir.”

Üstadın hayat seyrinde de bir cihetiyle aynı hali müşahede ediyoruz. 15-16 yaşlarına kadarki tahsil hayatında edindiği bilgiler “sünûhat” kabilinden iken, sonrasında sünûhatın yerini ciddî emek, gayret ve tetkikatın aldığına dair Tarihçe-i Hayat’taki kayıt bunun örneği (s. 40).

Buradan çıkaracağımız en önemli derslerden biri, müzaheret mânâsının hükmettiği gençlik yıllarını boşa geçirmemek. Bilhassa 30 yaşına kadarki dönemi, risaleleri okuma, hazmetme, adeta “dem ve damarlara karışacak” derecede özümseme noktasında çok iyi değerlendirmek.

Çünkü daha sonraki yıllarda, o dönemdeki fırsat ve zamanları bulmak hayli zorlaşabiliyor.

Gerçi okumanın yaşı yok. Üstad gibi bizim de son nefesimize kadar okumayı hayatımızın ayrılmaz ve vazgeçilmez bir faaliyeti kılmamız gerekiyor. Ama gençlik döneminin yeri başka.

Notlarının devamında Çalışkan, Nur talebelerinin hayatındaki merhaleleri şöyle sıralıyor:

“1. Şevk devresi: Ruhun hakikatleri kavrama ve kapsamasıyla olur.

“2. Muhabbet devresi: Risale-i Nur kalpte mekân tutar. Bu devrede tehlike yoktur. Evinde tavuk pişer, fakat o medresede çorbaya koşar. Evinde kuştüyü yatak vardır, o dershanenin kırpıntı yatağına gider.

“3. Sebat devresi: Tehlikeli olan devredir. Ülfet ile sebatın kırıldığı görülür. Enaniyet ve süflî arzular çok olur. Bu devre sebatı güçlendirmek gerekir. Gaye en az zayiatla bu dönemi atlatmaktır. İrtibat azalır, içtimaî meseleler aklını kurcalar. Sebat, günahlardan çekinmek ve Risale-i Nur’un kudsiyetine inançla, Nurlarla meşguliyetle, derslere devamla olur.

“4. Sadakat devresi: En son merhaledir. Arabistan’dan Kutb-u Âzam da davet etse, hürmet eder, fakat Risale-i Nur’a koşar.”
Çalışkan, en son merhale olan bu sadakat devrinin münteha ve zirve noktasını “sıddıkiyet makamı” olarak isimlendiriyor ve bu makama “niyet ve nazar ile” ulaşılabileceğini belirtiyor.

Niyet ve nazarın izahını ise Mesnevî-i Nuriye’de, Katre’nin Mukaddeme’sinde buluyoruz:

“Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder (değiştirir); günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder (çevirir). Niyet, âdi bir hareketi ibadete çevirir ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab (sebepler) hesabıyla bakılırsa cehalettir, Allah hesabıyla olursa marifet-i İlâhiyedir (Allah’ı tanıma ilmidir).” (s. 45)
Risale-i Nur baştan sona, niyet ve nazarı bu ölçülere göre terbiye etmenin dersini veriyor.

Üstadın lâhika mektuplarında talebelerine hitap ederken en çok kullandığı sıfatlardan birinin “sıddık” olması da bu dersi her vesileyle hatırlatarak bu mânâları zihinlerde ve gönüllerde pekiştirip tahkim ve takviye etmeyi amaçlıyor.

Sıddık sıfatının aynı zamanda Hz. Peygamberin (a.s.m.) en yakın Sahabesi, hicret yolculuğundaki mağara arkadaşı ve dört halifenin birincisi Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) en fazla öne çıkan vasfı olmasında da, Nur hizmetini Asr-ı Saadetle bağlayan çok derin mânâlardan biri saklı.

Hz. Hasan’ın (r.a.) yarım kalan hilâfetinin Risale-i Nur misyonuyla devam ettiği gerçeği gibi.

Tembellik ve vazifedarlık

Hayatlarını Kur’ân’ın talebesi ve hizmetkârı olarak tanzim etmeyi kendilerine en önemli misyon olarak seçen hizmet ehlinin imtihanları da bu misyonun ağırlığıyla mütenasip şekilde zaman zaman çok ağır ve çetin olabiliyor.

Onun içindir ki, bu çok yönlü, çok çeşitli ve çok boyutlu imtihanlarla ilgili olarak Risale-i Nur’da son derece ciddî ikazlarda bulunuluyor.

Münhasıran böyle ikazlara tahsis edilmiş çok önemli bahislerden biri de Yirmi Dokuzunca Mektubun Altıncı Kısmı olarak yazılan ve bir lâhikada İhlâs ve İktisat Risaleleriyle beraber zaman zaman müştereken okunması tavsiye edilen Hücumat-ı Sitte Risalesi. (Kastamonu Lâhikası, s. 172)

“İns ve cin şeytanlarının altı desise”sinin anlatıldığı bu bahisteki “altıncı desise,” “tembellik, tenperverlik ve vazifedarlık damarı” üzerinden ehl-i hizmete kurulan tuzakları deşifre ediyor.

Önce bu tuzakların hedefindeki hizmet erbabının vasıfları şöyle sıralanıyor: “Metin kalbli, sadâkati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âlî…”

Demek ki, hizmet noktasında kalbin sağlam, sadâkatin kuvvetli, niyetin ihlâslı ve idealizmin yüksek olması, sahibini, tembellik, tenperverlik ve vazifedarlık damarıyla kurulması muhtemel tuzaklardan muhafaza etmek için kâfi gelmiyor.

Ve söz konusu tuzak şöyle işletiliyor:

Hizmetle ilgili meşguliyetleri aksatmak ve hizmetten usandırmak için, tembellik ve tenperverlik ile vazifedarlık damarından istifade taktiğine başvuruluyor.

Ehl-i hizmette tembellik olur mu? Demek ki oluyor. Çünkü herkes nefis taşıyor. Nefis de tembellik ve rahata düşkün. Muzır manileri çok olan hizmet çoğu zaman çile ve sıkıntıdan hâlî olmadığı için, fırsat kollayan nefis, yakaladığı en ufak boşlukta sahibinin tembellik ve rahata düşkünlük meylini değerlendirmek istiyor.

Burada çok dikkat çekici olan bir nokta, iç disipliniyle tembelliğe prim vermemeyi itiyad haline getirmiş olan cevval fıtratların da, ters köşe tuzağıyla vazifedarlık ve çalışkanlık damarları işletilerek hizmetten alıkonulmaya çalışılmaları.

“Haberleri olmadan, (hizmet ehlinin) bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkezâ.”

Tek tek her birimizin bu iki cümlede ifade edilen tuzaklar karşısındaki konumumuzu dikkatli bir şekilde gözden geçirmemiz gerekiyor.

Hizmete ayırabileceğimiz veya ayırmamız gerektiği halde başka iş ve meşguliyetler için sarf ettiğimiz vakitlerimiz var mı? Ne kadar?

Ve dünyanın cazibedar tuzaklarına kapılarak hizmete karşı gaflet durumuna düştüğümüz oluyor mu? Oluyorsa, bunun önüne geçmek ve tekrarını önlemek gibi bir gayretimiz var mı?

Üstadın bu çok tehlikeli tuzaklara dikkat çektikten sonraki şu seslenişi ne kadar anlamlı:

“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir, her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.” (Mektubat, s. 414)

İşte, meselenin püf noktası bu. En kıymetli sermayemiz olarak bize bahşedilen ömür dakikalarını nasıl kullanıyoruz? Fâni ve gelip geçici iş, meşguliyet ve heveslere mi; yoksa ebedî bir hayatı kazandıracak manevî hizmetlere mi?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*