Ölüme dair

“Tartışılmaz hakikate” dair Adem (as) babamızdan günümüze neler söylenmemiştir ki… Belki de insanlığın en çok konuştuğu mevzu… Kimisine göre güzel bir vuslat ve nimet, ebedî saadete ilk adım ve şu fani, sıkıntılı, gaddar ve mekkar diyardan kurtuluş… Kimisine göre insanların varlığına göz kapatmaya çalıştıkları dehşetli akibet…

Sevgililer Sevgilisi “Çok zikrediniz” derken de dünyanın fani lezzetlerinin ölüme sineceğini mutlaka biliyordu… Böylece ölüm “acı ve tahrip edici” sıfatlarından sıyrılacak… Belki de “Saadet Saraylarına” geçiş için bir basamağa veya “şeb-i arûsa” dönüşecek…

“Anınız!” denilen ölümü sevdiklerimize isabet etmeyene kadar, anamıyoruz… Belki de “sevdiklerimizden ayrılmanın yakışı,” mahiyetini bilemediğimiz bu acıyı ölüme katmış. “Müfarakatü’l ahbab” ölümü tekrar “firkat ve hirkatten” kurtarıp “yüzde doksan dokuz sevgililere kavuşmaya” çevirmiş.

23 Mart Pazar, Hz. Üstadın vefat yıldönümüydü. Hava muğber, sema yine gözyaşlıydı. Sydney’den Toronto’ya kadar belki de milyonlarca defa Kur’ân hatmedilmişti.

Ertesi gün, yani Pazartesi… Hava yine fırtınalı… Baharda bir zemherir günü, ikindi güneşiyle birlikte… Kayınpederim Recep Çeliker de tıpkı dâvâ arkadaşları Ömer Demirtaş ve Ö. Faruk ve diğerleri gibi, Nurun bayrağını “bahtiyar milletin” burçlarına diken sevdalılarındandı… O, bana kayınpeder olmadan önce Yeni Asya’nın Köln temsilcisiydi. Ulubatlı Hasan gibi, sadakat, samimiyet ve metanetle yerlerini son saniyeye kadar koruyan bu serdengeçtiler İstanbul, Köln hattında “İsevî ruhanilere” deccaliyete karşı mütemadiyen servis yapıyorlardı. Doğrusu gurbeti de güzelleştirmişlerdi. Derd-i maişet endişeleri yoktu. Avrupa gurbetini sevememişti… On yedi sene bilâfasıla Etiler’de aynı bayrağı dalgalandırdı… Vefatından sonra da “Salı derslerini” ihmal etmedi. Sevdiklerini yine evindeki ders gecesindeki çayda toplamıştı. Üstadlarından aldıkları dersle “at üstünde” ellerindeki silâhlarla rastgele teslim olmak istemeyen yiğitlerce gittiler…

Güneşli bir günün “ikindi namazında” başlar üstünde Zübeyr Ağabeye komşu gitmeden iki gün önce: “Rabbim artık hazırım!” demişti. Risâle-i Nur’dan ders alan birçok bahtiyarın bu denli riyasız ve serapa ihlâs dolu sözlerine şahit olmuşuzdur. Ölüm füzesi evimize isabet edince ruhlardaki “ölüm ve haşir” hakikatlerinin muazzam kıymetleri nasıl ortaya çıkıyor. Resulullah’a ittiba ile çoklukla zikredebilseydik, mutlaka hayat da, ölüm de daha güzel bir hâl alırdı. Ahirete daha ciddî çalışma imkânı bulurduk. Ölüm hakikatini gaflet örtüsüyle kapatmaya çalışan zındıkanın manyetik ve hipnotize sahalarından kurtulabilirdik.

Dehşetli bir zamanı yaşıyoruz. Helâket ve felâket, Bağdat’ta değil… Belki daha korkunç çatışmalar İstanbul’da cereyan ediyor. Ümmü’l Kasr’ı işgal eden İngiliz komutanın dehşet içindeki itirafı “Iraklı askerler canla, başla ölüme gidiyorlar.” Tıpkı düğüne gidercesine… Dünyayı on defa imha edebilecek kuvvetlerle Irak’ı tahribe yönelen “deccal kuvvetleri”ndeki ölüm korkusuna bedel, Dicle kıyısındaki Araplar ölümü “kırmızı güllerle” karşılıyorlar…

İstanbul’da ölmekle cephede ölmek arasındaki farkı bilenler söylenir. Fakat İstanbul Belediyesini “cenaze işlerini organizeden” dolayı tebrik ediyorum. Daha güzeli olabilir. Fakat bugünkü hizmetleri de güzel. İnsanını en acılı gününde yalnız bırakmayan ve hizmetinde koşuşturanlar mutlaka rahmetle buluşacaklar…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*