Ölümü nasıl bilirsiniz?

Ölümü her ne kadar hayattan çıkarıp uzaklaştırmaya çalışsak da, yine aynı hızla geri dönüyor her gün. Biz ölümü unutsak da, ölüm bizi unutmuyor. Şehrin dışına götürüp taşısak da mezarları, ölüm şehirlerde kol geziyor.

Mezarları şehrin dışına taşımakla, ölüm yanımıza gelmeyecek zannediyoruz. Büyük aldanış…

Ölümün işi, ölmüşlerle değil, ölmemişlerle.

Ölümün işi, dirilerle, yaşayanlarla. Yani bizlerle.

Peki, bizim işimiz kiminle ve neyle?

Biz hayatla beraberiz.

Öyle bir hayat ki bu, ölüm yok bu hayatın içinde sanki.

Hani bir zamanlar şehir mezarlığının kapısına asılan bir âyetten rahatsızlık duyulmuştu ya… “Her nefis ölümü tadacaktır.” âyetinden…

Hatırlarsınız değil mi? Biri bize hatırlatmalı ölümü. Hayatın nişanlısı, ölümün nikâhlısı olduğumuzu hatırlatmalı bir şeyler bize.

İzler taşımalı hayat ölümden. Bir yerlere yazılmalı, bir yerlere kazınmalı bu söz. İlgi çekmeli.

Dönemeçler için nasıl işaretler konuluyorsa, hayatın her yerine asılmalıydı bu sözler. Ölümü hatırlatacak çok şeye de ihtiyaç var.

Salâ sesi, her şey, ama her şey ondan haberci. Düşen yaprak, minarede salâ sesi, batan akşam güneşi, günlerin ve mevsimlerin ardı ardına geçip gidişi, her şeyin sonu ve bitişi hep ondan haberci.

Ömürleri, saatleri sayılı olanlar, boşa harcamazlar zamanı.

Hemen şimdi ne yapmak istiyorsak, o anda gizli her şey. Soralım bakalım o zor soruyu:

“Ölümü nasıl bilirsiniz?”

Kaç kişi cevap verebilecek acaba?

Hayat kitabını ne kadar okursak okuyalım, hâlâ içinde gizli kalmış yapraklar yazılı duruyor.

Her şeyden kaçan, hatta kendinden bile kaçan insan, bir gün ölüme yakalanıyor. Ölümün işi, ölmüşlerle değil. Ölümün işi, dirilerle.

Nereye gidersek gidelim, ölüm bizimle beraber geliyor. Her şey, ama her şey bizden uzaklaşırken, ölüm anbean yaklaşıyor bize.

Dün iki-üç kişi içindi ölüm; bugün, her gün yüz binler için ölüm.

İnsanların sayısı arttıkça, ölümler de çoğalıyor.

Hız kesmiyor ölüm. Aksine sür’at peyda ediyor. Eh, bu modern asra da, bu yakışıyor doğrusu.

Biz istediğimiz zaman olacak ya da istediğimiz zaman olmayacak şeylerden biri değildir ölüm. Çarnâçar dönecek ve istemesek de arz-ı endam edecek kapımızda. Vakitli vakitsiz gelecek. Sen işini bitirmeyi düşünürken, o senin işini bitirecek. Çökecek kapının önünde; seni almadan gitmeyecek.

Yok saymakla, göz kapamakla, ölümü yok edemeyiz.

“Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyât var.” diyor Bediüzzaman. (Lem’alar, 225)

Ölümün işi bu. Görevi, gelmektir, götüreceğini bulup götürmektir.

Hindistan’da da olsa, Türkistan’da da olsa insan, hangi istan ya da fistanın içinde de olsa fark etmez. Ölümden kaçıp kurtulma şansı yoktur. Sonunda bir taş dikiliverecek bir gün başına. “El-Bâki hüve’l-Bâki” denecek. Son durak olacak kabristan…

Vadesi gelen ayda da ölür, dünyada da. Ölümün unuttuğu tek bir kişi yoktur bu dünyada. Öyle ki, o kadar hikmetli, takipli, yapanı bellidir ölümün. Tesadüfün zerresi yoktur bu işin içinde.

Hayatı kendi arzusu dâhilinde kurgulayan, belki yok zanneder ölümü. Oysa feci halde yanılır ve aldanır insan.

Kendi başına, tesadüfen olan ya da olacak bir iş değildir ölüm. Ölüm, büyük şeydir. Allah’ın “Mümît” isminin tecellisidir. Odanızdaki sineğin de, kurbanlık ineğin de eceli, belirlenen bir vadededir. Hayatı belirleyip yaratan, ölümü de belirlemiştir çok önceden. Ölüm ise o anın geldiğinde olan şeye verilen isimdir sadece. Önce-sonra, genç-ihtiyar, bey-ağa dinlemez ölüm.

Göz önünde bir çınar, bir yaprak devrilir, düşer de uyanmaz insan. Her gün, hem de ne çınarlar, ne yapraklar düşer de uyanmaz insan. Her gün, ama her gün, yüz binlerce insan toprağa düşer. Ölümün hızına yetişmek ne mümkün? Vadesi gelen, gider; eceli gelen, durmaz, gider.

Bu asrın ortalarında günlük ölüm listesi otuz binlerdeymiş. Şimdi ise, yüz, belki iki yüz binlerde, belki de üç yüz binlerde seyrediyor. Doğrusunu Allah bilir ya…

Diğer canlıların, hayvanların, bitkilerin ve cinlerin, her saniye vücudumuzdan dışarıya atılan sekiz milyon ölü hücrelerin sayısı dâhil değil buna.

Hayatı veren O. Hayatı alan, ölümü veren de O. Her şey, Yaratan’ın kontrolünde. Dünyaya geleni yine dünyadan götüren de O. İster yaprak, ister çınar, ister zerre, ister yıldızlar ve küreler olsun; fark etmez O’nun gücünün önünde.

Kadîr-i külli şey’dir; yazılan, başa gelecektir ve gelen gidecektir. “Giden gelmez, gelen gider.” (Sözler, 56)

Her gün bir koca dünya boşalıyor, yerine bir o kadarı da gönderiliyor, geliyor. O kadar itinayla, ince bir ilimle, hassas bir mizanla işler dönüyor ki, şaşmamak elde değil… Kudretine, Kadir-i külli şey’in icraatına, Hakîm-i zü’l-celâl’in faaliyetine hayran olmamak elde değil.

Bir devran edelim şöylece, bir seyran edelim böylece, hayran kalmayacak acaba ne var öylece?

“Gelenler, gidenler, hep akın akın.

Ölenlere değil, ölüme bakın

Uzakta sanırız; ne kadar yakın…

Gözün az üstünde, kaşıdır ölüm.”

Öyle diyordu çok sevdiğim bir şâir.

Bir milyar nüfusun içinde, her gün yüz bin kişi ölseydi, her halde bu boşluk çok daha iyi fark edilecekti. Ama olmuyor. Allah çağına göre, yerine göre, ölümü de ayarlıyor. Gelmek de, gitmek de O’nun elinde.

Nasıl askere alınmakta ve terhis edilmekte bir düzen söz konusu ise, hayatta ondan çok daha fazlası söz konusu. Hassas ve ince bir ölçü var. Rast gele gelip rast gele gitmek yok. Bir yere sıkışmak yok. Birdenbire gidip de dünyayı boşaltmak yok. Ama isteseydi Rabbimiz, hepsi olabilirdi. Kudretine engel ve mani hiçbir şey yok. Hikmetli işler bunlar. Dikkatli seyirciler, anlayışlı muhataplar istiyor hayatı ve ölümü anlayacak, gelip gitmekteki sırrı anlayacak.

Neden geliyor insan bu dünyaya ve niçin gidiyor derseniz, Nurlarda cevabı var:

“Hayat vazifesinden terhis eder, fani dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder.” (Mektubat, 220)

Yine Mektubat’tan:

“Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.” (Mektubat, 221)

Yirmi beş – otuz yaşına kadar insanın yakın çevresinden ahirete göç eden insan sayısı pek fazla görünmüyor. Belki birkaç kişiyi geçmiyor.

Bu arada insan nefsi, “Fırsat bu fırsat.” deyip, yaslanıyor hayatın içine, kapanıyor bir kenara. Hem kendini, hem ölümü unutmaya çalışıyor.

Ama yok öyle yağma… Bir musîbetin tahrikiyle kımıldanıyor insan. Başını uzaklarda zannettiği o hakikatin duvarına çarpıyor.

Tanıdıkları çoğaldıkça ve hayat basamakları bir bir ilerledikçe, çevresindeki ölümlerin de çoğalmaya başladığına şahit oluyor insan.

Herkese ölüm var; kendine ölüm yok sanıyor bazen insan. Bir yaşa kadar aldanmak mümkün. Ama her daim, asla…

Ölümü hasta ve ihtiyarların limanına uğrayan bir gemi zannediyor. Oysa hiç de öyle değil. Ölümden kaçacağın bir yer yok. Ya kabulleneceksin, ya yok zannedip avunacaksın. Ya da birçoklarının yaptığı gibi, gafletle, eğlenceyle, günahla dolu bir hayat yaşamaya kalkacaksın. Sonra bir köşede oturup geçen günlere ağlayacaksın…

Hangi yaşta olursan ol, yeter ki ağla. Ağla ki, pişmanlık gözlerinden yaş olup çağlasın. Allah pişmanlık duyanları affeder.

Allah affeder, ama senin vicdanın seni affeder mi, orasını bilmem…

İşte öyle kuvvetli bir duygumuz var ki, onun yargılamasından kaçmak ya da kurtulmak çok zor. Delice girdiğin hayat ırmağının içine, ya da kendi zannınca dolu dolu yaşadığın bir hayatın içinde, o gençlik yıllarında belki de pek fark etmezsin bunu. Arada bir kalp krizi gibi gelip yoklasa da seni, fark etmezsin vicdanın krizini, sancılarını. Oysa her daim yoklar vicdan seni.

Ya kabulleneceksin, ya da yok zannedeceksin. Ama bu neyi değiştiriyor ki? Ne durdurabilir, ne yavaşlatabilir, ne de kaldırabilirsin ölümü…

Ya ölümü ve hayatı vereni bilip tanıyacağız, ya da ölümden köşe bucak kaçacağız.

Kaçsak da kurtulsak keşke… Ne mümkün?

Gölgesinden ne kadar kaçabilir insan?

Hayatın nişanlısıyız, ama ölümün de nikâhlısıyız. Eninde sonunda o bizi bulacaktır.

Nerede, ne olacağını bilmiyoruz. Unutulduğumuz zannına kapılmayalım sakın.

“Allah nasıl hesaba çekecek?” diye sorulduğunda, Hz. Ali’nin (ra) sözünü hatırlayalım:

“Dünyada iken nasıl sizin tek tek rızkınızı veriyorsa, ahirette de hesaba öyle çekecek!” diyordu.

Bu rızkın içine neler dâhil değil ki?

Aldığın her nefes, baktığın her güzel şey, attığın her adım, hissettiğin ve tattığın her şey var. Hepsi O’nun ilminde ve kontrolünde, bilgisi dâhilinde.

Hayatı bilmeyen, gerçekten ölümü de bilemiyor, anlayamıyor.

Âlim’dir O. Hakim’dir O.

O biliyorsa, mesele yok.

Onun bilgisi dâhilinde oluyor her şey.

Hayatı bilmeyen, gerçekten ölümü de bilemiyor, anlayamıyor.

Arka arkaya dünyadan gidiyoruz diyor her salâ sesi. Büyük bir göçten haber veriyor.

Bak, yine minarede bir salâ sesi. Bir yakın dostun cenazesi. Az sonra musallada olacak, cenazesi kalkacak.

Yarın bizim salâ sesimiz duyulacak; onun göç haberi etrafa yayılacak.

Kaçmakla kurtulan yok. Ölüm bizi vademiz geldiğinde bulacak.

***

Bazen bulunduğu yerden başka yere gidince insan, orada hiç ölmeyecekmiş hissine kapılıyor birden. İyiden iyiye aldatıyor kendini. Oysa nereye gidersek gidelim, vademiz belli.

Sen kavak ağacı isen, çınarların arasında saklanmakla çınar olamazsın. Vaden neyse, ecel geldiğinde onu yaşayacaksın. Kafkasya’ya gitmekle ya da ne bileyim, Japonya’ya kaçmakla, uzun ömürlü insanların arasında yaşamakla ömrünün uzayacağını mı zannediyorsun senin de, ey gafil?

Yaratan biliyor kimliğini. Çınarsan çınarsın; kavaksan kavaksın. Neysen osun sen.

Evet, zahiren bir sebep görünmese de, gece ve gündüzün kat’iyetindedir ölümün geleceği.

Rızık nasıl belli ise, ecel de o kadar bellidir. Ama gizlidir. Sebepler perdesiyle örtülüdür, o kadar… Veren bellidir, getiren bellidir, götüren bellidir.

Tesadüfün payı ise yüzde bir bile değildir.

Hayatın içinde ölümün tesadüf ihtimali, sıfıra sıfırdır.

Kaldı ki:

“Hep isabet edene, hiç tesadüf denir mi?” M. Selahaddin Şimşek

Ne yapmalıyız ki kurtulalım?

Âyete kulak verirsen, problem yok:

“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratan O’dur. O’nun kudreti her şeye üstündür; O çok bağışlayıcıdır.” (Mülk Sûresi, 2)

Hayatı âyetin belirttiği tarzda yaşayan, anlayan, elbette ölümden de nasibini alacak ve tadacaktır. Ama bu tadış ve anlayış her halde anlamlı olacaktır.

Niye geliyor başımıza ölüm?

Neden ölüyor bunca insan?

İşte biz de bu dersi peygamberlerden ve onların varislerinden almak için gelmişiz dünyaya. Hâsılı, biz de öğrenciyiz. Hayatı öğrenmekle, okumakla, Kur’ân’ın dersine muhatap olmakla vazifeliyiz.

Karşılaşacağı o anı, yaşayacağı o günü, o büyük randevuyu bilmemek ve kaderinden kaçmaya çalışmak, insanı yanlış yollara saptırır. Allah’ın rahmetinden ve ölüm denen nimetten habersiz yaşamak, hayatı acılara gark eder.

“Şimdi ölüm de nasıl nimet oluyormuş?” diyeceksiniz. Onu da bir başka yazıya bırakalım İnşâallah…

Son olarak, aklı başında bir insanın gözüyle bakalım ve kendimizi sıkıntıya, zora atmayalım.

Soralım şimdi o soruyu biz de bir kere daha:

“Ölümü nasıl bilirsiniz?”

“İyi biliriz, iyi biliriz!” demeliyiz ve diyebilmeliyiz. Hayatı tanıdıkça ve bildikçe, O’nun rahmetine yakın oldukça, bunu biz de gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Yaratan’ın yaşatması zor olduğu için ölüyor değiliz. Bugün yedi buçuk milyar insan var. İlk insanın yaratıldığında kaç kişiydik? Bir hatırlayalım bakalım…

Yaratan, yaşatması zor olduğu için öldürmüyor. Dünyadan ölüm de bizi yaşatması zor olduğu için götürmüyor. Onun da bir hikmeti var.

Bunu da bir başka yazıya saklayalım. Ölümün nasıl ve niçin nimet olduğunu o yazıda anlamaya çalışalım.

Unutmayalım. Bir daha soralım kendimize:

“Ölümü nasıl bilirsiniz?”

“İyi biliriz, iyi biliriz!” demeliyiz ve diyebilmeliyiz inşâallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*