´Onu müellifi sipariş verdi´

Image
Yeni Asya’dan Ali Toker Beyefendi “Yusuf kardeşim, Cevşen ve Türkçe açıklamasına Kur’ân hattıyla bize bir kompozisyon yapıver” dedi. Sadece Cevşen’i yapmak istedim. O akşam rüyamda Bediüzzaman… Omzumdan sıvazlıyor. “Evlât… Ben sipariş veriyorum. Namaz Tesbihatı kapağını da yazınız lütfen, sipariş benimdir. Ecrini, mükâfatını Rabbim fazlasıyla verecektir. Ömrün ziyade olsun, bereketli olsun.

Yüzünüz gülsün evlâdım” dedi… Hem Cevşen’i, hem namaz tesbihatını teslim edince Ali Bey tabiî şaşırdı. “Kardeşim biz bunu sipariş vermemiştik” deyince, “Onu müellifi sipariş verdi…” dedim, şaşırdı kaldı.

Bir sabır ve muhabbet san’atının ustasını Elif sayfalarına misafir ettik. Kendisiyle tanışmak da, konuşmak da çok mutlu etti beni. Sohbetimizin tamamını paylaşmak mümkün olmadı elbette, ama en tatlı en lâtif bölümlerini paylaşmaya çalıştım. Pek çok ödülleri var. O, sadece Türkiye’de değil, dünya çapında da eserleriyle gözlere ve gönüllere ziyafet veren bir san’atkâr: Hattat Yusuf Sezer. Ve sahiden de mürekkep yalamış… İşte bol tebessümlü sohbetimizden kâğıda düşenler…

Sergilerinizi artık Anadolu’da açıyorsunuz? Bunun sebeb-i hikmeti nedir?

Sahanız ve mevkiiniz ne olursa olsun, karşınızdaki insana sesiniz, sohbetiniz ve sözlerinizle güven vermiyorsanız o sohbet size bereket vermez. Burada Hz. Ali Efendimizin şu sözünü hatırlamamız gerekiyor: “Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu vardır.” İlmin şehri Peygamberimiz, kapısı Hz. Ali Efendimiz değil mi? Bizi böyle bir göreve sevk ediyor.

San’atı İstanbul’da tanımışız. San’atkârı burada buluyoruz. Hemen her semtte san’at hizmetleri veriliyor. İnsanlar arzularına göre bu hizmetin talibi oluyor. Ama Anadolu’da imkânlar; san’atkârın bilgisi, insanın ilgisi müsait değil. Biz ‘Her ilde bir sergi, her evde bir eser’ düşüncesinden dolayı Anadolu sergilerine önem verdik. İstanbul’da artık sergi açmayacağım. Anadolu’daki 80 ilde, ömrüm yettiğince en az bir sergi açarak üzerime düşen görevi yerine getirmeye gayret edeceğim. Görüyorum ki, Anadolu insanında da gerçekten bu san’ata muazzam bir iştiyak var. Biz geç kalmışız. Arkadaşlarımla sohbet ederken “Herkes doğduğu yerde bir sergi açsın arkadaş” diyerek, mükellefiyetimizi yerine getirelim diyoruz. Herkes İstanbul doğumlu değil. Hepimiz Anadolu’nun bir coğrafyasından çıkıp gelmişiz. Oradaki insanların da hakkımızda hüsn-ü şehadet edebilmeleri, bizi hayırla anabilmeleri için, hizmetimizi ayaklarına götürmek zorundayız. Zahmetli bir hizmet feragat, fedakârlık ister. Karşılığında alacağın ecir ve mükâfat kat be kat daha üstün. Durum böyle olunca biz Anadolu sergilerine ağırlık vermeye gayret ediyoruz.

Sergilerin akisleri nasıl oluyor?

Bu sergilerde edindiğim güzelliklerden; meselâ bizi çok insan tanıyormuş. Nasıl? Radyo, televizyon ve gazeteler aracılığıyla. Niye? Çünkü bizim ana sacayağımız var: Sevgi, sabır, sebat. Bunu destekleyen sacayağımız da var; tanıtım, sergileme, öğretim. Tanıtım; seslisiyle, görüntüsüyle, yazılısıyla olacak şekildir. Sergileme de eserlerimizi insanların gözü önüne çıkarmak, sofra kurmaktır. Öğretim ise talebelerimizle, yurdun her tarafına dağılmış talebelerimizle… Bu kadar hizmeti birarada götürmek de Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olsa gerek. Bu nimeti iyi şekilde kullanmaya çalışıyoruz. Çünkü ömrümüz kısa. Bir eser hazırlıyorsunuz; o eserin kalacağı yıllar kadar ömrümüz yok. Meselâ bir eseri elimize alıp bakıyoruz ki, bu Şeyh Hamdullah’ın Kur’ân’ı ya da Hafız Osman’ın ‘vav’ı. Hafız Osman’ı gördük mü? Hayır. 500-600 yıllık mazide görmediğimiz insanların eserini tanıyoruz. Öyleyse eseri olan insan hatırlanıyor. Eser bırakmak durumundayız. Bediüzzaman’ı hangimiz gördük genç nesil olarak? Görmedik, ama eserleriyle hergün evimizde, iş yerimizde, kalbimizde değil mi? Hamid Hocamı kaç kişi gördü? Çok az. Ama Kur’ân-ı Kerimiyle, hatlarıyla, camilerdeki muazzam yazılarıyla hergün aramızda. İşte Cenâb-ı Hak da her saniye yanımızda, Peygamber Efendimiz bizimle beraber. Güzel şeyler yapmakta bizim için kolaylık oluyor, duâ alıyoruz.

Bir yerde Yusuf Sezer olacağıma 81 ilde Yusuf Sezer olayım. Anadolu’nun her tarafından duâ alırım. Kilometrelerce yolu otobüsle giderek etrafı tanıyabiliyorum. Sergimi açarken o insanların heyecanı, sergi süresince sohbetler… Mahalli yayınlarla da sohbetimizi geliştiriyoruz. Boş durmuyoruz. Zaman oluyor ki yarım saatlik program diyorlar, 1.5 saatte çıkıyoruz. Bu açıdan biz insana hizmetle mükellefiz. Yarın huzur-u İlâhide yaptıklarımız şahidimiz olur İnşaalah. Yazarken gözümüze şifa oluyor. Kur’ân okuyan, Kur’ân yazan insanların ömürleri uzun, sıhhatleri bereketli, ömürleri uzun oluyor. Bununla ilgili bir Rum doktor, hastalarının görebileceği şekilde, tam karşılarına bir yazı asıyor. “Gözlük kullanmak istemeyenler Kur’ân hattıyla meşgul olsun.”

Muazzam bir tesbit…

Kur’ân okuyorsun, Allah ile konuşuyorsun. O esnâda alacağın feyiz, bereket ve ecri zaten sayamazsın. Hat kursiyerlerimize “Hatla uğraşmaya bire on, bire 700 misline kadar sevap veriliyor” diye kursiyerlerime anlatıyorum, “İbadete, oruca, hacca, zekâta riya karışabilir; ama ‘hat’ta karışamıyor ki. Cenâb-ı Hakk’ın kelâmını yazıyorsun. Seninle ne kadar boğuşsa da, ne kadar uğraşsa da nefis ve şeytan, o yazmakta olduğun eseri bitirmekle mükellefsin. Zira yazdığın eser seninle mahşere kadar gidiyor. Amel defterinde Allah bunları zayi etmiyor ki. Karşımıza çıkarıyor. Öyleyse yazdıklarımızın kadrini bilelim. Abdestsiz yazmamaya, gıybet ve dedikodu yapmamaya çalışalım ve çok okuyalım” diyorum. Özellikle hat san’atının tarihini, ilmini, marifetini, hikmetini ve maneviyatını okuyalım, diyorum. Bununla ilgili bir büyüğümüz, Tarık Buğra, diyor ki: “Okumayan toplumlar okuyan toplumları taklit etmekle meşgul olurlar. Zira başarıya ulaşanlar okuyup araştıran, geliştiren insanlardır. Diğerleri de onları taklit etmekle ömürlerini geçirirler.” Bu da başka bir çerçeveden güzel bir söz. Yani okumak zorundayız. İlmini okuyorsak hikmetini de okuyacağız. Hikmetini okuyorsak, marifetini de okuyacağız. Marifetini okuyacaksak, muhabbetini de kazanacağız.

2010’lara geldiğimizde, ecdadımıza baktığımız zaman, onlar Kur’ânla yaşadıkça yükselmişler. Manevî eserler bırakmışlar. Biz de onların bize bıraktıklarını, mademki mirasçıları olduğumuzu iddia ediyoruz, hakkıyla bilip, anlayıp, yaşayıp ileriye götürmekle, ecdadımızdan manevî himmet isteme gayreti içinde olmamız gerekiyor. Eğer bu çerçeveleri düşünmezsek, yaşantımız sadece kuru bir silüetten ibaret olur. Adeta vitrinde bulunan giydirilmiş, donatılmış mankenin hâli gibi oluruz. Bu bakımdan hat san’atçısı bir çok vasıfla muttasıftır. Hat geleneğinde Şeyh Hamdullah diyoruz; bu şeyhlik bakkalda satılmıyor. Müderris diyoruz, Müderris Hattat Mustafa Rakım Efendi diyoruz. Yani Ordinaryüs profesör makamında. Seyyid diyoruz; yani kökleri tâ Peygamber Efendimize varan aile bağıyla gidiyor. Seyyid Kazasker Mustafa İzzet Efendi gibi daha niceleri var. Bu insanların yazdıklarında bir sır var ki, hâlen sırrını çözmek mümkün değil. Mânen öyle güzel bu sırra ermişler ki bizlere, nihayetsiz derece tercüme et et bitiremeyeceğimiz eserler ortaya koymuşlar.

Çalışmayı, başarmayı ve çalışırken başarmayı, karşımıza çıkan engellerle yüzleşmeyi göze alabilmemiz için bize düstur koyan büyüklerimiz de bu san’ata hizmet etmişler. Bu gün insanlık mânevî boşlukta yüzerken medeniyeti de unutuyor. Terbiyeyi gözardı ediyor. Güzellikleri de ıskalıyor. Nasıl oluyor? Bomboş bir heves… Sadece kazanmak ve tüketmekten başka bir şey yapmıyor. Nefesi tüketiyoruz, ömrü tüketiyoruz, evlâd ü iyâli tüketiyoruz, ülkemizi tüketiyoruz, güzellikleri tüketiyoruz. Ama yarına ne kalacağını hiç hesap etmiyoruz.

Birbirimizi kıskanmalar bugün de var. Tarihte de olmuş. Ama san’atkârlar arasındaki muhabbet Kur’ân ile olduğu zaman oraya bir terslik girmiyor çok şükür. Yunus Emre’nin “Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek, derviş gönülsüz gerek” dediği gibi, biz o sözleri hayatımızın her kademesine yaymakla mükellefiz. Tabiî ki başarmak için çalışacaksınız, gayret edeceksiniz. Zorlukları aşmak için Allah’ın verdiği aklı kullanmak zorundasınız. Peygamber Efendimiz (asm) cihanşümul bir peygamber, kendisine Kur’ân-ı Kerim inmiş. Alah’ın sevgilisi başka bir peygamberin gelmeyeceği son peygamberin çektiği ıztıraplar karşısında bizim çektiğimiz sıkıntıların adı mı okunur? Efendimiz (asm) o günlerde Kur’ân’ın yazılması için uğraşmış. Sahabelerini çalıştırmış, teşvik etmiş. Kur’ân-ı Kerim bu sayede bugünlere gelmiş. Allah kıyamete kadar muhafaza edeceği bu hizmet için bazılarını görevlendirmiş. Hat san’atkârları da bunların içinde olduğunu hatırlamalı, bilmeli, unutmamalı ve gereği gibi yaşamalı.

İcazet alacak talebeleriniz var, değil mi ?

İnşaalah 3. dönem hat kursiyerlerimiz 18 talebe. Bir beyefendi, 17 hanımefendi.

Hanımlar daha mı başarılı?

Evet daha başarılı. Sevgiyi ortaya koydukları için çalışmalarda bu kadar ilerliyorlar. Biz yıllardır hanımları önemsememişiz. Siz hanımların bir şey üretmesini çekememişiz ve kıskanmışız.

Hattatlıkta bir çalışma geleneği var. Nedir bu?

Her hattatın ömr-ü hayatında sadaka-i cariye olarak Kur’ân-ı Kerim’i yazıp bırakma hizmeti vardır. Bu, Allah’ın verdiği lütfa karşı bir şükürdür. Yazılan Kur’ân-ı Kerimler sizin için hayat boyunca sadaka olur. Ayrıca çocuklarınıza güzel örnek olursunuz. Son dönem kursumuzda hangi talebeye Kur’ân yazdırılacağı manevî işaretlerle ortaya çıktı. Bu tamamen Yusuf Sezer’in dışında tecellî ediyor.

Kur’ân-ı Kerim’i yazmak ciddî bir sorumluluk değil mi?

Tabiî ki. Önünüzde Allah’ın kelâmı var. Onun hattına muvafık yazmak… Yazacakların çoğunu hafız kardeşlerimden seçtim. Elhamdülillah bitirdiler. 1-2 talebemiz kaldı. Talebelerimin çoğu kamu ya da özel sektörde bir işleri var. Bu kadar görevi bir arada yürütüyorlar. Diğer bazı talebelerimiz cevşen ve evrad yazdılar. Bir kardeşimiz de Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin derlediği dua demetlerini kapak hatları da dahil olmak üzere kitaplaştırdı. Başka bir talebemiz de namaz tesbihatını üstlendi.

‘Hat’ta hizmet ettirmek, hat san’atıyla kaynaştırmak, ruh ve evlerinin bu san’atın güzellikleriyle huzurlu olmasını temenni ederek başlarız çalışmaya. Bütün arzum şu oldu ve kursiyerlerime de bunu aksettirdim: “Sizlerin hizmet ettiğini, evinize iaşe kazanmanıza vesile olan güzellikleri gördüğümde mutlu olurum. Hizmet ettiğiniz yerlerde talebelerinize ders verirken yanınıza oturduğumda içeceğim çay ile emeklilik bahtiyarlığımı görmek istiyorum. Bu hizmete devam ediniz. Siz, sevgi ile anlatabilirsiniz.”

Bu san’ata talip olanlar da İnşaallah halis niyetle bu işe talip olurlar. Çünkü “Niyet hayır, akıbet hayır” düsturu ile yola çıkarız bir işe başlarken. Eğer bir insan ömr-ü hayatında bir takım güzel işler yapıyorsa ve bazı sıkıntılara maruz kalıyorsa, o, onun zekâtıdır. Ufak tefek tökezlemeleri olduysa da ikazıdır. Çünkü bu kalemi tutan ele Cenâb-ı Hak ufak ikazları yapar. Kısa ömürde çok eserler vermek zorundayız. Hem bu dünya, hem de ahiret için yapmalıyız. Hattat Hamid Aytaç Hocam rüyasında en iyi talebesi Hattat Halim Hocayı görüyor. Merhum normal hayatta da, ‘hat’ta da seri yazı yazar imiş. Rüyasında Halim Hoca harıl harıl yazıyormuş. Hamit Hoca “Halimciğim biraz yavaş yaz. Hata edebilirsin. Yavaş yaz” deyince, “Hocam cennetin duvarlarındaki yazıları yazdırıyorlar, yetiştirmem lâzım” deyince, Hamid Hocam heyecanla uyanarak, “Artık ölümden korkmuyorum. Orada da yazdırıyorlar, orada da yazdırıyorlar” derdi.

Maşallah ne güzel…

Hakikaten insan bu rüyalardan da ders almasını bilmeli. Çünkü “Kişi sevdiğiyle beraberdir” buyuruyor Peygamber Efendimiz (asm). Dünyada neyi seviyorsak ahirette onunla haşrolacağız. ‘Hat’la uğraşıyorsak Allah bizi orada ‘hat’la yüzleştirecek. Bununla ilgili Kayışzade Hafız Osman Efendinin ‘vav’ hikâyesi var. Bu zat Burdurlu. Merkez Efendi kabristanında yatar. Bu zatın mezartaşında şu cümleler yazılıdır. Bakın bir ‘hattat’ın ömrü nasıl bir çalışmayla geçiyor: “Hüve’l-Hallakum bâki. 157. Kur’ân-ı Kerim’ini yazarken Sûre-i Yusuf’taki ‘ersilhüm manen…’ âyetine kadar tashih eden Ramazan-ı Şerif’te teravih namazında 2. rekatta rükûda ömrünü Hakk’a teslim etti.” 157. Kur’ân sözü insanı hemen silkindiriyor değil mi?

Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz…

80-90 yıllık ömre demek ki sığabiliyor. Şeyh Hamdullah’ın kayıtlarda 100 tane Kur’ân yazdığı söylenir. Büyük Hafız Osman’ın yazdığı bütün Kur’ân-ı Kerimler padişahların özel koleksyonlarını, kütüphanelerini süslemiş. Büyük Hafız Osman, Sümbül Efendi kabristanında yatıyor. 1698 yılında vefat etmiş. 3 padişaha ‘hat’ hocalığı yapmış; Sultan Mustafa, 2. Mustafa ve Sultan Mahmut. Bu arada 26 padişahın 18’i fiilen ‘hattat’lıkla meşgul olmuşlardır.

‘Vav’ hikâyesine gelince; Hafız Osman Efendi Üsküdar’dan Sarayburnu’na kayıkla geçmeye çalışıyor. Herkes ücretini verirken Hafız Osman cübbesini yokluyor. Bir şey çıkmıyor. Kayıkçıya diyor ki “Evlât bugün cübbemi değiştirdim. Para kesesi ötekinin cebinde kalmış. Ben ‘hattat’ım, sana bugün bir ‘vav’ yazayım. Böyle helâlleşelim” deyince kayıkçı, “Ben senin ‘vav’ını ne yapayım. Bana akçe lâzım” der. “Evlât akçeyi verirdim, ama cübbemde kalmış. Sen bu günlük idare et.” Kayıkçı istemeye istemeye “Peki yaz” der. Kim olduğunu bilmiyor ki… Hafız Osman bir ‘vav’ yazıp veriyor. “Bunu gidip bedestende satarsın” da diyor. Bedesten, bugünkü Beyazıt Camii’nin arkasındaki Sahaflar Çarşısı.

Neyse kayıkçı ‘vav’ı cebine atıyor. Yolu bir gün oraya düşüyor. Tellalın yanına yanaşıp ‘vav’ı usulca gösteriyor. Tellal, el kaldırıyor “Hafız Osman” diyor. Herkesin kafası o yana dönüyor ve kulak kesiliyorlar. Kolunu gösteriyor. Arttıran arttırana. En yüksek parayı kim verdiyse ‘vav’ onda kalıyor. Parayı alıp kayıkçıya veriyorlar. Kayıkçı o parayla 3 tane kayık alıyor. Halbuki alacağı 1 akçe idi.

Kayıkçı, bundan sonra Hafız Osman gelsin diye dört gözle bekler oluyor. Gelse de bir ‘vav’ daha yazsa diye. Zaman geliyor Hafız Osman mütevazı haliyle yine aynı kayığa biniyor. Kayıkçı onu tanıyor. Akçeyi kayıkçıya uzattığında “Üstadım sizin akçeniz geçmez. N’olur bir vav daha yazar mısınız?” “Evlât, o vav her zaman yazılmaz. Sen bugün akçeni al.”

Gerek Kayışzade gerek Hafız Osman gibi tarihte binlerce örnek var bunun gibi… Bunlardan bîhaber, mirasyedi olarak yaşıyoruz. Farkında değiliz…

Şerefyâb olduk, selâmlaştık, dualaştık; gönül dostlarımız da bize dua etsinler, hattatları duâda unutmasınlar vesselâm…

Hüsn-ü ‘hat’tın hakikatini daim gösterebilmeniz duasıyla… “Onu müellifi sipariş verdi..”

Hamid Hocamdan el aldıktan sonra kendisine gelen siparişleri, yazı işlerini “Hafız Yusuf’a götürün, icazet verdik” derdi, yönlendirirdi. Bakınız büyüklerin teşvikine… Onların elleri hep açık, vermeyi murad etmişler. Yeni Asya’da Ali Toker Beyefendi var. Sohbet büyüğümüzdür. Ali Bey dedi ki bana: “Yusuf kardeşim, Cevşen ve Türkçe Açıklamasına Kur’ân hattıyla bize bir kompozisyon yapıver. Öte yandan bilgisayarda namaz tesbihatının cep boyunu hazırlıyoruz, istersen onun da kapağını yazabiliriz. Ama ne ücret alırsın?” O günkü şartlarda bir şey söylemişim, “Biraz fazla söyledin, o zaman sadece Cevşen’in kapağını yazınız.” Aldım, çalışmaya başladım. Cevşen’in kapak hattı bitti. O akşam rüyamda Bediüzzaman… Omzumdan sıvazlıyor. “Evlât… Ben sipariş veriyorum. Namaz Tesbihatı kapağını da yazınız lütfen, sipariş benimdir. Ecrini, mükâfatını Rabbim fazlasıyla verecektir. Ömrün ziyade olsun, bereketli olsun. Yüzünüz gülsün evlâdım” dedi… Hemen o gün götürmem gereken yazıyı, bir gün sonraya tehir ettim, Namaz Tesbihatı ve Türkçe Açıklaması kompozisyonunu da hazırladık… İnanır mısınız? Cevşenin kapağından ziyade, Namaz Tesbihatı için hazırladığımız çalışmaya hayranım… Ali Bey tabiî şaşırdı, “Kardeşim biz bunu sipariş vermemiştik” deyince, “Onu müellifi sipariş verdi…” dedim, şaşırdı kaldı. Bakınız siz eğer Cenâb-ı Hakk’ın yolundan giderseniz, mânâ büyükleri de size refakat ediyor, himmet ediyor, elinizden tutuyorlar. Yeter ki “Ben kimin kalemini tutuyorum?” diye düşünecek insan. Kimin verdiği hünerle hareket ediyorum diye bir kere muhasebe edecek kendini. Hattat Hamid Aytaç Hoca… Bir gün yurttayım, gazetenin birinde arka sayfada Hattat Hamid Aytaç Hocamla tam sayfa röportaj yapılmış, renkli fotoğraflı… Hafta sonu Recep Hocam geldiğinde sordum ona, “Hocam Hattat Hamid Aytaç kimdir? Hiç görmedim.” “Evlât” dedi, “Hattat Hamid Aytaç, bizim Hat san’atında dedemiz. Bu fakir hocanız, Hattat Halim Özyazıcı’nın talebesiyim. Halim Özyazıcı, Hamid Beyin ilk talebesi.” Bakınız şimdi o günkü lise talebesinin ifade tarzına, “Hocam şayet refakât ederseniz, müsaadeniz olursa, sizi incitmeyeceksem, Hamid Hocamı ziyarete gidebilir miyiz?” Hocam dedi ki: “Evlât iyi olur, uzun zamandır Üstadımı ihmal ettim. Arefe Günü gidelim” dedi, ki Kurban Bayramı da yaklaşıyordu. Gittik, benim için muazzam bir sevinçti, dünyaca ünlü bir hattatın elini öpüyordum… Recep Hocamın takdimi “Üstadım, bu Hafız Yusuf Efendi çok kabiliyetli, gayretli, ahlâkı da bu işe müsait, sizden devam edip bitirmesini arzu ediyorum. İcazetini sizden almasını ümid ediyorum. İkimizin de ismini, bu san’atın yüzünü ak eder. İsmimizi yâd eder, size takdim ediyorum” deyince, “Receb’ciğim, siz daha sıhhatlisiniz, sizde devam etsin, yine biz icazetini yazarız” dedi. Receb Hocam (bu görüşmeden bir sene sonra) 1978’de vefat ettiğinde Hamid Hocam hayattaydı. “Demek ki seni bana bunun için getirmiş. Receb Hocanın emaneti olarak seni kabul ettim” dedikten sonra Hamid Hocam “Artık yaşımız ilerledi, senin emeklerin zayi olmasın, artık icazetini verelim” dedi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*